02 Martt '02
Sayı: 08 (48)


  Kızıl Bayrak'tan
  İdam tartışmasının gizledikleri
  Emperyalist saldırganlığa karşı safları sıklaştıralım!
  Emperyalist savaşa ve sömürüye karşı 8 Mart’ta mücadele alanlarına!
  Sermaye iktidarı Türkiye’yi ABD emperyalizminin savaş arabasına koşuyor
  Dışarda saldırganlık ve savaş, içerde baskı ve terör
  TİS’lerde bir kez daha “hedeflenen enflasyon” aldatmacası
  Özelleştirme saldırısı tüm hızıyla sürüyor
  Karen Fogg olayı ve emperyalizmle ilişkilerin içyüzü
  Emekçi kadın ve savaş
  Bir anket deneyimi ışığında kadın...
  Sınıf çalışması ve kültür-sanat cephesi
  Ek mesailer ve sınıfa etkileri
  İzmir İHD’nin ÖO Direnişi etkinliği...
  YÖK yasası meclisten geri çekilsin talebiyle direnişe!
  Güney Kore’de görkemli işçi eylemi
  Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltelim!
  Emperyalist saldırganlık örgütü NATO tahkim ediliyor
  Partili yoldaşlarımıza, devrimci yurtseverlere ve halkımıza açık çağrı!..
  Tasfiye ve karşıtına dönüşmede yeni bir boyut...
  İşçi sınıfının devrimci programı altında
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Sınıf çalışması ve kültür-sanat cephesi

Sınıf çalışması ve kültür-sanat cephesi

“TKİP, kültür ve sanatı komünizmi kuracak yeni kuşakların yetiştirilmesinin temel bir aracı olarak görür. İnsanlığın ilerici, demokratik ve sosyalist kültür mirasını sahiplenir ve toplumun hizmetine sunar.
Kültür ve sanatın dar bir elitin işi olmaktan çıkarılıp, kitlelerin olağan toplumsal etkinliği haline gelebilmesine yönelik önlemler alınır. Kültür ve sanat atölyeleri tüm eğitim, üretim ve yerleşim birimlerine yaygınlaştırılır.

Bütün kültür ve sanat ürünleri kamusal zenginlik olarak tüm topluma sunulur. Tarihten miras kalan tüm tarihi ve kültürel zenginlikler titizlikle korunur, topluma sunulur ve gelecek kuşaklara aktarılır.” (TKİP Programı)

Parti programımızın yol gösterici çerçevesi

Parti programımızın “Kültür” konulu maddesi bu sorunun proletaryanın devrimci iktidarı altında ele alınışının temel çerçevesini ortaya koymaktadır. Burada sunulan önlemlerin alınması ve tanımlanan hedeflerin gerçekleştirilmesi ancak proletaryanın devrimci iktidarı koşullarında olanaklıdır. Fakat bu aynı çerçeve, buna egemen bakışaçısı, partinin iktidar mücadelesi dönemine, bu dönemin görev ve sorumluluklarına da ışık tutmaktadır.

Eğer yarının devrimci iktidarı döneminde kültür ve sanat “komünizmi kuracak yeni kuşakların yetiştirilmesinin temel bir aracı olarak” işlev görecekse, o halde mevcut burjuva iktidarı altında da, devrimi gerçekleştirecek kuşakların eğitilip yetiştirilmesinin temel bir aracı olabilir, olmak durumundadır. Geleceğin kuşaklarını sınıfsız toplumu kurma mücadelesine hazırlayacak olan devrimci kültür ve sanat, aynı devrimci bakışaçısıyla bugünün kuşaklarını da devrimci sınıf mücadelesine ve devrime hazırlamanın etkili bir silahı olabilir.

Eğer yarının devrimci sınıf iktidarı altında “insanlığın ilerici, demokratik ve sosyalist kültür mirası” sahiplenilip tüm toplumun hizmetine sunulacaksa, bu aynı tutum, bugün de aynı kültürel mirasın işçi sınıfının ve emekçilerin hizmetine sunulması için azami çaba harcanmasını gerektirir. Bu başarılabildiği ölçüde, yalnızca işçi sınıfı kitlelerinin ve emekçilerin kültüre ve sanata duydukları ihtiyaç giderilmiş olmaz; bu sayede gerici burjuva ideolojisi ve yoz kültürünün emekçiler üzerindeki derin etkisine de darbeler vurulmuş, böylece emekçilerin bilinci devrimci yönde ilerletilmiş olur.

Programımız,“Kültür ve sanat(ın) dar bir elitin işi olmaktan çıkarılıp, kitlelerin olağan toplumsal etkinliği haline gelebilmesi”ni proletaryanın devrimci iktidarı altında ulaşılması gereken temel hedeflerden biri olarak tanımlıyor. Bu başarılmadan sosyalizmin yeni insan’ı yaratılamaz, komünizmi kurma gücüne ve yeteneğine sahip yeni kuşaklar yetişemez. Elbette, proletaryanın devrimci iktidarı koşullarında, “Kültür ve sanat(ın) dar bir elitin işi olmaktan çıkarılıp, kitlelerin olağan toplumsal etkinliği haline gelebilmesi” alanında yapılabileceklerin gücü ve kapsamı bugün bu alanda yapılabileceklerle hiçbir biçimde kıyaslanamaz. Zira iktidar gücüne sahip olma ve dolayısıyla bunun tüm olanaklarını elinde bulundurma ile bundan tümüyle yoksun ezilen bir sınıf olma konumu, temelden farklı iki tarihsel-toplumsal durumun ifadesidir. Fakat bu gerçek,u bakışaçısından hareketle bugünden yapılabileceklerin önemini ve işlevini de hiçbir biçimde azaltmaz.

Bugünden bu bakışaçısıyla etkin bir devrimci çaba içerisinde olmak ikili bir görevi bir arada gözetmeyi gerektirir. Bir yandan işçi sınıfı ve emekçiler arasında kültürel ve sanatsal yaşama büyüyen bir ilgi yaratmak için etkin ve sistematik bir çaba harcanmalıdır. Öte yandan ise, onları bu alanda salt edilgen, yani salt alıcı-izleyici konumdan çıkaracak, kültürel-sanatsal yeteneklerini ve yaratıcılıklarını etkin biçimde ortaya koymalarını teşvik edecek ve fiilen kolaylaştıracak olanaklar sunulmalı, araçlar ve zeminler örgütlenmelidir. Kitlelerin devrimci eğitimi ve dönüşümü çabası, birbirine bağlı bu ikili görevler alanında yapılabileceklerden ayrı düşünülemez.

Devam edelim. “Kültür ve sanat atölyeleri(ni) tüm eğitim, üretim ve yerleşim birimlerine yaygınlaş”tırmak gibi temel bir önlem de, aynı şekilde, işçi sınıfının devrimci iktidarı elinde tutmasıyla ve bunun maddi olanaklarına sahip bulunmasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Fakat devrimci iktidar mücadelesi yürüten, bunun için de işçi sınıfını ve emekçileri bu doğrultuda hazırlamaya çalışan devrimci sınıf partisinin, tam da bu hedefle sıkı sıkıya bağlantılı olarak, bu alanda bugünden yerine getirebileceği ve getirmek zorunda olduğu önemli görevler vardır. İşçilerin ve emekçilerin kolayca ulaşabilecekleri, kültürel ve sanatsal ilgi ve ihtiyaçlarını bir ölçüde olsun karşılayabilecekleri, dahası sanatsal yetenek ve yaratıcılıklarını serbestçe ortaya koyabilecekleri kültürel-sanatsal araçlar ve kurumsaleminler oluşturmak, bu görevlerin en önemli halkasıdır. Kendi denetiminde ya da kendi dışında varolan güç ve olanakları bu doğrultuda en iyi biçimde seferber etmek, devrimci sınıf partisinin görevidir.

“Bütün kültür ve sanat ürünleri kamusal zenginlik olarak tüm topluma sunulur.” diyor parti programımız. Bunun başarılabilmesi için de, burjuvazinin devrilmesi, üretim araçları üzerindeki sermaye tekelinin kırılması ve dolayısıyla kültür-sanat yaşamı üzerindeki sermaye egemenliğinin son bulması zorunludur. Bugünden bu bakışaçısı ışığında yapılabileceklerin esasını ise, işçi sınıfını ve emekçileri, ulusal ve evrensel planda zengin bir birikim oluşturan devrimci kültür-sanat mirasıyla yüzyüze getirebilmek için, elbette koşulların ve olanakların elverdiği sınırlar içinde, azami çabayı harcamak oluşturmaktadır.

***

Bütün bunlar bir arada, komünistlerin, devrimci kültür-sanat cephesindeki çalışma ve mücadelesine ışık tutmakla kalmamakta; bugünün koşullarında bu çalışma ve mücadelenin taşıyıcısı olacak kurumlara yaklaşımına da yol gösterici bir çerçeve oluşturmaktadır.

Sınıf çalışmasının yeni araç ve yöntemleri

Kültür ve sanat, toplumsal yaşamın temel bir alanı ve sınıf mücadelesinin temel önemde ve kendine özgü bir cephesidir. Fakat burada bizi, konunun bu genel kapsamından çok partinin sınıfa yönelik dönemsel devrimci çalışması içindeki yeri, bununla bağlantılı yönleri, bunun gerektirdiği pratik adımlar ve görevler ilgilendirmektedir.

Bugüne kadarki deneyimlerin de ışığında bir süreden beridir yeni bir güçle yüklendiğimiz sınıf çalışması giderek bir alan, yöntem ve araç zenginliğine kavuşmaktadır. Politik, sendikal ve kültürel alanlar üzerinden, döneme ve örgütsel-pratik birikimimize denk düşen yöntem ve araçları kullanarak, sınıf çalışmamızda bir sıçramayı gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Devrimci kültür ve sanatı etkin bir biçimde kullanmak ve bunun temel araçlarından biri olarak kültürel kurumlardan en iyi biçimde yararlanmak da, bu çalışmanın bir parçası olarak artık gündemimizdedir.

Bu çok kendine özgü bir alandır ve biz bu alanda henüz çok yeniyiz, denebilir ki her açıdan işin ilk adımındayız. Dahası bu alanda deneyimlerinden yararlanabileceğimiz sözü edilebilir bir geçmiş çalışma mirasından da yoksunuz. Geçmiş dönemlerde devrimci akımlar bu alana ya tümden ilgisiz kaldılar, ya da olduğu kadarıyla yürütülen çalışma bir bakıştan ve bilinçli bir yönelimden yoksundu. Yeni dönemin bu doğrultuda birbirini taklit eden moda girişimleri ise, sıradan işçi ve emekçilere yönelmek yerine, ilerici aydınlara ve öğrenci çevrelerine bir cazibe merkezi oluşturma dar görüşlülüğünü ve faydacılığını aşamadılar. Bu nedenle bunların zaten çok sınırlı kalan deneyimleri bizim için fazla bir anlam taşımamaktadır.

Bütün bunlara rağmen karşı karşıya olduğumuz güçlükler abartılmamalıdır. Devrimci kültür ve sanatı sınıfın ve emekçilerin eğitiminde etkin bir biçimde kullanmak bugün artık temel önemde bir ihtiyaç olarak gündemimize girdiğine göre, bu alandaki güçlüklerimizi ve mevcut deneyimsizliğimizi hızla aşmak bizim için çok da zor olmayacaktır. Pratik ihtiyacın kendisi hem konunun genel teorik ve ilkesel yönlerinin saflarımızda kavranması sürecini hızlandıracak, hem de, bizzat deneyimin de yardımıyla, sorunun pratik yönlerini çözerek ilerlememizi kolaylaştıracaktır. Önemli olan, devrimci kültür ve sanatın sınıf mücadelesi içindeki yerinin ve rolünün gereğince kavranabilmesidir; bu silahın sınıfın ve emekçilerin eğitilmesinde ve örgütlenmesinde oynayabileceği rolün tam olar değerlendirilebilmesidir. Önemli olan, bu son derece verimli sınıf mücadelesi silahının gündelik hayatta etkin bir biçimde kullanılabilmesi için azami çabanın harcanmasıdır. Bu yapılabildiği ölçüde, hızla deneyim kazanacağız ve karşımıza çıkacak ya da çıkarılacak güçlüklükleri göğüslemesini ve aşmasını da bilerek, bu alanda başarıyla ilerleyeceğiz.

Ekonomik yoksulluk ve kültürel yoksunluk

Temel üretim araçları ile zenginliklerin büyük bölümüne ve bu ekonomik temel üzerinde siyasal iktidar tekeline sahip olan burjuvazi, böylece toplumun ideolojik üstyapısına ve bunun bir unsuru olan kültür-sanat yaşamına da egemendir. Burjuvazi, ideolojik üstyapıyı elinde tutan sınıf olarak, kültür-sanat yaşamının biçimini ve içeriğini olduğu kadar amacını ve yönünü de belirleyebilmekte, onu kendi sınıf egemenliğini güçlendirmenin ve sürekli kılmanın bir aracı olarak kullanmaktadır.

Kültür-sanat üretimini kolaylaştıran ve topluma sunumunu sağlayan olanaklar ve kurumlar, bugün hemen tamamen burjuvazinin elinde, doğrudan ya da dolaylı denetimi altındadır. Bu, günümüzde çok özel bir etki ve önem kazanmış bulunan ve etkin bir kültür-sanat yaşamı bakımından vazgeçilmez olan yayın ve iletişim araçları için özellikle geçerlidir. Burjuvazinin bu alan üzerindeki etki ve denetimi geçmişe göre bugün muazzam ölçülerde artmıştır. Bunlara piyasa ideolojisi ve mekanizmalarının günümüzde kazandığı özel ağırlık ve bunun kültür-sanat üretimini büyük ölçüde kendine tabi kılması, yani toplumun bütün bir manevi yaşamının da ticarileşmesi, sanat ürünlerinin pazarda alınıp satılan metalara dönüşmesi de eklenince, kültür-sanat yaşamı üzerinde burja gericiliğinin ağır tekeli ve aynı anlama gelmek üzere ağır tahribatı daha iyi anlaşılır.

Fakat bunlar ayrıca ele alınıp irdelenmesi gereken konulardır. Bizi burada şu an için özellikle ilgilendiren, kültür-sanat yaşamı üzerindeki burjuva sınıf egemenliğinin genel plandaki anlamı ve sonuçları değil, fakat bunun bugünün Türkiye’sindeki somut yansımaları ve sonuçlarıdır. Bunu, konunun, bugünkü sınıf mücadelesi görevleriyle, bu görevlerin pratik yönleri ve adımlarıyla bağlantısı olarak da tanımlayabiliriz.

Günümüzde, işçi sınıfını ve emekçileri temel maddi gereksinmelerinden yoksun bırakan burjuvazi, bizzat bu politikanın bir parçası olarak, artık onları en temel kültürel ihtiyaçlardan da yoksun bırakma yoluna gitmektedir. Servet-sefalet kutuplaşmasının manevi boyutu, emekçiler cephesinde kendini, artan kültürsüzleşme ve çok yönlü cehalet olarak göstermektedir. Buna sefaletle cehaletin at başı gitmesi de diyebiliriz.

Özellikle son yirmi küsur yıldır sistematik bir biçimde uygulanan bu politika bugün öyle bir noktaya varmıştır ki, burjuvazi artık işçilere ve emekçilere toplumun bugünkü gelişme düzeyine ve olanaklarına uygun düşen kültürel hizmetleri belli koşullar içerisinde sunmak bir yana, onları her burjuva toplumunun en temel kamusal hizmeti olan temel eğitim olanaklarından bile yoksun bırakacak bir yönelim içine girmiştir. Tüm kamusal hizmetleri piyasaya tabi kâr ve vurgun alanları haline getirme çaba ve uygulamalarının, yani özelleştirme saldırısının bir parçası olarak adım adım hayata geçirilen paralı eğitim, bu yönelimin bir ifadesidir. Militarizme, baskı aygıtlarına ve din işlerine ayırdığı bütçeyi yıldan yıla yükseltirken eğitime ayrılan bütçeyi tersinden kısan bir sınıfın, işçi sınıfı ve emekçilerin kült&uum;rel seviyesini yükseltecek ve manevi yaşamını zenginleştirecek çabalardan, yani asıl anlamıyla kültür-sanat hizmetlerinden hepten geri duracağı ise açıktır. Bugünün Türkiye’sinde durum tam olarak budur.

Bugünün Türkiye’sinde, artan yoksullaşmaya ve onunla atbaşı giden hayat pahalılığına bağlı olarak, işçi ve emekçi insanın kitap okuması, konsere gitmesi, tiyatro ve sinema izlemesi, tüm öteki kültür-sanat ürünlerinden/etkinliklerinden yararlanması artık neredeyse olanaksızlaşmıştır. Bugün otuzbeş-kırk yıl öncesiyle kıyaslanamaz ekonomik zenginliklere ve olanaklara sahip olan Türkiye’de, o dönemle kıyaslanamaz bir kültürsüzleşme ve cahilleşme yaşanmaktadır. Toplumun, özellikle de emekçi insanın manevi yoksullaşması demek olan bu sonuç, kendi de kültürsüzleşen ve tüm manevi değerlerini yitirerek bayağılık ölçüsünde yozlaşan bir sınıf olarak burjuvazinin umurunda değildir. O artık toplumun kültürel seviyesini yükseltmeyi, kültürel-sanatsal ilgiyi toplum ölçüsünde yaygınştırmayı, sıradan insanın kültürel-sanatsal yeteneklerini ortaya koyacağı olanakları yaratmayı tümden masraflı bir iş saymakta, bunun da ötesinde, kendi sınıf egemenliği için potansiyel bir tehlike olarak da görmektedir.

Kitleleri sersemleten ve yozlaştıran sistematik saldırı

Bugün burjuvazinin kitlelere sunduğu neredeyse tek sözde kültürel araç, tam bir kültürsüzleşme ve derin bir cehaletin olduğu kadar, insanı ürküten boyutlarda bir yozlaştırma ve bayağılaştırmanın da aracı olarak televizyondur. Sermaye yalnızca sanatçıyı değil sanat alıcısını/izleyicisini de televizyon üzerinden kendine bağlamakta ve bu cendere içinde boğmakta, ruhen ve ahlaken bozup yozlaştırmakta, adeta öğütüp tüketmektedir.

Bu bizi kendiliğinden sorunun bir başka temel önemde yanına getirmektedir. Dayanılmaz boyutlarda maddi ve manevi bir yoksullaşmanın içine itilmiş olan emekçi kitleler, öte yandan, sermayenin yozlaştırıcı ve sersemletici ağır bir kültürel saldırısi altında bulunmaktadırlar. Çürüyen ve yozlaşan burjuvazi, kendisiyle birlikte tüm toplumu da bozmakta, yozlaştırmakta ve giderek çürütmektedir. Fakat söz konusu olan, yalnızca egemen sınıf olarak burjuvazideki çürüme ve yozlaşmanın egemenlik altında tutulan topluma doğal ve kaçınılmaz yansımasından ibaret değildir. Daha da önemli olan, bunun bilinçli bir sınıf silahı olarak kullanılması ve bu çerçevede bilinçli bir saldırı programı olarak örgütlenmesidir.

Bugünün Türkiye’sinde çok yönlü bir yoksunluğa mahkum edilen emekçilerin, bunun da bir uzantısı olarak, sosyal-kültürel yaşam adına çok büyük ölçüde televizyona bağımlı hale getirilmelerinin tahrip edici sonuçları muazzam boyutlardadır. Devletle içiçe çalışan büyük sermaye tekellerinin elindeki bu televizyonlardan sistemli bir biçimde zehir ve pislik akıtılmaktadır. Bayağılık, cehalet, kadının sistematik biçimde aşağılanması, her türden piyasa değerleri, bireycilik ve bencillik, ırkçılık, saldırgan bir gericilik, şiddet ve savaş kışkırtıcılığı, militarizm övgüsü vb., sersemletici bir pislik akıntısı halinde gündelik olarak emekçinin zihnine ve duygu dünyasına çarpmakta, onu aptallaştırmakta, bozmakta, sonuçta ruhen ve ahlaken çürütmekte ve çökerektedir.

Gerici ve yoz kozmopolit burjuva kültürünün eksik bıraktığını ise sahte bir sığınak olarak din ve onun somutlanmış zemini olarak dinsel gericilik tamamlamaktadır. Emekçinin beyni ve ruhu bir de bu cepheden cendereye alınmakta, bilinci ve duygu dünyası tümden kötürümleştirilmektedir. Emekçinin dine yönelişi yalnızca kültürel kokuşmuşluğa tepkisinden değil, fakat daha da önemli olarak, yoksulluk ve cehaletin bir sonucudur. Bugün burjuvazi, kitleler üzerindeki ideolojik denetiminin etkili araçları olarak, kültürel kokuşma ve dinsel gericiliği bilinçli bir biçimde birarada kullanmaktadır. İkisi birarada, emekçi insanın manevi özgürleşmesinin, sınıf bilincine kavuşmasının ve toplumun devrimci dönüşümü mücadelesine katılmasının önünde aşılması gereken temel önemde engeller olarak durmaktadır.

Emekçinin bu sistematik saldırı karşısında kendini bir ölçüde olsun koruyabileceği alternatif ilerici kültür ve sanat kurumları ve araçlar yaratmak sorununa bu temel önemde gerçekler üzerinden, yani dar siyasal kaygıların ötesinde bir geniş çerçeveden bakabilmek durumundayız.

Kültür-sanat yaşamı üzerindeki boğucu sermaye tekeli

Kitlelerin kültür-sanat yaşamının ürünlerine/etkinliklerine ulaşması, bunları edinme ya da izleme olanaklarından yoksun bırakılması sorunun bir yanıdır. Bunu yapan bir sınıfın, emekçilerin kültürel-sanatsal ilgi, yetenek ve yaratıcılıklarını ortaya koyabilecekleri kurum, araç ve imkanları onlara sunma sorununa hepten kayıtsız kalacağı ise sorunun temel önemde bir öteki yanıdır.

Burjuvazi cumhuriyetin ilk birkaç on yılında ve elbette tümüyle kendi sınıf egemenliğini yerleştirme ve güçlendirme kaygısı çerçevesinde, bu doğrultuda bazı adımlar atma yoluna gitmişti. Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi popüler girişimler bir ölçüde olsun bu işlevi de görmüşlerdi. Bunlar bile son derece sınırlı ve iğreti adımlar olmakla kalmamış, çok geçmeden denetlenemeyen sonuçlar ürettikleri görüldüğünde ise ya kapatılmış ya da destekten yoksun bırakılmışlardı. Bugün artık bu türden adımlar olmadığı gibi, burjuvazi, kültür-sanat yaşamını sermaye ve devlet gücüyle denetim altında tutmakta, toplum yaşamı üzerindeki tekelini bu alanda da sıkı tutmaktadır. Bu ise kültür-sanat etkinliğini dar bir azınlığın işi haline getirmekle kalmamakta, bu azınlığın burjuvazi ve devlet tarafındaoğrudan ya da dolaylı biçimde denetlenmesini, daha ötesi, sunduğu baştan çıkarıcı olanaklarla satın alınmasını kolaylaştırmaktadır.

Burada yalnızca işçilerin ve emekçilerin kendi bünyelerindeki kültür-sanat potansiyelini ortaya koyabilecekleri zeminlerin kurutulması değil, yanı sıra, herşeye rağmen bu alanda ortaya çıkan yeteneklerin ise sistemli bir çabayla düzene entegre edilmesi, satın alınarak ve yozlaştırılarak düzen hizmetine koşulması çabası ve elbette başarısı söz konusudur. Sermayenin kültür-sanat ürünlerinin sunumunu olanaklı kılan kurum ve araçlar üzerindeki tekeli ve piyasanın ticarileştirdiği bu ürünleri satın alma ya da denetleme gücü, etkili bir biçimde bu sonuca yolaçmaktadır.

Buradan karşımıza devrimci kültür-sanat cephesiyle bağlantılı ikili bir görev alanı çıkmaktadır. Bir yandan, işçi ve emekçi insanın kendi sanatsal ilgi, yetenek ve yaratıcılığını ortaya koyabileceği; öte yandan ise, ilerici ve devrimci sanatçıların kendi sanatsal ürünlerini sermaye gücüne bağımlı kalmaksızın emekçilere sunabileceği kurumsal araç ve olanaklar yaratmak. Kolayca anlaşılabileceği gibi gerçekte bu ikili görev birbirini tamamlamaktadır. Sözkonusu olan aynı çabanın iki yönüdür.

Emekçiyi etkin sanat yaşamına yöneltmek

Kendisine sunulan ilerici devrimci kültür-sanat ürünlerinin zihinsel ve duygusal değerinin bilincine varan emekçi insan, kendisinin bu alanda uyuyan potansiyelini açığa vurmak, ortaya koymak ve geliştirmek istek ve cesareti de duyacaktır. Bugün işçi sınıfı ve emekçiler arasında, özellikle de onların genç kuşakları saflarında, kültürel ve sanatsal yaratımın çeşitli dallarında, koşulları olsa kendini ortaya koyabilecek önemli potansiyel yetenekler olduğuna kuşku yoktur. Emekçileri kucaklayacak ciddi bir devrimci kültürel-sanatsal çaba bu yeteneklerin açığa çıkarılmasının olanaklarını sunmakla da birleşebilirse eğer, bu alanda ne denli verimli bir toprak bulunduğunu görmek zor olmayacaktır.

Bu çerçevede önemli olan yalnızca tiyatro, müzik, şiir, folklor vb. alanlarda ilerici, devrimci sanatçı gruplarıyla emekçilere yönelmekle kalmamak, tam da bu çabanın uyarıcı etkisiyle, bu aynı türden grupları bizzat işçilerin ve emekçilerin kendi saflarından da çıkarabilmek için bilinçli bir çaba içinde olmaktır. Bu, kültürel ve sanatsal etkinlik ve yaratımı dar ve seçkin bir azınlığın sorunu olmaktan çıkarmak tarihsel hedefi doğrultusunda, bugünden ve elbette bugünkü koşulların elverdiği olanaklar içerisinde, yapılabileceklerin azamisini yapmaya çalışmak anlamına da gelmektedir.

Bizzat işçilerin ve emekçilerin kendi saflarından sanatın çeşitli dallarında etkin bir çaba içerisinde olan çok sayıda sanatçı grup ya da birey çıkması, devrimci sanat-kültür cephesindeki başarılı bir çalışmanın önemli ölçütlerinden biri olacaktır. Elbette emekçi saflardan üstün yetenekli sanatçının yetişmesi, sanatsal ve estetik değeri yüksek sanat etkinliği ve ürünlerinin ortaya çıkması kolay bir iş değildir. Bugünün tarihsel-toplumsal ortamında ve burjuva sınıf egemenliği koşullarında bu hayalci bir beklenti olur. Fakat burada sorun bu değildir.

Devrimci bir bakışaçısından önemli olan, amatör ve mütevazi sınırlar içinde de olsa, mümkün mertebe çok sayıda emekçinin kültür-sanat yaşamında, onun şu veya bu dalında kendini cesaretle ve içtenlikle ortaya koymaya çalışması, salt pasif, edilgen alıcılar ya da izleyiciler olmaktan çıkarak etkinleşmesidir. Asıl başarı ve kazanım buradadır, bunun ne ölçüde başarılabildiğindedir.

Elbette bu alandaki gelişme, emekçinin siyasal yaşamda ve devrimci sınıf mücadelesi alanında etkinleşmesinden ayrı düşünülemez. Ancak buradaki etkileşim karşılıklıdır; sanatsal etkinlik ve yaratım çabası sınıf mücadelesinden beslenir, fakat gerisin geri onu besler de. Bizim için önemli olan da budur. Bu, bizim devrimci kültür-sanat alanı üzerinden yürüteceğimiz kitle çalışmasının en şaşmaz amaçlarından biridir. Bizim için emekçi insanın duygu dünyasını beslemek ve zenginleştirmek, onun devrimci sınıf bilincini aydınlatmaktan ve geliştirmekten, onu etkin siyasal yaşama yöneltmekten ayrı düşünülemez.

Emekçiyi ve sanatçıyı karşılıklı devrimci etkileşime sokmak

Bugün önümüzde devrimci sınıf hareketinin ve komünizmin 150 yılı aşan tarihi içerisinde oluşturduğu muazzam bir evrensel kültür-sanat birikimi var. Öte yandan, Nazım Hikmet’in cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren açtığı yoldan yürüyen ya da yürümeye çalışan sanatçıların ürünü olan, özellikle ‘60’lı ve ‘70’li yılların devrimci sosyal hareketliliği döneminde önemli bir etki gücü kazanan kendi ilerici-sosyalist kültür-sanat birikimimiz var. Tarih boyunca halk hareketlerinin biriktirdiği ilerici-demokratik kültür mirası ile de birlikte ele alındığında, toplamında zengin, güçlü ve çok yönlü bir kültürel-sanatsal birikime sahip olduğumuz görülür. Bugünün en temel sorunlarından biri, bu birikimi mümkün olan her yol, yönteve çabayla işçilere ve emekçilere taşımak, onların bu muazzam kaynağa bilinçli bir biçimde yönelmesini teşvik etmek ve kolaylaştırmaktır.

Fakat elbette bu basitçe ve salt bir propaganda ve eğitim çalışmasıyla başarılamaz. Bu zengin mirasın emekçide canlı ve güçlü bir ilgi ve etki yaratabilmesi, aynı zamanda, bugünün devrimci sanatçısının onu emekçiye sanatsal biçim ve etkinlikler içerisinde sunabilmesi ölçüsünde olanaklıdır. Bu ise bize bugünün yeni ve genç sanatçılarına ya da sanat gruplarına dayanabilmenin, onların sanatsal etkinliklerinden en iyi biçimde yararlanabilmenin gereğini ve önemini gösterir.

Kaldı ki onların da buna fazlasıyla ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaç iki yönlüdür. Bir yandan, kendi kültürel-sanatsal üretim ya da etkinliklerini işçi ve emekçi ortamlarına taşımak ve onların ilgisine sunmak, kendini ilerici-devrimci sayan bu sanatçılar için en büyük arzudur. Öte yandan, bizzat bu etkinlikler içinde emekçi insanla yüzyüze gelmek, onunla etkileşmek, onlar için temel önemde bir ihtiyaçtır. Bu, bu sanatçıları emekçilere daha güçlü bir biçimde bağlayacak ve kendi sanatsal yaratıcılıklarını ve etkinliklerini emekçi davasının hizmetine daha güçlü bir biçimde sunmalarını teşvik edecek ve kolaylaştıracaktır.

Özetle bu çaba, işçiyi ve emekçiyi ilerici-devrimci sanatçıyla, tersinden ise ilerici-devrimci sanatçıyı emekçiyle buluşturacaktır. Bu buluşma onları karşılıklı olarak devrimci bir etkileşim içerisine sokacaktır.

Devrimci kültür kurumları bu buluşmanın gerçekleşmesinde aktif rol üstlenmeli ve onun gerçekleştiği zeminler olmalıdırlar. Kendi görev ve işlevlerini başarıyla yerine getirebilmelerinin temel önemde gereklerinden biri de budur. Bu alandaki başarı, bu kurumlara çifte bir güven ve saygınlık kazandıracaktır; bir yandan işçiler ve emekçiler, öte yandan ise ilerici-devrimci sanatçılar nezdinde.

Dünün ilerici aydın ve sanatçısının bugünkü durumu

Dünün ilerici aydın ve sanatçılarının bugünkü durumu üzerine de bazı gerçekleri vurgulamak durumundayız. Zira bu gerçekleri gözönünde bulundurmak, kültür-sanat cephesindeki görevlerimizin kapsamı ve ele alınışı bakımından çok özel bir önem taşımaktadır.

Bugünün Türkiye’sine baktığımızda, ‘60’lı ve ‘70’li yılların büyük toplumsal hareketliğinin ortaya çıkardığı ilerici, devrimci aydın-sanatçı kuşağının büyük ölçüde burjuvazinin safına geçtiğini, düzenle bütünleştiğini görmekteyiz. 12 Eylül’le birlikte başlayan karşı-devrim saldırısı, sol hareket ve kitle hareketi üzerinde yaptığı ağır tahribatı, doğal ve kaçınılmaz bir biçimde ilerici aydın hareketi ve sanat yaşamı üzerinde de yaptı. İş bununla da kalmadı, üstüne ‘89 çöküşü ve onu izleyen dünya ölçüsündeki karşı-devrimci gerici dalga da binince, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda yetişen ilerici aydın kuşağı neredeyse tümden umutlarını ve inançlarını yitirdi. O güne kadar dayandığı ya da dayanma çalıştığı ideolojik ve moral değerleri hızla terketti.

Bu sonuç, bir yandan bu kuşağın kültürel-sanatsal üretim ve yaratım gücünü ve yeteneğini önemli ölçüde dumura uğratırken, öte yandan deyim uygunsa onları piyasaya düşürdü. Aydınlar ve sanatçılar geçmişte, tam da emekten, özgürlükten, bağımsızlıktan ve sosyalizmden yana tutumlarıyla oluşturdukları kişiliklerini para karşılığı sermayenin hizmetine sundular. Ya da tersinden devlet ve burjuvazi, son derece bilinçli bir tutumla, bu alanda inancını ve ilerici dinamizmini yitirmiş aydın ve sanatçıya cazip gelen bir piyasa yarattı. Dünün ilerici ve sosyalist aydınları ve sanatçıları, tekelci burjuvazinin elinde tuttuğu televizyonlar, gazeteler, dergiler, yayınevleri, kültür kurumları, reklam şirketleri, kültürel danışmanlık vb. işlerde cepleri doldurularak istihdam edildiler.

Bu ilerici aydın hareketinin kitlesel bir kırımıydı ve bir bakıma devrimci hareketteki geniş çaplı terbiye, tasfiye ve düzenle bütünleştirme hareketinin ilerici kültür-sanat yaşamındaki izdüşümüydü. Herşeye rağmen solculuk taslamaya heveslenenler ise (Cumhuriyet gazetesinin temsil ettiği çizgide hareket edenler buna örnektir), bu işi devrime ve bilimsel sosyalizme açık bir düşmanlık temeli üzerinde yaptılar ve bunu Kürt halkının özgürlük istemi karşısında tiksindirici bir şovenizmle birleştirdiler.

Özetle, ‘60’lı ve ‘70’li yılların ilerici-devrimci toplumsal hareketliliği ortamında yetişen, onu etkileyen ve ondan etkilenen ilerici aydın ve sanatçı kuşağı ezici bir bölümüyle artık işçi sınıfından, emekçilerden ve onların sosyal kurtuluş davalarından yana olmak, buna hizmet etmek bir yana, doğrudan ya da dolaylı biçimde onun karşısındadır, burjuvazinin safında ve hizmetindedir. Onlardan artık bir şey beklenemeyeceği gibi, dünkü kimliklerini kullanarak bugün açıktan ya da sinsice yapmakta oldukları tahribatı göğüslemek ve boşa çıkarmak gibi temel önemde bir sorun ve görev de var önümüzde.

Fakat tüm dünyada ve elbette Türkiye’de, devrimci sosyal ve siyasal mücadele sürmektedir ve bu mücadele kendi yeni genç aydın ve sanatçı kuşağını da zamanla ortaya çıkaracaktır. Sınıf hareketi ekseninde yürütülen devrimci bir kültür-sanat mücadelesi, bu yeni kuşağın ortaya çıkışını kolaylaştıracak ve hızlandıracak bir perspektife, bu doğrultuda somut pratik bir yönelime de dayalı olmalıdır. Devrimci kültür-sanat kurumları, özellikle aydın gençlik içerisinde bu alanda bugünden filizlenmekte olan güçleri bilinçli bir tutumla işçiler ve emekçilerle buluşturmayı başaramazlarsa eğer, zaten kendi görev ve işlevlerini yerine getirmekte de yetersiz ve başarısız kalmış olurlar.

İkili zaaftan kaçınmanın önemi

Devrimci kültür-sanat cephesi kendine özgü bir mücadele alanıdır ve bu alandaki çalışma da bunun gerektirdiği çerçeve ve kurallar içerisinde yürümek zorundadır. Çalışmanın düzenlenmesi, etkinliklerin seçimi ve örgütlenmesi, araçların kullanımı, bu özgünlüğü tam olarak özümsemeye ve pratikte gözetmeye dayalı olmalıdır.

Elbette sosyal yaşamın tüm alanları gibi kültür-sanat yaşamı da politik bir öz taşır. Bu alanda da sınıf çıkarları ve bunun ifadesi ve taşıyıcısı olan ideolojiler ve politikalar karşı karşıya gelir ve çatışır. Fakat bu kaba ve çıplak politik biçimler içerisinde değil, sanatsal üretim ve etkinliğin kendine özgü biçimleri içerisinde gerçekleşir. Çatışmada başarı bunu gözetmek ölçüsünde olanaklıdır. Bu gözetilmezse eğer, kültür-sanat alanında devrimci bir mücadele cephesinden söz etmek zaten olanaklı olmaz. Öte yandan, her sanatsal etkinliğin ve biçimin içerisinde politik bir öz, kaygı ve yönelim vardır. Bunu gözden kaçırmak, sanatsal üretimi ve etkinliği kendi içinde amaçlaştırmak, “sanat sanat içindir” şeklindeki burjuva aldatmacasının tuzağına duml;şmek anlamına gelir.

Demek ki bu alanda birbirinin zıddı gibi görünen, gerçekte ise birbirinden beslenen ikili bir tehlike var ve biz buna karşı peşinen hazırlıklı ve uyanık olmalıyız. Bir yandan, sanat ve kültür alanının kendine özgü karakterini ve bunun gereklerini gözetmeli, kültür kurumlarının politik araçlara indirgenmesinin kesin bir tutumla önüne geçmeliyiz. Öte yandan ise, kültürel-sanatsal biçimler içerisinde sürse bile bu çabanın politik bir öz taşıdığını ve temelde politik bir kaygı ve amaca bağlandığını unutmamalı, bunu gözden kaçırabilecek apolitik eğilimlere hiçbir biçimde prim vermemeliyiz.

(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Şubat 2002 tarihli
227. sayısından alınmıştır...)



TKİP Programı’ndan...

“Eğitim: Proletaryanın devrimci iktidarı altında eğitim, emekçileri özgürleştirmeye, sosyalizmin inşasına etkin biçimde yöneltmeye ve sınıfların ortadan kaldırılmasına hizmet eder. Materyalist dünya görüşüne, komünizmin ilke ve değerlerine dayalı, bilimsel, demokratik ve laik bir eğitim politikası izlenir.

- Eğitim her düzeyde parasızdır. Tüm eğitim araç ve gereçleri kamu fonlarından karşılanır.

- 17 yaşına kadar zorunlu genel ve politeknik eğitim. Eğitim üretici çalışma ile birleştirilir.

- Çocukları okul hayatına hazırlayıcı bir kurumlar şebekesi (kreşler, çocuk bakım ve eğitim yuvaları vb.) oluşturulur.

- Tüm işçilerin, kent ve kır emekçilerinin yararlanabileceği yaygın bir okul dışı eğitim-öğretim kurumları şebekesi (kütüphaneler, halk evleri, okuma odaları, emekçi üniversiteleri, meslek okulları, kurslar, konferanslar, tiyatro ve sinemalar vb.) örgütlenir.”



Küba’da eğitim ve kültür

Önceki hafta Havana’da (Küba) UNESCO ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) da desteklediği “Yeni Binyıl’da Yükseköğretim” konulu uluslararası bir toplantıya katıldım. Toplantıya, çoğu Latin Amerika Avrupa Birliği ülkelerinden olmak üzere iki bin dolayında bilim insanı katıldı, dört gün boyunca, konferanslar verildi, yuvarlak masa toplantıları ve paneller yapıldı; onlarca bildiri sunuldu ve tartışıldı.

Ele alınan konular arasında, “Üniversite, Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma; Üniversite ve Ulusal Bilim ve Teknolojik Yenilenme; Yükseköğretimde Kalite ve Ölçümü; Sanal Üniversite; Fiziksel Eğitim ve Spor; Eğitbilim ve Üniversite; Yükseköğretimde Öğrenci Örgütlenmesi; Sendikalar ve Üniversite; Yükseköğretimin Geleceği” özellikle ilginçti.

Varılan sonuçlar arasında, bilim insanının niteliğinin yükseköğretimde her bakımdan en önemli belirleyici olduğu ya da öğretici kalitesi başta gelmekteydi. Öğretimde ileri teknolojiden yararlanılması, en gelişmiş öğretim araçlarınının kullanılması gereği vurgulanmakla birlikte, bunların, en azından şimdilik, insan olarak öğreticinin ya da bilim insanının yerini almasının söz konusu olamayacağı özenle sergilendi. Eğitimin, doğuştan ya da anaokulundan başlayan bir bütünlük içinde düşünülmesi ve hem bireysel hem de toplumsal gönencin arttırılması için fırsat eşitliğini esas alması gereği vurgulandı. Bu nedenle de öğretmen yetiştirme programlarının önemi ayrıca vurgulandı. Eğitbilimin önemli bir alt başlık olarak irdelendiği toplantılarda, konunun kuramsal ve uygulamalı yönlerieki en son evrensel gelişmeler üzerinde duruldu. Bu bağlamda, bilim insanının saptanması, eğitimi ve değerlendirilmesinin yöntemleri, ülkeler arasında karşılaştırmalı irdelendi. (...)

****

Asıl ilgi duyabileceğiniz Küba’nın durumuna gelince. Öncelikle, bir toplumsal yapının öyle bir haftalık gözlemle, sağlıklı bir biçimde değerlendirilemeyeceği çok açıktır. Bu sınırlamalar içinde Küba’nın çok başarılı olduğu alanlar bulunduğu gibi, başarısız kaldığı önemli alanlar da vardır. (...)

Başarılı olunan konuların başında, parasız sağlanan eğitim, kültür ve sağlık hizmetleri geliyor. Eğitimde fırsat eşitliğinin sağlandığı anlaşılıyor; ilk ve orta dereceli okullarda 25-30 dolayında olan öğretmen başına öğrenci sayısının planlı bir biçimde önümüzdeki yıllarda 15’e indirilmesine çalışılıyor; öğretmen yetiştirmeye özel bir önem veriliyor; mesleki ve teknik eğitim göreli olarak çok önemseniyor. Küba, Ekvador örneğinde görüldüğü gibi, Latin Amerika ülkelerine öğretim üyesi yardımı yapıyor.

Çok başarılı olunan bir alan da kültür. Ulusal kahramanları Jose Marti ‘nin “kültür özgürleştirir” anlamına gelen sözleri, kültür politikasının temelidir. Yaklaşık 11 milyonu aşan nüfusuyla Küba, açtığı 300’ün üzerindeki Kültür Evleri ile her yaşta halkın yaratıcılığını geliştirmeyi sağlıyor. Özellikle de müzik, dans, plastik sanatlar, resim, heykel ve spor alanlarında uluslararası başarılara imza atıyor. Kültür Evleri, internet teknolojisinden yararlanıyor. Küba, Latin Amerika kültürünün gelişmesinde ve uluslararasılaşmasında gerçekten öncülük ediyor.

Sağlık alanındaki başarılar da çok önemli. Özellikle tropikal hastalıkların tedavisinde kullanılan serumların üretiminde, başta hepatit B olmak üzere, dünyaya öncülük ediyor; Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin kırsal kesiminde binlerce Kübalı doktor çalışıyor. (...)

Yakup Kepenek (Cumhuriyet/25 Şubat 2002)
(Metnin başlığı SY Kızıl Bayrak tarafından konulmuştur...)