17 Kasım '01
Sayı: 35


  Kızıl Bayrak'tan
  Son eylemler ışığında sınıf ve kitle hareketinin durumu
  Ankara yürüyüşü ve mitingi: Karşılamalarda coşku, Ankara'da kitlesel gösteri
  Kamuda tasfiye saldırısı
  DİSK, KESK Ankara yürüyüşü ve Emek Platformu'nun eylemleri...
  Armutlu'ya ve Alibeyköy'e operasyon!
  Yoldaşlarının kaleminden Armutlu şehitleri...
  Ekim Gençliği'nden...
  Savaş, anti-emperyalist mücadele ve zor dönem devrimciliği
  "Uygar" batı, "barbar" doğu!...
  Uluslararası hareket
  Emperyalist barbarlık ve çevre tahribatı
  Noam Chomsky ile röportaj...
  Güney Kürdistan, olası gelişmeler ve devrimci yurtsever tutum
  Size verilecek bir gülüm vardı...
   Parti bilinciyle sınıfa, kitlelere!
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Size verilecek bir gülüm vardı...

Görüş yeri karanlıktı. Lambalar yanıyordu yanmasına, ama rahatsız edici bir karanlık vardı. Tıpkı hücreler gibi... Işığa hasrettir insan hücrelerde, önü alınmayan gün ışığına hasret. İnsansızlıktandır belki de bu karanlık. Yalnızca aynı hücrede kaldığın insanları göreceksin; o da eni konu iki kişi. Hasan ise tek kişilik hücrede kalıyordu. Kendine dostça bakan bir çift dost gözüne bile hasretti. Hücresi alabildiğine karanlıktı Hasan’ın. Yüz tane lamba yansa da aydınlatamazdı hücresini. Kapkaranlık gelirdi Hasan’a hücresi. Tıpkı şu an görüş yerinin karanlık olması gibi...

Hasan cezaevine girdiğinde, Hikmet’in bıyıkları daha yeni yeni terlemeye başlamıştı. Gecenin bir yarısı basmıştı polisler evlerini. Arama yapıyoruz, diye evi talan etmişlerdi. Hasan’ı sürükleye döve dışarıya çıkarıyorlardı. Hikmet babadan farksız gördüğü abisine sarıldı, götürmesinler diye... İlk polis dayağını da burada yedi. Sonraki polis dayaklarını ise abisi ölüm orucuna girdikten sonra katıldığı eylemlerde yedi. Hele 20 Aralık’ta dayak yemekle kalmamış, şubeye götürülüp, abisinin sıklıkla söz ettiği işkenceyle tanışmıştı.

Görüş yeri Hikmet için de pek aydınlık değildi. Zaten hiçbir zaman aydınlık gelmemişti görüş yerleri ona. Ama daha öncekiler, bu hücreler kadar karanlık değildi. Buna rağmen mutluydu Hikmet, abisi hala ayaktaydı. Gerçi ayakta zor duruyor gibi bir hali vardı, ama olsun, yine de ayaktaydı ya... Acemi birliğinde, gizlice bakıyordu gazetelere; yalnızca gören olur da bir şey der diye değil, gazetede abisinin ölüm haberini okumaktan korkuyordu. Her gün böyle ölümü beklerken, şimdi şu an abisini ayakta görmek, nasıl mutlu etmesin Hikmet’i?

Görüş yerinde birbirlerini gören Hasan ve Hikmet tereddütsüz mutlu olmuşlardı. İkisinin de yüzüne ikirciksiz bir gülümseme yerleşmişti. İkisinin de gülümsemeyle uzandı elleri telefonlara. Birkaç dakikalık hoşbeşten sonra, güçlükle konuşan Hasan, asıl konuya girdi.

“Askerlik nasıl gidiyor, Hikmet?”

“Gidiyor işte abi.” Güçlükle çıktı sözcükler Hikmet’in ağzından. Bunun farkında olan Hasan, yine de konuşmasını sürdürdü.

“Askere gittiğini ilk duyduğumda sana çok kızmıştım. Hele komando olacağını okuduğumda öfkeden deliye dönmüştüm.”

“Ben ne yapabilirim ki abi...”

“Dur hemen savunmaya geçme. Dedim ya ilk başlardaydı bu söylediğim. Sonradan seni anlamaya çalıştım.” Hasan cebindeki paketten bir sigara çıkarıp yaktı. “Önceden buraya sigara getirmemize izin vermiyorlardı, ama şimdi ses etmiyorlar. Yalnızca ölüm oruççularına mı ses etmiyorlar, yoksa herkese mi, bilemiyorum.” Sigarasından derin bir nefes çekti Hasan. “Sigaraya daldık konumuzu kaybediyorduk az kaldı. Ne diyordum... Hah!... Seni anlamaya çalıştım. Anladım da. Senin durumun askere gitmekten başka pek bir şey yok gibi görünüyor. Aslında var da, sen kaldıramazsın bunu.”

“Neymiş o söylemeye çalıştığın?” Hikmet’in sesinde merak vardı. Bir o kadar da kızgınlık. İçinde korku ve kaygı barındıran ve öznesinin kendisinin olduğu her cümle kızdırırdı Hikmet”i. Bunu Hasan da biliyordu ve birkaç kez Hikmet’in bu özelliğinden yararlanmıştı. Ne var ki bu kez kardeşinin kızabileceğini hiç düşünmeden konuşmuştu.

“Dur hemen celallenme. Bir dinle anlatayım, ondan sonra ille de istiyorsan, o zaman celallen.” Hikmet sakinleşiverdi birden.

“Peki abi, anlat. Dinliyorum.”
“Yapılacak şey askere gitmemekti. Ama normal biri olarak bunu düşünmezsin bile.”

“Hayır düşündüm. Senin gibi devrimci değilim, ama devrim düşüncesine uzak da değilim. Yani senin dediğin anlamda pek de normal biri değilim. Senin kadar olmasa bile az buçuk anormallik bende de var.” Başka zaman olsa bu söylediğine kahkahalarla gülerdi. Ama şimdi sadece gülümsedi. Hasan da gülümsedi.

“Bak sen!... Düşündün demek. Peki öyleyse düşündüğünü neden yaşama geçirmedin?” Hikmet’in gülümsemesi kayboldu yüzünden.

“Düşünmek kolay da, onu yaşama geçirmek o kadar kolay değil. Askere gitmezsem iş bulamam. Geçtim onu, evlenemem bile. Daha bir sürü güçlük var... En önemlisi de kaçak olarak ben yaşayamam. Bunların üstüne bir de annemin baskısını ekle...”

“Hah işte! Kaldıramazsın derken bunları kastediyordum. Neyse... Dedim ya, ben de bunları sonradan gördüm. Sana kızamıyorum artık. Ama neden bilmiyorum, bir türlü asker oluşunu sindiremedim. Hele şimdi bir de savaş çıkıyor. Seni savaşa gönderebilirler. Bunu hiçbir zaman sindiremem, kabullenemem bile.”

“Neden abi? Sonuçta askere gittiysem, verilen her görevi yerine getirmem gerekmiyor mu?”

“Hayır Hikmet!...” Hasan’ın sesinde öfke vardı. “Hayır kardeşim!... Askerliği bitirmek adına gidip Amerikan askeri olunmaz. Sana nasıl anlatsam? Ne bileyim, misal buraya verilseydin. Yarın belki de bana saldırmak zorunda kalacaktın. Bunu yapar mıydın Hikmet?”

“Hayır abi. Böyle bir şeyi yapmam mümkün değil. Sana nasıl el kaldırabilirim, bu mümkün mü?”

“Ben de böyle bir şey yapmayacağını biliyorum. Ama bunu yapmadığında askerliğin yanacak. Sen de bunu biliyorsun, değil mi?” Hikmet, yanarsa yansın, der gibi omuzlarını kaldırdı. Bunu gören Hasan’ın yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. “Canım kardeşim!... Peki nasıl göze alabiliyorsun bunu?”

“Abi, ben bir insanım. Hangi insan kendi öz abisine sırf askerliğim yanmasın diye el kaldırır ki...”

“Hiçbir insan yapmaz bunu, yapmamalı da. Ama aynı şekilde Amerikan askeri olup masum insanları da öldürmemeli.”

“Ladin mi masum, Taliban mı masum? O binalardaki bir sürü masum insanı öldürenler mi masum?” Hikmet’in soru işaretleri inanılarak konulmuştu.

“Öncelikle bu saldırıyı gerçekten onların yaptığı net değil. Ama onların yaptığını düşünelim. Sen Amerika’nın Ladin’i ve Taliban’ı vurmak için oraya yöneleceğine gerçekten inanıyor musun? Orada hep sivil halk öldürülecek, tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Güya Saddam için girmişlerdi Irak’a. Ama hem savaşta, hem de sonrasında ölenler hep siviller oldu. Irak’a uygulanan ambargo sonrasında Saddam hala yerinde, ama yüzbinlerce çocuk öldü. Herşey bir yana Saddam’ı yaratan kim? Amerika değil mi? Peki Ladin ve Taliban’ı kim yarattı? Yine Amerika değil mi? Şimdi çıkarları birbirine ters düştüğü için düşmanlar. Bunların hepsini bir yana bırakalım. Yarın bir saldırı olduğunda hep siviller öldürülecek yine. Yani senin Amerikan askeri olup oraya gitmen, senin de masum insanları &ml;ldüreceğin anlamına gelir.”

“İyi de, neden Amerikan askeri oluyorum, oraya gidecek olursam?”

“Savaş onun savaşı çünkü... Üstelik amacı Ortadoğu’ya hakim olmak. Onun bu amacı için bölgeye gitmek, giydiğin üniformanın rengi ne olursa olsun, Amerikan askeri olmaktır, gerçekte olan. Birileri kendi çıkarları için Amerika’ya uşaklık yapıyor. Ama orada öldürecek olan da, ölen de biz olacağız.” Hasan iyice yorulmuştu. Konuşmakta epey zorlanıyordu artık.

Hikmet de abisinin sözleri altında ezilmişti. Ne diyeceğini bilemiyordu. Gardiyanın, görüş tamam, bağırtısına ilk kez olarak seviniyordu. Alışıldık veda seremonisi yaşandı. Ama duygular alışıldık değildi. Ayrılırken Hikmet’in gözleri dolu doluydu. Abisine Amerikan askeri olmayacağım, diyememenin kahredici ezikliği altındaydı. Eve dönerken omuzlarında abisinin tabutunu taşıyormuş gibiydi.

***

Hikmet birliğine teslim olmadan önce bir kez daha abisinin görüşüne gitmeyi düşünüyordu. Fakat iki gün sonra abisinin ölüm haberiyle sarsıldı. Hikmet’in acısını anlatmak pek olası değil. Hele abisinin ölüsünün kaçırılıp kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğrendiğinde duyduğu acıyı... Askere gitmemeliydi Hikmet. Bunu düşünmedi de değil. Ama gitti askere...

Hikmet birliğine teslim olduktan kısa bir süre sonra savaş başladı. Amerika hava taarruzuna başlamıştı. Nasıl oluyorsa hep siviller ölüyordu. Hikmet için, Hasan’ın sözleri doğrulanıyordu. Tam o sıralarda Türk askerinin de bölgeye gönderileceği söylentisi kaplamıştı ortalığı. Çok geçmeden komutanları bölgeye gidecek “şanslı” birliğin kendi birlikleri olacağını söyledi, Hikmet ve beraberindekilere.

Bu haberi aldıktan sonra Hikmet sevinemedi. Birkaç kişi dışında, birliğinde kimse sevinememişti. Ama Hikmet de dahil hiçbiri, Amerikan askeri olmayacağım da, diyemedi. Öldürecekti ya da ölecekti; savaşın kuralı buydu. Ama kimleri öldürecekti? Ya da kimler tarafından öldürülecekti? Şimdiye dek ölenler hep sivillerdi.
Bombalar tepesine ölüm yağdırdığında, belki bir somun ekmek kazanmak telaşında olan bir emekçi, belki bir somun ekmek pişirmeye uğraşan bir işçi karısı, belki de o somun ekmeği yavan da olsa yiyerek büyüyecek bir bebeydi, ölümle kucaklaşan. Nihayetinde böyle bir ölümü hiç haketmeyenlerdi. Ama hepsi ölmüşlerdi. Bu ölümlerde bir payı olsun istemiyordu, Hikmet. Amerikan askeri olduğunda bu ölümlerin doğrudan sorumlusu olacağının ayırdındaydı artık.

Abisinin ona neden Amerikan askeri olma dediğini, ancak şimdi anlayabiliyordu. Kendini şimdiden Amerikan askeri üniforması giymiş gibi hissediyordu. Bu savaş onun savaşı değildi çünkü. Hele sivillerin öldürüldüğü bir savaş, hiçbir zaman onun savaşı olamazdı. Fakat üzerindeki üniformayı yırtıp gitmeyi göze alamıyordu. Garip bir korkuydu bu. Bu korkuyla oraya gidip, kendisi gibi emekçileri öldürmekten de, onlar tarafından öldürülmekten de korkuyordu. Korku bir yana, bunu insanlığına yediremiyordu. Allak bullak olmuştu son günlerde.

Kendilerinden önce özel birlikler gönderildi Afganistan’a. Yine emekçilerin, emekçi çocuklarının ölüm haberleri geliyordu... Yakında kendi birlikleri gönderilecekti savaşa. Sivilleri öldürmeyeceğim diye avuttu kendini Hikmet. Amerikan askeri olmayacağım, diyemiyordu.

Bir gül vereceğim onlara, diye düşünüyordu Hikmet, bunun gerçekle alakasının olup olmadığını hiç düşünmeden. Bir hafta sonra savaşa gönderileceklerini duyduğunda, bir gül alıp kurutmuş ve çantasına yerleştirmişti.

Cephede ilk günüydü. Karşılarındaki yerleşim yerinin “düşman” karargahı olduğunu söyledi komutanları. Bunu söyleyen komutan Amerikalıydı. Kendi komutanlarına düşen görev ise, bu Amerikalı komutanın söylediklerini tercüme etmekti. Bir gün bu komutana çok iyi tercüme yaptığı için değil de, iyi komutanlık yaptığı için madalya takılacaktı.

Yanlarında hiç Amerikan askeri yoktu, emirleri veren komutandan başka. O da emirleri verip, geriye çekilmişti. Sonunda Amerikan askeri oldum, diyerek hayıflandı içinden, Hikmet. Fakat yine de karşılarındaki yerin “düşman” karargahı olduğuna seviniyordu. Nihayetinde sivilleri, kendisi gibi emekçileri öldürmeyecekti ya...

Önce toplarla saldırdılar, sonra silahlarının tetiklerinden parmaklarını çekmeden yürüdüler. “Düşman” bir tek mermi bile yakamamıştı. Fazla bir güçlük yaşamadan vardılar “düşman” karargahına. Karargah yerle bir olmuştu. Ateş kestiler, ısınan silahlarının tetiğinden çektiler parmaklarını.

Fazlasıyla hırpani bir karargahtı; Hikmet’in oturduğu semtteki konduları andırıyordu tek katlı evler. Askeri olarak içler acısı bir durumdu bu. Adım adım vardılar içler acısı karargaha. Hikmet yerde yatan ölüyü gördüğünde beyninde vurulmuşa döndü. Yerde yatan bir kadın ölüsüydü, hem de yaşlı bir kadın...

Toplarla yıkılmış eve girdi Hikmet. Yıkıntıların arasında başka bir kadın ölüsü yatıyordu. Bu seferki gençti. Evin içinde tek bir silah dahi yoktu. Neden ateş etmedikleri anlaşılıyordu.Yan odaya geçti Hikmet. Yerde bir çocuk ölüsü vardı. Tıpkı kendi mahallesindeki çocuklar gibi masum bir yüzü vardı yerde cansız yatan çocuğun da. Biraz korku, biraz da dehşet yerleşmişti ölü yüzüne.

Hikmet yerde yatanlardan farkı olmayan bir ölgünlükle, çantasından kuruttuğu gülleri çıkardı. Artık gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Çocuğun üzerine eğildi, kan içindeki yüzünü öptü ve gülleri çocuğun ölü yüzüne yerleştirdi. Amerikan askeri olmayacaktım, diyerek sessiz sessiz ağlıyordu. Tam bu sıra komutanı ve Amerikalı esas komutanı girdi yıkık odaya. Hikmet’in hali ayrıca soru sormayı gerektirmiyordu.

Amerikalı komutan Türk komutanı kolundan sürükleyerek odanın bir köşesine çekti. İki komutan hararetli bir konuşmaya girmişti. Kısa süren konuşmanın sonuna doğru Amerikalı komutanın eli silahına uzandı.

Bütün evlerde benzer görüntüler vardı. Askerler dehşete düşmüşlerdi. Yani Hikmet’ten pek farkları yoktu. Hiçbiri masum insanları öldürmüş olmayı sindiremiyordu. Dehşetli gözlerle bakıyorlardı yerde yatan ölülere. Ve Hikmet’in girdiği evden gelen silah sesiyle irkildiler...

Sonraki gün gazetelerde bir Mehmetçiğin şehit düştüğü haberi veriliyordu: Talibanla çatışmaya giren yiğit Türk askeri bir şehit verdi. Hikmet kalleşçe vurularak, şehit oldu. Haberin devamında Hikmet’e övgüler yağdırılıyordu. Terörist abisine rağmen, Türk’ün gururu olarak kahramanca şehit düşmüştü...

M. Kurşun



Ekim Devrimi ve sinema

1917’ye kadarki dönemde Rus sineması bir seyirlik eğlencesiydi. Daha çok karamsar, içe dönük ve cinsel sömürüye açıktı. Burjuvalar arasındaki aşk öyküleri en çok işlenen konulardan biriydi. Bu elbette burjuva kültür ve sanat anlayışının bir yansımasıydı. Tıpkı günümüzdeki sinema gibi o gün de sinema ticari ilişkiler içinde pazarlanacak bir üründü ve popüler olanı konu edinirdi.

Ekim Devrimi ile yönetime geçen emekçi sınıflar, burjuvazinin boyunduruğundan kurtulup, geniş emekçi yığınlar için kültür-sanatı geliştirmenin olanaklarına kavuştular. Sanat artık bir pazarlama ürünü değil, yeni toplumu kuracak olan sınıfların elinde bir araçtı. Sinema ise en işlevsel olanlardan biriydi. Lenin’in “Sinema bizim için sanatların en önemlisidir” demesi bundandır. Sovyetler Birliği’nde sinema kitleleri eğitmek için kullanıldı. Sinema-trenleri ile demiryollarının gittiği her yere sinema ve dolayısıyla proleter kültürü taşındı. En ücra köylere kadar gidilmiş, toplumsal amaçlar doğrultusunda hazırlanmış filmler gösterilmişti. Salt kültürel amaçlar taşıyan, metalaşmamış böylesi bir etkinliğin kapitalizm koşullarında gerçekleşmesi mümkün değildir.

Sanat ticarileşmekten kurtulduğunda, üretkenliğin önündeki tüm engeller de aşılmış oldu. Bireysel olanı değil toplumsal olanı işlediği ölçüde sanatçının üretkenliği de arttı. Ne sponsor bulma sorunu, ne reklam sorunu vardı. Burjuva sinema tarihçilerinin iddialarının aksine, ortak amaç doğrultusunda sanatçının önü açılmış, her türlü imkanlar önüne serilmişti. Örneğin Eisenstein Potemkin Zırhlısı filmini çekerken bütün bir Kızıl Ordu film için seferber olmuştu. Odessa halkı filmde gönüllü olarak yer almış ve filmin üretim sürecine doğrudan katkıda bulunmuştu. Kapitalizmin o toplumdan kopuk, bireyci ve yabancılaşmış sanat anlayışı reddedilmiş, yerine tümüyle kolektif emeğin ürünü olan çalışmalar geçmişti. Sanatçının tek sorunu enerjinin ve güuuml;n boşa harcanmamasıydı. İşçilerin ve emekçilerin parası ortak çıkarlar doğrultusunda kullanılmalıydı. Bu ise bir denetim mekanizmasını gerektiriyordu. Bu denetim bizzat o sanatsal üretimle uğraşan emekçiler (terziden filmin oyuncusuna kadar) tarafından gerçekleştirilirdi. Bu komisyon film hakkında iyi ya da kötü her türlü eleştiri yapma hakkına sahipti. Film yapan herkes bu komisyonun eleştirilerine açık olmak zorundaydı.

Sovyetler Birliği’nde sinema kitlelerin genel ve siyasal eğitimini sağlamak amacına hizmet etmekteydi. Filmlerin içeriğini belirleyen de bu ihtiyaçlardı. Örneğin eğer bir aşk filmi çekilecekse, amacı aynı zamanda genç kuşaklara yeni ahlak ilişkileri konusunda açıklık getirmek olmalıydı. Kapitalizmin onlarca yılda yarattığı yabancılaşmış insan profilinin değişmesi elbette o kadar kolay olmayacaktı. Özellikle köylülüğü kolektif toplumsal, siyasal ve kültürel ilişkiler içine sokmak bu süreçlerin en zorlusuydu. Fakat tüm diğer siyasal ve ekonomik tedbirlerin yanında kültür, temel önemde olan bu dönüşümün sağlanmasında etkin bir rol oynadı. Artık kültür, dolayısıyla sinema dar bir elitin elinde bir oyuncak (bu oyuncak kuşkusuz son derece etkili bir silahtı) değildi. Onun toplumsal birprspektifi vardı. Komünist insanı yaratmak...

Bu bakışla ortaya konulan bir sinema eserinin ikinci bir temel perspektifi de olmalıydı. Komünizmin sineması... Bu sinema eskisini bütün yönleriyle aşabilmeliydi.

Sovyetler Birliği’nde toplumsal emeğin ürünü haline gelen sinema, bu değişimi kısa zamanda teknik ve teorik alanda da ortaya koydu. Dünyadaki ilk sinema okulu kuruldu. Bu sinemanın çok yönlü değişiminin ilk habercisiydi. Genç kuşak devrimci sinemacılar yeni kuramlar geliştirdiler. Teknolojik yönden üstünlükler taşıyan 21. yüzyıl sineması bile bugün hala Sovyet film kuramcılarını pek çok yönden aşamamıştır. Bunu koşullandıran en önemli etken, sosyalist ideolojinin bireyler üzerindeki çok yönlü geliştirici etkisidir. Engels bundan onlarca yıl önce aydınlanma dönemi bilim adamlarını anlatırken, o dönemin insanlarının en önemli özelliğini çok yönlü olmaları olarak belirtir. Ve Sovyetler Birliği’nde o dönemin insanları da tıpkı aydınlanma dönemi insanları gibi çok yönlüydüler. Bua onlara geniş bir yaratıcılık alanı açıyordu. Mesela Eisenstein mühendislik eğitimi almış, yıllarca tiyatroyla uğraşmış bir insandı. Ve bu iki alandaki bilgilerini sinemaya aktardı.

Her toplumsal değişim kendini üstyapı kurumlarında da ortaya koyar. Yaşanan Ekim Devrimi gibi tarihsel önemde büyük bir olaysa, bunun etkileri elbette çok yaygın ve köklü olacaktır. Nitekim böyle de oldu, toplumdan koparılmış sinemanın yerini toplum içinden doğan ve tüm imkansızlıklara rağmen topluma dönen sinema aldı. Salt sinema değil, tüm kültürel-sanatsal etkinlik bu devrimci perspektifle toplumsal gelişmenin hizmetine sunuldu. Sanat komünist toplumun inşa sürecinin bir parçası haline geldi.

A. Seher