23 Mart '02
Sayı: 11 (51)


  Kızıl Bayrak'tan
  Herşeye rağmen yanan isyan ve özgürlük ateşi
  ABD'nin Ortadoğu planları ve Filistin sorunu
  Sıra işçi ve emekçi çocuklarının cepheye sürülmesinde!
  Newroz teslimiyet ve ihanete karşı direniştir
  Çeşitli kentlerde Newroz kutlamaları...
  Cejna Newroz be!
  Yoğunlaşan saldırılara karşı metal işçilerinin örgütlü gücü harekete geçirilmelidir
  Biz kazanacağız!..
  7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası!
  Feminizm yol değil, bir çıkmaz sokaktır!
  Gençlikten eylem ve etkinlikler...
  Dünyada ve Türkiye'de neo-liberal eğitim politikaları
  "Sermayenin Avrupa'sına hayır!"
  İşgale katılmayı reddediyorum
  ÇHD İstanbul Şubesi'nin suç duyurusundan...
  Sesimizi boğmaya gücünüz yetmez!
  Zorbalık değil devrimci dayanışma!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Dünyada ve Türkiye’de neo-liberal
eğitim politikaları

Eğitimde neo-liberal yeniden yapılandırma politikaları

Kapitalizmin 1970’lerden itibaren dünya ölçüsünde yeni bir bunalım dönemine girmesi sonucu neo-liberal politikalar gündeme geldi. Bu çerçevede ekonomik ilişkiler yeniden tanımlanırken sermayenin hareket alanı da yeniden düzenlendi. Bağımlı ülke ekonomilerini yaşanan yeni sürece uydurabilmek için yapısal uyum politikaları gündeme geldi. Bu politikalar çerçevesinde devletin ekonomik alana müdahalesi, özellikle de kamusal hizmetlerin kısıtlanması neo-liberallerin temel argümanlarından biri oldu. Bu eğitim alanında da önemli tahribatlara yol açtı. Neo-liberalizm eğitimi bireysel yarar ve piyasa süreçlerine bağlayarak yeniden tanımladı.

Eğitim bireysel bir olgu olarak tanımlanıp bir meta konumuna indirgendi. Eğitim hizmetinin meta olarak algılanması; “bu hizmetten yararlananların elde edilen hizmetin maliyetini yüklenmeleri, bir kullanıcı ücreti ödemeleri gerekir” biçiminde temel bir argümana bağlandı. Bu argüman eğitimdeki neo-liberal politikaların temel gerekçesi oldu.

Dünya Bankası uzmanlarından P. Psacharopoulos bunu; “Yüksek eğitimin özel faydasının sosyal faydasından fazla olduğu ve bu anlamda bireysel olarak bu eğitim hizmetlerinden yararlananların bu faydaların zahmetine (maliyetine) katlanmaları gerektiği” şeklinde özetliyor.

Neo-liberal politikalar sonucu eğitimin kamusal niteliği hızla bozulmaya başladı. Sermayeye özel okullar adı altında eğitime müdahale olanağı tanındı. Bir yandan okullar sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirilirken, diğer yandan da özel okullar gündeme getirildi. Geliri yüksek olan kesimler eğitim kalitesinin yüksek olduğu özel okulları tercih ederken, işçi-emekçi kesimlerin gençliği için eğitim kalitesinin hızla gerilediği devlet okulları bir zorunluluğa dönüştü. Tabii bunun için sermayenin argümanları da hazırdı. Bu; “devlet müdahalesinin rasyonel olmadığı, haliyle kaynakların kötü kullanıldığı ve kamusal eğitimi tüketenlerin seçim hakkını kısıtladığı” biçimindeydi.

Sermayenin eğitim alanına el atması eğitimin yeniden yapılandırılması politikalarında önemli bir adım olmakla birlikte, devlet okullarının varlığı açılan bu piyasada özel okulların aleyhine bir rekabet demekti. Burjuva ideologları bir kez daha işbaşı yapıp silahlarının yönünü bu alana yöneltmeye başladılar. M. Friedman bunu; “devlet elinde tutulacak okullardaysa eğitim giderlerini karşılayacak ücretler alınmalı ve böylece devlet desteği görmeyen okullarla eşit koşullarda rekabet sağlanmalı” şeklinde ifade ediyordu.

Eğitimde yaşanan süreç, eğitimin piyasalaştırılması yanında okulların işlevini de değiştirdi. Bu, yüksek öğretimde “girişimci üniversite” kavramıyla tanımlandı. Böylece üniversite ile sermayenin bağının güçlendirilmesine dönük adımlar hızlandırıldı. Bir yandan sermaye kendi istekleri doğrultusunda okullara kaynak aktarırken, bunun karşılığı olarak kendisi için ağırlık-yüksek maliyet oluşturan bazı konularda yüzünü üniversitelere dönmüş, üniversiteleri AR-GE laboratuvarları olarak kullanma yoluna gitmiştir. Burjuvazi için AR-GE faaliyetlerini kendi işletme bünyesinde yürütmesi oldukça masraflıydı. Hem olanakların sınırlılığı, hem de olumlu sonuç elde edilememe ihtimali nedeniyle bu işlev üniversitelere verildi. Burjuva ideologlarından R.Overts bunu; “Özellikle rekabetle artan AR-GE maiyetlerinden sermayenin kurtulması ve uzmanlaşmış birimler olarak üniversitelerin kaynak ve olanaklarına yönelmesi ve bunları piyasaya sunması için yeni bir üniversite modeli geliştirilmesi önem kazanmıştır” biçimide dile getiriyor. Bu söylem aynı zamanda son dönemde gündeme gelen üniversite-sermaye işbirliğinin temel argümanlarından biri oldu.

Tüm bunlar uluslararası ölçekte ve belli anlaşmalara bağlanarak (GATS gibi) ya da DB- İMF tarafından bağımlı kapitalist ülkelerin önüne bir ev ödevi olarak konularak gündemleştirildi. Emperyalist metropoller ile bağımlı kapitalist ülkelerde eş zamanlı olarak uygulanmaya başlandı. Örneğin bugün Türkiye’de gündeme getirilen yeni YÖK tasarısındaki düzenlemeler dünyanın birçok ülkesinde de aynı günlerde gündeme taşınmış durumda. Öyle ki, Fransa, Almanya, Yunanistan ve Portekiz gibi ükelerde öğrenci gençlik, Türkiye’deki gençliğin taleplerine benzer taleplerle son dönemde alanlara çıkıyor, neo-liberal eğitim politikalarını protesto ediyorlar.

Neo-liberal eğitim politikaları ve Türkiye

Eğitimdeki neo-liberal politikalar Türkiye'de ‘80 askeri darbesiyle start almıştır. Harç uygulaması eğitimin paralı hale getirilmesine dönük ilk adımdı. Bu uygulama yapısal bir kriz içerisinde bulunan Türkiye kapitalizmi açısından oldukça önemliydi. Bunun bir nedeni toplam nüfusun %49.7’sini eğitim çağındaki genç kesimin oluşturması, bu ölçüde eğitimin yağlı bir pazar oluşturması, diğer nedeni ise kamu eğitim harcamalarının sürekli kısılmasıyla ortaya çıkan eğitilmiş insan ihtiyacını karşılama zorunluluğuydu. Bu ikisi, neo-liberal eğitim politikaları ihtiyacını yakıcı boyutlara taşıdı.

‘90’lı yılların başında yoğun olarak açılan taşra üniversiteleri, bugünlerde sıkça telaffuz edilen kaynak yetersizliğinin ve eğitimdeki kalite düşüşünün temel nedenlerinden biri oldu. Taşra üniversiteleri esasen devlet üniversitelerinin piyasalaştırılmasının önemli bir adımıydı. Çünkü taşra üniversiteleri esasta eğitim piyasasına ucuz mal süren işletmeler görünümündeydi. Devlet üniversiteleri olmaları ise onları KİT’lere benzetiyordu. KİT’lerde olduğu gibi sermayeye dolaylı kaynak aktarma işlevi görüyorlardı.

Eğitimdeki kalite düşüşü ise beraberinde gelir durumu iyi olan kesimler için donanımlı özel okulları gündeme getirdi. Sermaye böylece bu pazardan hem para kazanmaya, hem de kendi yetişmiş eleman ihtiyacını karşılamaya yöneldi. Ancak bu, burjuvazi için devlet üniversitelerinden kendisine akan kaynağı gerisin geriye bu okullara harcaması anlamına geliyordu. Bunun içindir ki burjuvazi ihtiyacı olan kaliteli eğitimi de devlet üniversitelerinde buldu. Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ gibi teknik donanım bakımından gelişmiş okulların satışı gündeme geldi.

Türkiye’deki neo-liberal eğitim politikaları yeni YÖK yasa tasarısıyla doruğuna ulaşmış bulunuyor. Yeni YÖK yasası hem bugüne kadar parça parça uygulanan saldırı adımlarının tüm özelliklerini kapsamakta, hem de ona yeni bir boyut kazandırmaktadır. Yeni yasayla devlet üniversitelerindeki eğitimin fiyatı özel okullarla eşitlenmekte, burjuvazinin bu üniversitelerdeki yararlanma biçimi önündeki tüm engeller kaldırılmakta, eğitim her açıdan kapitalist piyasanın ihtiyaçlarına göre yapılandırılmaktadır.

Mücadelenin kapsamı ve niteliği

Eğitimdeki neo-liberal uygulamalar, küreselleşme argümanı altında sürdürülen İMF-DB politikalarıyla esasta aynıdır. Milyonlarca emekçinin sosyal haklardan yoksunlaştırılması, tüm insani ihtiyaçların birer pazar konusu haline getirilmesi, kısacası geçmişte sosyal hak olarak adlandırılan tüm araçların vahşi kapitalist çarkların içerisine itilmesi bu politikaların özünü oluşturmaktadır. Yeni YÖK tasarısı bunun en somut ve en özlü ifadelerinden birisidir.

Neo-liberal eğitim politikalarının kapsamı ve hedefleri, ona karşı mücadelenin niteliği ve kapsamı konusunda da yeterli açıklığı sağlamaktadır. Öncelikle bu saldırının gündeme geldiği ülkelerde, başta öğrenci gençlik olmak üzere tüm emekçi kesimler saldırının muhatapları olarak ortaya çıkmak durumundadırlar. Saldırının özü ve niteliği bu ortaklığın da zeminidir. Bu zemin, dünya çapında benzer saldırı programlarına karşı yükselen muhalefetle işbirliği ve dayanışma için de işlevseldir. Bu ise, hem saldırının merkezi sorumluluğunu taşıyan emperyalistlere karşı küresel çapta güçlü bir muhalefet, hem de ülkedeki mücadeleye muazzam önemde moral kazanımlar sağlayacaktır.

(Ekim Gençliği’nin Mart ‘02 tarihli 51.
sayısından alınmıştır....)



Soruşturma terörü dalgası ve
güncel sorumluluklar

Sermaye düzeni neo-liberal saldırılarını yoğunlaştırarak sürdürüyor. Bu saldırılar işçi ve emekçiler başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerine yöneliyor. Derinleşmiş yapısal iktisadi krizi ona bundan başka bir yol bırakmıyor. Bu ise toplumsal muhalefetin gelişmesine yolaçacağı için, şiddeti kesintisiz ve sistematik olarak yoğunlaştırmak zorunda kalıyor. Kıyım, katliam, işkence, terör her geçen gün ivme kazanıyor.

Bu süreç üniversitelerimizde de işlemektedir. Bir taraftan paralı eğitim yasa tasarısı ile başlatılmış kapsamlı özelleştirme saldırısı, diğer taraftan soruşturma terörü, birbiriyle paralel olarak yürürlüğe sokulmuştur.

Sermaye devleti yılın başından beri öğrenci gençliğe sistemli ve geçmiştekilerini katlayan bir saldırı yöneltmiş bulunmaktadır. Yakana barış rozeti takmak, üniversitede alternatif şenlik yapmak, aktif olarak yemek boykotuna katılmak veya ana dilde eğitim talebini savunmak DGM’leri andıran genişletilmiş soruşturma kurulları önüne çıkarılıp, “suçun” niteliğinin ne olduğundan bağımsız olarak polis idare işbirliği içerisinde uzaklaştırma ve hatta okuldan atılmak için yetiyor.

İçinde bulunduğumuz yıl içerisinde yaklaşık 100 öğrenci okuldan atıldı, 1000 civarında öğrenci ise çeşitli sürelerde uzaklaştırma cezaları aldı. Bu rakamlar geçmiş yılların çok üzerindedir.

Soruşturmaların terör boyutunu almasını koşullayan temel etken, üniversitelerin özelleştirilmesi sürecinde son adım olan paralı eğitim yasa tasarısıdır. Tasarının yasalaşmasının önüne çıkabilecek gençlik muhalefeti henüz daha baştan ezilmek isteniyor.

Soruşturma terörünün sonuçları ise kısaca şöyle. Soruşturmalar kitle hareketi üzerinde iki yönlü geriletici etkide bulunmaktadır. Birincisi, okuldan atılanların veya uzaklaştırılanların çok sayıda olması siyasal kitle çalışmasını dolaysız olarak geriletmektedir. Örneğin İstanbul Üniversitesi’ndeki çok yoğun olan uzaklaştırmalar siyasal çalışma ve eylemlilik sürecine katılan kitlede ciddi bir gerileme yaratmıştır. 100 civarında ilerici, devrimci, demokrat öğrencinin okulda olmaması gençlik hareketini etkileyen büyük bir faktördür.

İkincisi ise, soruşturmaların kapsamındaki genişlik, ileri çıkmaya eğilimli güçlerin bir kısmını siyasal mücadelenin dışına itmektedir. Bu da siyasal faaliyetin hitap ettiği geniş kitle üzerinde gerici bir basınç oluşturmaktadır. Örneğin İTÜ'de 15 öğrencinin uzaklaştırma almasından sonra bir dizi insan siyasal çalışmalardan uzak durmaya başlamıştır.

Bu durum kitle üzerinde umutsuz bir ruh hali oluşturmaktadır. Eğer soruşturmalara maruz kalan öğrencilerle aktif dayanışma sağlanamaz, bunun üzerinden destek eylemleri geliştirilemezse, bu umutsuz ruh halinin daha ağır sonuçları olması muhtemeldir.

Soruşturma terörü doğrudan paralı eğitim saldırısına bağlı olduğu için, karşı mücadelenin de paralı eğitim saldırısı ile birleştirilebilmesi gerekir. Bu yapılamadığı, salt soruşturmalara sıkışıldığı koşullarda, saldırının doğrudan muhatabı olmayan gençlik yığınlarının aktif tutum almalarının zemini ortadan kaldırılacaktır. Bu ise gençliğin yasa karşısındaki mücadelesini katlayarak tahrip edecektir.

Bu değerlendirmeler ışığında genç komünistlere düşen görev, saldırının kapsamı ve hedefleri üzerinden bir bilinç açıklığına sahip olmak ve bu eksende en geniş kitle muhalefetini örme çabası içerisine girmektir. Ancak bu yolla yoğunlaşmış saldırı süreci, geniş tabanlı bir karşı saldırıya dönüştürülüp göğüslenebilir.

(Ekim Gençliği’nin Mart ‘02 tarihli 51.
sayısından alınmıştır....)



Soruşturma kurulları MGK emriyle harekete geçti...

Üniversitelerde büyük kıyım

Üniversite öğrencilerinin her dönem karşılarına çıkan soruşturma terörü en yoğun biçimde yeniden gündemde. Anadilde eğitim talebini dile getirmek, Newroz kutlamalarına katılmak, Kürtçe okuma masası açmak, 19 Aralık’ı ve Maraş katliamını protesto etmek, “Savaşa hayır!” demek, YÖK protestosuna ya da alternatif şenliğe katılmak, F tipi cezaevlerine karşı çıkmak, soruşturmaları protesto etmek için basın açıklaması yapmak, YÖK yasa tasarısına karşı bildiri dağıtımı ve basın açıklaması yapmak soruşturma gerekçelerinin bazıları. Nefes almayı bile izne tabi kılan bu gerekçelerle; İÜ’de 231, Ankara Üniversitesi’nde 28, ODTÜ’de 400, Hacettepe’de yaklaşık 500, Anadolu Üniversitesi’nde 60, Dokuz Eylül’de 477, Çukurova’da 1030 öğrenci hakkında soruşturma açıldı. Bunlar son d¨nem açılan soruşturmaların sadece bir bölümü. Özellikle taşra üniversitelerinde basına yansımayan binlerce soruşturma, ceza alan yüzlerce öğrenci var. Kısacası üniversitelerde tam anlamıyla bir kıyım yaşanıyor. Bu kıyımın uygulayıcısı ise kendilerine bilim adamı süsü verilmiş profesörler!

Demokratik bir işleyişe sahip, bilim üreten merkezler olması gereken üniversiteler, uzunca bir süredir gençliğin geleceğini karartan düzenin baskıcı yapısının en açık görüldüğü yerler olma özelliğini taşıyor. Halihazırda polisin ve diğer şiddet birimlerinin sınırsız yetkilerle hareket ettiği okullarda ipleri bizzat MGK’ya bağlı olarak rektörler tutuyor.

19 Şubat’da toplanan Üniversitelerarası Kurul, daha önce açılan soruşturmaları gerekçelendirdi ve anadilde eğitim talebi başta olmak üzere “bölücülük propagandası yapmaya yönelik her türlü eylem ve teşebbüsün cezalandırılması” kararı alarak, tüm üniversitelerden bunun uygulanmasını istedi. Böylece zaten harıl harıl çalışan üniversitelerin soruşturma kurulları tüm kapasitelerini bu işe sevkederek, yoğun bir saldırı dalgası başlattılar. Elbette onların bu icraatlerinde kolluk güçleri bilfiil yeraldılar.
Üniversitelerarası Kurul yayınladığı sonuç bildirgesinde şunları söylüyor:

“Hiçbir uluslararası anlaşma ve belgede devlete her isteyene istediği dilde eğitim verme yükümlülüğü getiren veya bu şekilde yorumlanabilecek bir madde yoktur. Uluslararası ilişkilerini daima ahde vefa ilkesi ile yürütmüş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yönde bir taahhüdü de yoktur. Bütün bunların bilinmesine rağmen, böylesine bir kampanyanın başlatılmış olması, dilekçe verme hakkının suistimali, bunun da ötesinde cinayet ve terörün bu tür eylemle ikamesidir.”

Bu üslup onların nasıl MGK’ya bağlı çalıştığını gözler önüne seriyor. Öyle ki, birkaç tehdit savurmayı da ihmal etmiyorlar: “Bu yönlü her türlü girişim ve düşünce Türk üniversitelerini karşısında bulacaktır.”

Üniversitelerde yoğunlaşan bu saldırıların meclis komisyonlarında görüşülen yeni YÖK yasa tasarısıyla bağlantısı gün gibi açıktır. Kemal Gürüz’ün “bağırta bağırta geçirteceğiz” biçimindeki sözleri zaten bu gerçeği doğrudan ifade ediyor.

Kıyım boyutuna varan soruşturma terörü, işçi-emekçi çocuklarının yasaya yönelik tepkilerinin ve öğrenci hareketinin mücadele dinamiklerinin önden boğulması çabasıdır. Bundan dolayıdır ki, üniversitelerin paralı hale getirilmesi karşısında sergilenecek tutum bu terör aygıtlarına karşı verilecek mücadeleyle birleştirilmek durumundadır.

Geçmişte meydanlarda haraç senetlerini yırtan öğrenciler, doğru bir çalışma yürütüldüğünde, bugün de soruşturmaları aynı kadere mahkum edeceklerdir. “Ferman da bizim üniversiteler de!” şiarıyla yürümek, buradan alınacak güçle tüm duvarları parça parça etmek, başta genç komünistler olmak üzere öğrenci hareketini bekleyen büyük bir sınavdır. Genç komünistlerin görevi, önderlik iddiası, bilinci ve sorumluluğuyla hareket etmek, parasız bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim isteyen öğrencilerin haklı taleplerini sahiplenmek ve mücadeleyi örgütlemektir.

(Ekim Gençliği’nin Mart ‘02 tarihli 51.
sayısından alınmıştır....)