Kızıl Bayrak'tan
Bastıran kış koşulları, işçi ve emekçi kitlelerin yıkımını katmerleyen olayları beraberinde getirmekte. Binlerce yıl önceki toplumların bile bolluk ve bereket kaynağı olarak kullanmayı/denetlemeyi başarabildiği yağmurlar, sermayenin egemenliği koşullarında, yoksullar için felaket olabiliyor.Tıpkı depremlerde olduğu gibi, yağmurda, karda, soğukta da yoksullar ölüyor. Üzerinden geçen iki koca yıla rağmen, Düzcede ve deprem yıkımına uğrayan diğer tüm bölgelerde depremzedeler, deprem ertesi koşullarında sürünmeye devam ediyor. Kış koşulları da, doğalında, en fazla onları etkiliyor. Kağıttan barakalar gibi prefabrikler, içindekileri ne yağıştan ne soğuktan koruyabiliyor. Geçici yaftası asılarak, hiç bir alt yapı çalışmasına gerek duyulmadan dağa-bayıra kondurulmuş prefabrik köylerde halk, üçüncü kışa girmekte. Eğer kış ortasında gelen bir kararla buralardan da atılmazlarsa, girdikleri gibi çıkamayacakları çok açık. Öte yandan devlet, depremlerde sergilediği karakterini koruduğu (hatta daha da geliştirdiğini) yaşanan her felakette kanıtlamaya devam ediyor. Rizeyi bir haftadır sel götürüyor. Toprak kaymaları evleri köyleri haritadan siliyor. Devletlilerinin kılı kıpırdamıyor. Amerikada emperyalist merkezler vurulduğunda, Amerika başkanından bile tez davranıp üzüntülerini dünyaya ilan eden uşaklar, kendi ülkelerinde, kendi yurttaşlarının ölümü karşısında yine ölü katılığına bürünüyor. Afganistan dağlarına çıkıp can almaya heveslenenler, can kurtarmak için Rizenin köylerine çıkmayı akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar. Bir de ulaşılamadığı ilan edilmez mi! Can almak ve can kurtarmak birbirinin zıddı olmakla birlikte, sermaye devletinin bu iki konudaki tutumu, temel karakterinin tek ve aynı göstergesi gibi birbirini tamamlıyor. Bu karakter ölüme ayarlı bir örgütlenmenin, yapılanmanın, kurumlaşmanın ürünüdür. İçerde yada dışarda, hiç farketmez. İzmitte, Düzcede, İzmirde, Rizede, Şırnakta... Korede yahut Afganistanda... hiç farketmez... Hedef gösterilmişseniz gözönü kırpmadan öldürür; ölüyorsanız kılını kıpırdatmadan seyreder... Hatta, bir zamanlar katliamlarını alkışlamış olmanız bile etkilemez onu. Çünkü siz, devletin temsil ettiği sınıfın düşmanısınız. Demek ki, devletin düşmanısınız. Sizin bunun farkında olup olmamanız durumu ve başınıza gelecekleri değiştirmiyor. Çünkü sermaye sınıfı ve devleti bu katı gerçekliği çok iyi biliyor. Emekçinin uğradığı felaketler, yıkımlar karşısındaki duyarsızlığı, ölü katılığı burdan geliyor. Sadece uğradığı felaketlerde sırtını dönmek değil, felaketi bizzat yaratmak, düşman bellediği emekçiye tuzak kurmak, sırtından bıçaklamak da var sermaye devletinin karakterinde. Emekçi çocuklarının kanını üç kuruşa emperyalistlere pazarlamak da var... Afganistana gönderilecek asker, herkesin bildiği gibi, yine işçi ve emekçi çocukları olacak. Bu böylece bilindiği için, savaş karşıtı açıklamaların çoğu, kararı alanların ve destekleyenlerin önce kendilerinin gitmesi çağrısıyla sonlanıyor. Sadece açıklama ve çağrıyla yetindiğimiz sürece, doğruları görebiliyor olmak fazla bir anlam ifade etmiyor ama. Bilincimizi kurtuluşumuz için mücadeleye hasretmediğimiz sürece, bilinçli birer ölü olmaya devam edeceğiz. Selden yahut depremden, işkenceden yahut infazdan, yoksulluktan yahut savaştan...telef olmak/edilmektense, sermayenin katil iktidarına karşı mücadelenin onuruyla, gerektiğinde ölümü göze almak, bugün her işçinin, emekçinin, gencin seçmesi gereken yoldur. Kendi davası için savaşmayan düşmanın davası için savaşır. Ülkemizi ve işçi sınıfımızı yıkıma sürükleyen emperyalist katillerin paylaşım davası için Afganistanda ölmek (veya öldürmek) utancı mı, işçi sınıfının kurtuluşu, ülkenin bağımsızlığı için emperyalist-kapitalist sisteme karşı savaşta ölmenin onuru mu?.. İşçi-emekçi gençlerin bu ikilemi bir an önce çözmesi gerekimektedir... |
|||||