Tecrit, işgal, abluka ve katliamlara rağmen Filistin halkı direniyor...
Özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi Genişleyen uluslararası abluka Filistine yönelik emperyalist-siyonist kuşatmanın kapsamı her geçen gün genişletiliyor. Askeri işgal girişimlerine ve katliamlara paralel olarak emperyalist siyasal baskılar da artırılıyor. Filistin halkının uzun yıllara yayılan haklı ve meşru direnişi, bir halkın bağımsızlık davası terörle mücadele adı altında başlatılan saldırıların tozu dumanı içinde boğulmaya çalışılıyor. Dün bir takım nedenlerle Filistinin bağımsızlık mücadelesine destek sunanlar, bugün emperyalist tehditlerden korunmak ve vadedilen kırıntılardan yararlanmak için Filistin halkını yüzüstü bırakıyorlar. Dün ABD emperyalizmi, Arap devletlerinin sunduğu desteği yitirerek bölgede kurmaya çalıştığı hakimiyetini riske atmamak için Filistin sorununda arabulucu bir maskenin arkasına gizlenmek ihtiyacı duyuyordu. Bugün ise uluslararası desteğin zayıflamış omasını da fırsat bilerek terörle mücadele konseptinin kanlı uygulayıcılarından olan İsrail siyonizmine tereddütsüz ve kapsamlı bir destek sunuyor. ABD emperyalizmi Filistindeki direnişi aynı zamanda kendi egemenliğine karşı sürdürülen bir direniş olarak görüyor. Bunda hiç de haksız sayılmaz. Zira Filistinin bağımsızlık sorunu, aynı zamanda İsrailin emperyalist çıkarlar çerçevesinde kuruluşu ve desteklenmesi sorunudur. Kuruluşundan bu yana İsrail siyonizmi sırtını ABD emperyalizmine dayadığı için ayakta kalabilmekte, bölge halklarına pervasızca saldırılarda bulunabilmektedir. Filistin halkının bu çerçevede kazanacağı bir zafer, İsrailin olduğu kadar ABD emperyalizminin de hanesine bir yenilgi olarak yansıyacaktır. Üstelik böyle bir gelişme, 11 Eylül sonrası tırmandırılan emperyalist saldırganlığa karşı tüm dünyada yükseltilen mücadeleye de güç verecektir. Bu nedenle Filistinin bağımsızlık ve özgürlük sorunu anti-emperyalist bir mücadele sorunudur. Bölgedeki ve daha özelde Filistin üzerindeki emperyalist-siyonist egemenliğin kırılması sorunudur. Anti-emperyalist mücadele çizginden sapılmamaması ve enternasyonal bir desteğin örgütlenebilmesi, bu sorunun çözümünde can alıcı bir rol oynamaktadır. Her iki açıdan da Filistindeki bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi giderek daha kritik bir süreci yaşıyor. ABD Arafatı yalnız bırakıyor Geçen hafta ABD Başkanı Bush, Arafat yönetimini iyice köşeye sıkıştırmak için bir dizi yeni karar aldı. Buna göre, eğer Arafat yönetimi İsrail saldırılarına karşı direnen güçleri kontrol etmezse ABD Filistin ile ilişkileri askıya alacak. Buna ek olarak Filistinin Amerikadaki temsilciliğinin kapatılması da gündeme getirilecek. Arafatın kontrolündeki El Fetih grubuna bağlı El Aksa Şehitleri Tugayının Hamas ve İslami Cihad gibi terör listesine alınması da sözkonusu ediliyor. Bir sonraki adım ise, bir süredir dillendirelen fakat henüz olgunlaşmadığı ve gerekmediği için başvurulmayan Arafatın kendisinin de teröristler listesine alınması düşüncesinin hayata geçirilmesidir. İçerdeki ve dışardaki abluka sonuç vermezse ABD bu yola başvurmaktan geri durmayacağını çeşitli vesilelerle ortaya koymuş bulunuyor. Bunun yolunu döşemek için, bir süredir sistemli olarak Arafata, bizim için vazgeçilmez değilsin, ayağını denk al mesajları veriliyor. ABD basınının ve Beyaz Sarayın, Kızıldenizde ele geçirilen silah yüklü geminin Filistin tarafından İrandan sipariş edildiği, bu yüzden asla Arafata güvenilmeyeceği tezini özel olarak öne çıkarması da bunun bir parçası. ABD, arabulucu olarak bölgeye gönderdiği temsilcisini (A. Zinni) geri çekerek, Arafatın pek umut bağladığı masabaşı mesaileriyle varılacak barış, uzlaşma gibi bir derdinin olmadığını da göstermiş oldu. Kısaca ABD emperyalizmi, çoğu karşılıksız askeri ve ekonomik yardımların yanısıra, Filistin topraklarını kuşatan İsraile uluslararası diplomatik ve siyasal cephede bütün gücüyle desteğini sunmaya çalışıyor. Şaronun önümüzdeki Mart ayı başında ABDye yapacağı ziyarette bu desteğin daha da arttırılması ve yeni bir dizi saldırının gündeme getirilmesi bekleniyor. Filistin halkı duvarların arkasına hapsedilmek isteniyor Geçen hafta iki Filistin kentini talan eden İsrail, şimdi de Filistinlileri duvarların arkasına hapsetmek için Kudusü Filistinden ayıracak bir duvarın inşasına onay verdi. Gerekçe yine aynı: Güvenlik! Hazırlanan plana göre zaten dikenli tellerle ve yüzlerce kontrol noktasıyla adeta açık bir cezaevine çevrilen Filistin yerleşim birimleri, üzerinde gece görüşlü kameralar bulunan ve özel birliklerce korunacak olan kilometrelerce uzunluğunda duvarlarla çevrilecek. Böylece Filistin halkı Kudüsten ve diğer İsrail kentlerinden tamamıyla yalıtılmış olacak. Kudüsün kalın duvarlarla Filistin halkına kapatılmak istenmesinin kuşkusuz ki kendi başına siyasal bir anlamı var. Zira Kudüs, müslüman halk için kutsal sayılan bir kent ve pek çok dini yapıyı içerisinde barındırıyor. Böylesine bir uygulama Kudüs üzerinde Filistin halkının tarihsel hak iddiasının kaba biçimde sona erdirmeyi amaçlıyor. Öte yandan bu uygulama, hapis hayatının ötesinde, binlerce Filistinlinin iş ve ticaret yaşamının tamamıyla sona ermesi anlamına geliyor. Filistin yönetimine dönük abluka, katliam ve baskı uygulamaları, açlıkla teslim almaya dönük saldırılar, en kaba ve barbar biçimde bir halkın duvarların arkasına hapsedilmesine kadar uzanabiliyorsa eğer, örülen duvarları İsrail siyonizminin içine düştüğü çaresizliğinin bir göstergesi saymak gerekir. Daha uzun ölçekte bakıldığında, 1967de başlayan işgalin ve 35 yıldır eksik edilmeyen terör ve katliamların, üstelik kendileri açısından en olumlu koşullarda bile, bir işe yaramadığı ve yaramayacağı görülüyor. İsrail savaş karşıtlarından onurlu bir çıkış Geçtiğimiz hafta 60 kadar İsrailli yedek asker masum ve savunmasız Filistinlilere kötü muamele yapıldığı, İsrailin halka karşı suç işlediği gerekçesiyle bir girişim başlattılar. Filistin topraklarında askerlik yapmayacaklarını bir dilekçeyle kamuoyuna duyurdular. Askerler dilekçelerinde, Bundan böyle Yeşil Hattın ötesindeki topraklarda işgal, çevreye zarar verme, barikat kurma, öldürme ve insanlara kötü muamele etme gibi faaliyetlere katılmak istemiyoruz dediler. Önlerine en az 500 kişiye daha ulaşıp bunu bir kampanya olarak örgütleme hedefi koyan yedek askerler, olumsuz tepkilere rağmen bu yöndeki çabalarını sürdüreceklerini belirttiler. Küçük çaplı da olsa da bu türden tepkiler, aslında giderek kalıcı ve gerçek bir barışın nasıl sağlanacağını ortaya koyan anlamlı girişimlerdir. Emperyalizmin dizginsiz siyasal, ideolojik ve askeri terörü karşısında direniş hattının örgütlenebilmesi için bu türden çıkışların artması ve güçlendirilmesi gerekiyor. Özellikle emperyalist ülkelerde ve sıcak çatışmaların yaşandığı bölgede halkların böylesi bir çaba içinde olmalarının paha biçilmez bir önemi var. Filistin halkına yönelik kapsamlı kuşatma, terör ve baskıyı kırmak için bu topraklardan da anlamlı bir destek örgütlemek, Türkiye işçi sınıfı ve devrimcilerinin önemli bir görevidir. Bu herhangi bir halka karşı yerine getirilmesi gereken bir görevin ötesinde, bizzat Türkiye ve bölgede devrimci mücadeleyi geliştirmek içi yerine getirilmesi gereken onurlu bir görevdir. Bu bilinç ve sorumlulukla hareket edildiğinde, en barbarca yöntemler dahi onları kurtaramayacaktır. Halkların kardeşliği şiarı, egemen sömürücü sınıfların yüzyıllardır yıkıma uğrattığı halkların gerçek bir barışa ve özgürlüğe olan özleminin karşılığıdır. Zulme, sömürüye, eşitsizliğe karşı verilen her savaşta bu özlem biraz daha güçlenir ve hayat bulur.
Katil Şaron Sabra-Şatilla katliamındaki 1982 yılında Beyrutu işgal eden siyonist ordu, deniz, hava ve karadan kenti bombalayarak harabeye çevirmişti. Filistinin özgürlüğü için silahlı mücadele veren örgütlerin Lübnanı terketmeye zorlanmasıyla sonuçlanan savaşın ardından İsrail güçleri tam bir sürek avı başlatmıştı. Ancak Beyrutun işgali sırasında Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatillada gerçekleştirilen katliam dönemin en vahşi saldırısı olarak tarihe geçti. Bu kıyım o dönem İsrail Savunma Bakanı olan Şaron güdümünde faaliyet gösteren Falanjist milisler eliyle, İsrail ordusu denetiminde gerçekleştirildi. Çoğu kadın ve çocuklardan oluşan iki bini aşkın Filistinli akıl almaz bir vahşetle katledildi. Türk sermaye devletinin stratejik ortağı İsrailin başbakanı ve ABD emperyalizminin Ortadoğudaki en sadık adamı olan Arial Şaron, Sabra ve Şatilla katliamının bir numaralı sorumlusudur. Nitekim bu katliamdan sonra Şaronun lakabı Beyrut kasabı olmuştur. Sabra ve Şatilla katliamından tesadüfen kurtulan 23 Filistinli, Belçikada Şaron aleyhine insanlık suçu işlediğinden dolayı dava açmışlardı. Brüksel İstinaf Mahkemesi davayı kabul edip etmeyeceğine 6 Mart tarihinde karar verecek. Bu davadan fazlasıyla rahatsız olan Beyrut kasabı, Belçikaya yapmayı planladığı bir gezisini iptal etmek zorunda kaldı. 6 Mart tarihi yaklaşırken, katliamın tetikçisi Falanjist Milislerin eski lideri Elias Hubeyka, üç korumasıyla birlikte arabası havaya uçurularak öldürüldü. Hubeykanın son açıklamaları, eylemin biçimi ve zamanlaması nedeniyle, bu suikastin MOSSAD tarafından yapıldığına kesin gözüyle bakılıyor. Zira Hubeykanın yaptığı son açıklama, siyonistlerin, Belçikada Şaron aleyhine açılan davadan duydukları rahatsızlığı daha da artıracak bir içeriğe sahipti. Belçikalı senatör J. Dubie, Hubeyka için, Sabra ve Şatilla katliamları konusunda söyleyecekleri vardı ve kendisini tehdit altında hissediyordu dedi. Hubeyka senatöre, Brükselde Arial Şaron ile ilgili dava kabul edilirse gelir ifade veririm demiş. Hubeykanın bu gelişmelerin hemen ardından öldürülmesi, kirli cinayetler dosyası oldukça kabarık olan ve sürekli yenilerini ekleyen MOSSADın eski sadık müttefikini de ortadan kaldırmaktan çekinmediğini göstermiştir. Lübnanda yayınlanan Daily Star gazetesi ise, Hubeykanın, Şaronu suçlayan kanıtları teybe okuduğunu, kasetin kopyalarını avukatlarına teslim ettiğini yazıyor ve Hubeykanın ifadesinin, Şaronun katliamdaki rolünün inanıldığından çok daha büyük olduğu ve Şaronun kıyımdan doğrudan sorumlu olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor. Beyrut kasabı Şaron sorumlu olduğu kıyımların canlı tanıklarını ortadan kaldırarak elbette kendini aklayamaz. Burjuva mahkemelerinde yargılansa da yargılanmasa da, bu eli kanlı katil halkların vicdanında mahkum olalı yıllar oldu. İşlediği suçların hesabını da burjuva savcıları değil, halklar soracaktır. |
|||||