Düzen siyaseti ve medyası demokratikleşme adına hangi konuyu gündeme getirse, bunu elbirliği halinde gericiliğini kusmanın ve topluma pompalamanın bir vesilesi haline getiriyor. Şu günlerde yatışmaya yüz tutan idam tartışmaları bunun son örneği oldu. Tartışmada idamın kaldırılmasından yana ya da karşıt tutumlar takınarak yer alan tüm taraflar, bunu bir gericilik ve şovenizm yarışına çevirdiler. Öylesine ki, idamın kaldırılmasından yana olanlar tarafından bile sorun, tam bir arsızlık örneği olarak, Aponun ölüsünün mü yoksa dirisinin mi daha çok işe yarayacağı eksenine oturtuldu. Ölüsünden durduk yerde sahte bir kahraman yaratılacağı, oysa dirisinin Kürt hareketini çürütmek ve onu devletin tüm dayatmalarına mecbur etmek için bulunmaz bir imkan olduğu ileri sürülerek, bu çerçevede idamın kaldırılmasından yana tutum savunuldu. Bu bile idam tartışmasının demokratikleşme kaygısına dayanmadığını, zerre kadar demokratik içerik taşımadığını göstermeye yeter. Tam tersine, bu tartışma tümüyle, Türkiyedeki gerçek demokrasi mücadelesi dinamiklerinin nasıl kontrol altına alınıp ehlileştirilebileceği, koyu bir gericiliğe dayanan sermaye düzeni için tehlike olmaktan çıkarılabileceği kaygısına dayalıdır. İdam prosedürü yerine yerinde infaz Düzen siyasetinin ve medyasının bu gerici niyet ve kaygılarından bağımsız olarak, bugünün Türkiyesinde idamın kaldırılması talebinin gerçekte demokratik bir değeri kalmamıştır. Zira rejim kendi cephesinden son derece akıllıca ve o ölçüde sinsi ve kirli bir tercihle, yıllar öncesinden bu konuyu kendisi için sorun olmaktan çıkarmıştır. Türkiyede idamın yerini artık yargısız infazlar, kitlesel çapta faili meçhul cinayetler, işkencede ölümler, kayıplar ve cezaevi katliamları almıştır. İdamın fiilen de yürürlükte olduğu faşist 12 Eylül cuntası döneminde, içinde MHPli militanlar ve adli suçlular da olmak üzere, ancak 50 küsur kişi asılabilmişti. Oysa idamın güya fiilen uygulanmadığı askeri cunta sonrası dönemde, binlerce devrimci ve Kürt yurtseveri yukarıda sıraladığımız kirli yöntemlerle devlet güçlerince katledildi. Son on yıl içerisinde salt cezaevi katliamlarıyla, 12 Eylül döneminde idam edilen toplam sayıdan daha fazla sayıda devrimci hunharca öldürüldü. Bütün bunlar bugün sinik bir arsızlıkla uzun yıllardır idam cezası uygulamamakla övünen rejimin, gerçekte idamı gündelik ve kitlesel hale getirdiğini göstermektedir. Artık yakalama, sorgulama, yargılama, onaylama vb., uzun yıllara yayılan prosedürlere gerek kalmamıştır. Cinayet bütün bunlara gerek kalmaksızın, üstelik çoğu kere kitlesel çapta olmak üzere, anında ve yerinde işlenmektedir. Bunun için mahkemeden parlamento onayı ve cumhurbaşkanı imzasına uzanan yorucu ve masraflı formalitelere gerek kalmamıştır. Devletin resmi ya da gizli cinayet çetelerinin sıradan mensupları artık bunu dilediğince yapmaktadırlar ve uzun yılların sayısız örneğinin açıkça gösterdiği gibi, buna karşılık en ufak bir cezaya çarptırılmamaktadırlar. Çünkü rejim idam cezalarını fiilen uygulamadığı bu aynı dönemde, sıradan polisine ve jandarmasına cinayet işleme konusunda geniş bir hareket serbestisi tanıyan yeni yasal düzenlemeler yapmıştır. Onların eksik bıraktığı ya da yetersiz kaldığı işleri ise, derin devlete bağlı geniş çaplı bir organizasyon olan gizli cinayet şebekeleri yerine getirmişlerdir. Sıradan insanı bile kapsayan geniş çaplı bir infaz politikası Burada gözden kaçabilecek temel önemde bir gerçeklik daha var. İdamın yasalar çerçevesinde uygulandığı bir durumda, bunun için yasalara göre kesin idam gerektiren suçların işlenmesi ve bunun yargı yoluyla kanıtlanması gerekmektedir. En azından formaliteler buna uygun olmak zorundadır. Oysa, resmi idam yerine fiili cinayetin tercih edildiği bir durumda, en sıradan bir ilerici veya devrimci insan, yürürlükteki yasalara göre idam gerektiren suç bir yana hiçbir suç işlememiş olsa bile kaybettirme, faili meçhul, yargısız infaz, işkencede katletme vb. yollarla kolayca ortadan kaldırılabilmektedir. Bu devlet için idam çerçevesinde gözetilen amaçla kıyas kabul etmez ölçüde daha kolay ve etkili bir yoldur; en azından devlet bunu böyle algılamakta, böyle varsaymaktadır. İdamla amaçlanan toplumsal-siyasal mücadele üzerinde yıldırıcı-caydırıcı bir etki yaratmaktır. Sıradan suçsuz insanı bile hedefleyen keyfi ve kitlesel cinayet ve katliamlarla bu etki ve sonucun daha rahat elde edilebileceği düşünülmektedir, Türk burjuvazisi adına Türkiyeyi yönetenlerce. Dahası, 12 Mart ve 12 Eylülde devrimcilere yönelik idam uygulamalarının siyasal açıdan ters tepmesinden çıkarılan bir ders de vardır burada. Şu günlerde idam cezası sözkonusu olduğunda sıkça kullanılan kahraman yaratmamak sözü de bu algılamanın bir yansımasıdır. Özetle, 12 Eylül sonrası dönemde Türkiyede idam tek tek bireylerle ilgili bir hukuki prosedür olmaktan çıkmış, devletin siyasal tercihi ve kararı doğrultusunda, fiilen ve kitlesel çapta uygulanan son derece pratik bir sorun haline gelmiştir. Türkiyeyi yönetenlerin bizde uzun yıllardır idam cezası zaten uygulanmıyor sözleri işte bu gerçeği, bu kitlesel kanlı bilançoyu gizliyor. Bugün demokratikleşme adına yaptıkları yeni anayasal ve yasal düzenlemelerde terör suçları için idam cezasını hala muhafaza etmek isteyenlerin Kürt özgürlük mücadelesinin en şiddetli biçimler içinde sürdüğü dönemlerde bile bir tek yasal idamı gündeme getirmemelerinin gerisinde de bu aynı gerçek vardır. Kürt hareketinin en güçlü ve etkili olduğu bir dönemde bile bir tek yasal idamı gündeme getirmeyenlerin, bu hareketin savaşı bıraktığı ve tam boy bir teslimiyeti seçtiği bir dönemde keyfi cezaevi operasyonlarıyla düzinelerce devrimciyi katletmeleri, Armutluda durduk yerde katliam yapmaları, işkencede hala devrimci öldürmeleri olgusunun gerisinde de yine bu aynı gerçek vardır. Emperyalist Avrupanın ikiyüzlülüğü Bu bizi idam sorunu vb. tartışmalar üzerinden demokrasi şampiyonu kesilen emperyalist Avrupanın ikiyüzlülüğüne de getirmektedir. Bugün idamın kaldırılması vb. istemlerde bulunarak Türkiyenin demokratikleşmesi sürecine sözde etkide bulunmaya çalışan emperyalist Avrupa, bu ülkede uzun yıllardır süren kitlesel çapta ilerici-devrimci insan kırımına açık ya da örtülü biçimde destek vermiştir. Yakın dönemin en keyfi ve o ölçüde en kanlı operasyonları olan cezaevi katliamları karşısında, AB emperyalizmi kılını kıpırdatmak bir yana, devletin F tipi politikasına verdiği destekle dolaylı biçimde bu katliamları da onaylamıştır. Herkes de bilmektedir ki, devletin F tipi saldırısı konusundaki pervasızlığının gerisinde aynı zamanda ABnin bu doğrultudaki desteği vardır. Türkiyenin demokratikleşmesi emperyalist Avrupanın umurunda değildir. Türkiye işçisini ve emekçisini ağır bir sosyal yıkıma sürükleyen, işsizliğe, açlığa ve perişanlığa mahkum eden iktisadi politikaların arkasında aynı zamanda Avrupalı emperyalistler vardır. Böyle bir politikanın sahipleri ise, Türkiye gibi bir ülkeye gerekli olanın demokrasi değil, fakat tahkim edilmiş bir baskı ve terör rejimi olduğu konusunda herkesten daha gerçekçidirler. F tipi saldırısı ve ona eşlik eden toplu katliamlar karşısındaki soğukkanlılıkları da işte buradan gelmektedir. Türkiyeyi, gerek çözümsüz ağır yapısal sorunları, gerekse rejimin aşırı Amerikancı karakterinden dolayı, bünyesine almamak konusunda son derece gerçekçi ve kararlı olan AB emperyalizmi, idamın kalkması da dahil çeşitli siyasal ve hukuki sorunları yalnızca Türkiyeyi yönetenlere baskı uygulamak ve onları olanaklı olduğu ölçüde kendi istem ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için kullanıyor. İdam sorunu da onlar için Türkiyenin demokratikleşmesinde bir adım değil, fakat özellikle Kürt sorunu çerçevesinde kullanılan bir politik araçtan ibarettir. Kürt hareketine karşı şantaj aracı İdam sorunu bugünün Türkiyesinde demokrasi sorunuyla bağlantılı olmaktan çok Abdullah Öcalanın hayatı üzerinden Kürt hareketinin tümden teslim alınması sorununa dönüşmüştür. Son tartışmada çatışır gibi görünen tarafların sorunu tümüyle bu çerçevede gündeme getirmeleri de bu açıdan anlaşılır bir durumdur. Tartışmalar demagojik düzeyde bile Türkiyenin demokratikleşmesi kapsamında değil, fakat açıkça Kürt hareketinin nasıl tüketileceği ekseninde sürdürülmüştür. Gedikli bir Aydın Doğan memurunun yazdıkları bu konuda dikkate değer bir özet sunmaktadır: Üstelik PKK siyasallaşmasın, idam cezası kalkmasın korosunun ne kadar samimi olduğu da ayrı mesele. Fanatik oylara talip ceset tüccarlarını fazla ciddiye almanın âlemi yok. Ama askeri cenahın Abdullah Öcalanın idamını istediğini sanmıyoruz. Yok hayır, kan görmekten korktukları için değil, son derece pratik ve haklı nedenlerle canlı Abdullah Öcalanı ölüsüne tercih etikleri kanaatindeyiz: 1) Canlı (rehin) tutulan Öcalanın yeri doldurulamaz ama ölüsünün yerine lider seçmek kolaydır, 2) Örgüt her türlü kanlı eylemin liderinin hayatına mal olacağının bilincindedir, 3) İmralı kaynaklı ve kontrollü mesajlar örgütte sadece kafa karıştırır, moral bozar, 4) Bu çerçevede askerin idam cezası kalkmasın ihtarı illa da Öcalanı asın anlamına gelmez. (E. Berberoğlu, Radikal, 27 Şubat 02) Bu sözler işin özünü ve esasını ortaya koymaktadır. Yerinde ve yargısız infazla ikame edilen idam cezasının bugünün Türkiyesinde artık yasal açıdan herhangi bir işlevi ve önemi kalmamıştır. Fakat olayların da açıkça gösterdiği gibi, Abdullah Öcalanın hayatı üzerinden Kürt hareketinin teslim alınmasında son derece önemli bir işleve sahiptir. Bugün idam cezasını kaldırmak için henüz erkendir diyenler, işin aslında; bu işlev azami ölçüde yerine getirilene, yani Kürt hareketi tümden teslim alınana kadar bu cezanın yasal olarak yürürlükte kalması gerektiğini savunmuş oluyorlar. Bunun ötesi, şovenizm körüklenerek alınan oy desteğinin korunmasına yönelik geçici bir kaygıdan ibarettir ve bu devlet politikasının değil yalnızca tek tek faşist ve gerici partilerin sorunudur. |
|||||