17 Kasım '01
Sayı: 35


  Kızıl Bayrak'tan
  Son eylemler ışığında sınıf ve kitle hareketinin durumu
  Ankara yürüyüşü ve mitingi: Karşılamalarda coşku, Ankara'da kitlesel gösteri
  Kamuda tasfiye saldırısı
  DİSK, KESK Ankara yürüyüşü ve Emek Platformu'nun eylemleri...
  Armutlu'ya ve Alibeyköy'e operasyon!
  Yoldaşlarının kaleminden Armutlu şehitleri...
  Ekim Gençliği'nden...
  Savaş, anti-emperyalist mücadele ve zor dönem devrimciliği
  "Uygar" batı, "barbar" doğu!...
  Uluslararası hareket
  Emperyalist barbarlık ve çevre tahribatı
  Noam Chomsky ile röportaj...
  Güney Kürdistan, olası gelişmeler ve devrimci yurtsever tutum
  Size verilecek bir gülüm vardı...
   Parti bilinciyle sınıfa, kitlelere!
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Savaş, anti-emperyalist mücadele ve
zor dönem devrimciliği

A. Aras

Barbar kapitalizmin yeni saldırılar
ve savaşlar dönemi

Kapitalizm ile bunalım, bunalım ile savaş birbirini tamamlayan olgular bütünüdür. Bu zorunlu bütünlük, kapitalist barbarlığın aşmaya muktedir olmadığı ve olamayacağı tarihsel ve toplumsal bir döngü olarak, insanlığı her seferinde yeni yıkımlarla ve acılarla yüzyüze getiriyor.

Emperyalist barbarlık döneminin haksız savaşları, bu açıdan geçmişteki savaşlarla kıyaslanmaz kapsamda bir yıkımı, zulmü ve vahşeti getiriyor beraberinde. Milyonlarca insan hayatını kaybediyor, koca kentler ve ülkeler yerle bir ediliyor. Çürüyen kapitalizm, yolaçtığı savaşlarla, emekçilerin alınteriyle yaratılmış birikimi, toplumsal değerleri, insanlığın geleceğini ve doğal yaşamı her geçen gün daha fazla tehdit ediyor. Sözde ulusal güvenlik adına sürdürülen silahlanma yarışı ve militarizasyon, tüm insanların güvenliği ve geleceği için asıl tehlike kaynağı olmaya devam ediyor.

‘89 yıkılışının üstünden daha birkaç yıl bile geçmeden, “refah toplumu”, “sosyal devlet” ve “sosyal güvenlik”, “demokrasi” gibi, uzun zaman boyunca sosyalizmin basıncı nedeniyle taşımak zorunda kaldığı yükümlülükleri ve buna dayalı propagandayı bir yana bırakan kapitalist barbarlık düzeni, bir kez daha barışı da hayal haline getiriyor. “Güvenlik birinci ve temel bir sorundur” mazeretiyle yoksul halkların ve emekçilerin kanını dökmek üzere silaha sarılıyor, dünyayı pervasızca kana buluyor. Yalnızca son on yıla bakıldığında bile, zincirlerinden boşalmış barbar kapitalizmin yeni bir savaşlar dönemini başlattığını ve bunu giderek tırmandıracağını görmek mümkün.

Kuşkusuz bu mevcut tablonun bir yanı. Diğer yandan, emperyalist barbarlık düzeni, yalnızca savaşları ve yalnızca yıkımları değil, aynı zamanda kendi karşıtı olan çözümü, yani kapitalizm belasından kurtulmayı olgunlaştıran devrimleri de daha yoğun, daha acil ve daha geniş ölçekte gündeme taşıyor. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında patlak veren Birinci Dünya Savaşı, Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleşebilmesinin koşullarının nesnel olarak daha da olgunlaşmasına hizmet ederken, Avrupa’da da devrimci bir dalganın yükselmesine zemin hazırlamış; fakat başta Almanya’da olmak üzere, oluşan fırsatlar çeşitli nedenlerle elden kaçırılmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist hegemonya zincirini parçalayan ulusal kurtuluş savaşlarının hız kazanması ve bir dizi ülkede halk iktidarının kurulması da aynı sonucun bir ifadesiydi. Bu devrimler ve devrimci dön&uul;şümler, dışta ulusal ve içte toplumsal kurtuluşu önceleyen bir savaş durumunun, bizzat çürüyen kapitalizm tarafından yaratılmasının dolaylı ve dolaysız örnekleri oldular.

“Kapitalizm savaş demektir!” şiarı, bu yapısal bunalımların olağan sınırları aşarak kendi içinde çözülememesi durumunu anlatıyor. Bunalımların kendi içinden çözülememesi ve giderek içinden çıkılmaz bir hal alması, ulusal sınırlar dışında bir savaşı gündeme getiriyor. Kapitalist sınıfların iç savaştan ve yoğunlaşan bunalımdan kurtulmanın yolu olarak açtıkları bu tür savaşlarda aradıkları çözüm, çoğunlukla ve uzun vadede, istemedikleri başka bir çözüme boyun eğmeleri ile sonuçlanıyor.

Savaşların kitleleri uyarıcı işlevi

Savaş durumunda “Ya barbarlık ya sosyalizm” seçeneği, olağan dönemlerde hiç olmadığı kadar daha da berrak bir seçenek olarak kitlelerin karşısına çıkıyor. Yol açtığı yıkım ve kayıpların büyüklüğü ölçüsünde her savaş, yıkıma uğrayanların emperyalist sisteme, kapitalist düzene olan tepkisini ve nefretini büyütüyor. Savaş, dolaysız olarak savaşa ve yıkıma yol açan nedenler ve aktörlerle bir hesaplaşmayı dayatıyor. Kitleler, dayatılan savaş koşulları ve ortaya çıkan yıkım ve vahşet karşısında uyudukları derin uykudan uyanıp bir arayış içine giriyorlar ve tutum belirlemek zorunda kalıyorlar.

Yalnızca savaşın hedef aldığı kurbanlar değil, savaşın sonuçlarından dolaylı olarak etkilenen ve bizzat savaşın başlatıcısı ve nedeni olan emperyalist sistem içinde yaşayanlar da bir hesaplaşma içine giriyorlar. Üstelik yalnızca iktisadi kayıplar vesilesiyle de değil. Savaşın başlatıcısı ve nedeni olan kapitalist ülkelerin en çekici iktisadi vaadleri ve ‘ulusal çıkar’ edebiyatına dayalı en kapsamlı ideolojik propagandaları bile, bir süre sonra başka ülke topraklarında yürütülen bir savaşta evlatlarını yitirme gerçekliği ve riskiyle yüzyüze olan emperyalist metropollerdeki emekçi yığınlarını savaşa karşı tutum almaktan alıkoymaya yetmiyor. Vietnam bunun en çok bilinen örneğidir. Çözüm olarak başvurulan bu emperyalist savaş karşısında, en güçlü savaş karşıtı hareketlerden biri bizzat ABD’de boy vermiş ve savaşta işlen suçlar, savaşın mantığı öncelikle burada sorgulanır olmuştur. Emperyalizmin yenilmezliği iddiası bu savaşla birlikte bir kez daha çürütülmüştür.

Öte taraftan emperyalist metropolün işçileri ve emekçi yığınlarının böylesi savaşlar vesilesiyle uğradıkları ve uğrayacakları iktisadi ve sosyal hak kayıplarına karşı duyarlılıkları ve savaşların yol açtığı yıkımlara karşı tarihsel deneyimlere dayalı taşıdıkları bilinç, onları kolayından emperyalist bir savaşa yedeklenmekten alıkoymaktadır. Bu gerçek, bugün Afganistan savaşı karşısında Avrupalı işçi ve emekçilerin aldıkları savaş karşıtı tutum vesilesiyle bir kez daha doğrulanıyor. Savaşın iktisadi ve siyasal faturasının kendilerine de çıkarılıyor olması bunda önemli bir rol oynuyor. Avrupa ve özellikle ABD’de, daha şimdiden savaş bahanesiyle yüzbinlerce işçi işten çıkarıldı. İşçi kıyımının ve yeni saldırıların bununla sınırlı kalmayacağı ise çok açık. Sonuçta ülke dışındaki her haksız savaş, kaçınılmaz olarak içre de yeni bir hareketliliğin imkanlarını yaratıyor. Çok geçmeden sınıfsal çatışmaları daha da derinleştiriyor.

Şovenizmle zehirlenmiş bir kesim dışta tutulursa, Avrupalı ve ABD’li emekçi yığınlar, savaş karşıtı güçlü bir eğilim taşımakta ve hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan böylesi bir haydutluğu lanetlemektedirler. 11 Eylül saldırılarında yakınlarını kaybeden ailelerin G. W. Bush’a savaş istemediklerini bildiren mektuplar yazmaları, bu yönlü basın açıklamaları yapmaları dikkate değerdir. Kısaca, haksız bir savaşın yıkım ve acı demek olduğunu tarihsel deneyimlerden de bilen kitleler, bugün savaşı haklı çıkarmaya dönük yalanlara, manevralara ve terör demagojilerine çok kolayından prim vermemektedirler. Üstelik bu tutumun kirli ve haksız savaşa karşı henüz ikinci bir cephenin açılamadığı bir durumda gerçekleşiyor olması, ayrıca son derece anlamlıdır.

Daha büyük savaşların provası
olarak Afganistan saldırısı

Savaş, çözülemeyen iktisadi bunalımların yol açtığı yoğunlaşmış siyasal çatışmalar demektir. Bu yoğunlaşmayı herşeyden önce ve herşeyden çok kapitalist sistemin kendisi üretmektedir. Önü alınamaz iktisadi çıkar çatışmalarının, daralan pazarın, düşen kâr oranlarının ve artan rekabetin zorunlu sonucu, siyasal çatışmalar, sistem içinde bölgesel ve siyasal bloklaşmalar ve bunların yarattığı giderek militarist biçimlere dayalı boğazlaşmalar oluyor. Emperyalist tekeller, yaşadıkları bunalımı bağımlı ülke halklarına yeni katmerli faturalar yükleyerek atlatamadıkları yerde, en kaba yöntemleri devreye sokmaktan, savaş da dahil olmak üzere bütün imkanlarını bunun için seferber etmekten geri durmuyorlar. Onlar için önemli olan bunalımın aşılmasıdır. Savaş açmak için bir mazeret bulmak sorun değildir. Yer ki, koşullar bir savaşı zorlamış ve bir kez buna karar verilmiş olsun. Bunun mazereti Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Sırp veliahtının öldürülmesi de olabilir, İkinci Dünya Savaşı’nda Polonyalı askerlerin Alman sınırlarına ateş açtığı yalanı da. “Terörizmle mücadele” bahanesi de olabilir, sınırların çok ötesinde bir başka anakarada “ulusal güvenlik” adına girişilen açık bir işgal de.

Emperyalist savaşın asıl nedenlerini gizlemek için kullanılan bu sahte gerekçeler, geçmişte kalan bir dip not olarak genellikle unutulur, unutturulmaya çalışılır. Unutulmayan ve unutulması engellenemeyen ise, haksız savaşlar sonucu yaşanan kıyımlar, ödenen ağır bedeller, milyonların savaş deneyiminden geçerek vardıkları sonuçlar, içine girdikleri hesaplaşma, edindikleri bilinç ve gerçek bir barışa duydukları özlemdir.

Kuşkusuz emperyalist haydutlar, sebebi oldukları iki dünya savaşı deneyiminin ardından, bunalımlarının çözümü için giriştikleri savaşlarda eskisine göre daha temkinli, daha hesaplı davranmak zorunda kalıyorlar. Deyim yerindeyse, kontrollü bir savaş stratejisi izliyor ve parça parça bunu hayata geçiriyorlar. Açık işgal ve savaş yerine düşük yoğunluklu savaş stratejisini uygulamayı, darbeler yoluyla bir dizi ülkede işbirlikçi iktidarlar üzerinden egemenliklerini devam ettirmeyi de zaman zaman tercih ediyorlar.

Kontrollü ve sınırlı olması, yıkımların, katliamların daha az, savaşın boyutlarının daha düşük olduğu anlamına gelmiyor. Vietnam savaşında katledilen insan sayısının 3 milyon, Cezayir’de 1 milyon olması, Irak’ta ise yüzbinleri bulması bunun en açık kanıtıdır. Vietnam işgalinde ABD emperyalizminin kullandığı bombaların miktarının 2. Dünya Savaşı’nda kullanılan toplam bomba miktarını kat kat aşması da, bu konuya başka bir cepheden ışık tutuyor. Ortadoğu’da Irak, Balkanlar’da Yugoslavya bu kontrollü savaşın son örnekleri oldular. Bütün yalanlara ve demagojilere rağmen başvurulan savaş hileleri, yüzbinlerin ölümüne neden olan savaşın kanlı yüzü açığa çıktı.

Ve yine kuşkusuz, bu kontrollü ve sınırlı savaşların da bir sınırı var. Emperyalistler arası artan rekabet ve hegemonya savaşı sürdükçe bu sınırların aşılacağı, kontrolün elden çıkacağı ve giderek kendi aralarında bir boğazlaşmaya dönüşeceği açıktır. Emperyalist haydutların bu hesaplarının ve planlarının bozulması için güçlü bir direniş, bu yönde anlamlı bir kıvılcım yeterlidir. Emperyalist savaşa karşı bir direniş, haydut takımının kendi iç çelişki ve çatlaklarının artması ve giderek böyle bir çatışmaya girmelerinin yolunun açılması demektir. Küba, Vietnam, Cezayir vb. ülkelerde emperyalizme karşı kazanılmış zaferler, bu anlamıyla ulusal sınırlarını aşarak, dünyadaki ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerine büyük bir moral ve güç kaynağı oldu.

“Terörizmle mücadele” bahanesiyle ABD emperyalizminin bölge halklarına açtığı savaşın emperyalistler arası artan rekabetin kızıştırdığı bir hegemonya savaşı olduğu yeterince biliniyor. Daha savaşın başlarında hiç kimse terörle mücadelede açık hedef olarak gösterilen Usame bin Ladin’i, Talibanları ya da onlara yüklenilen 11 Eylül saldırılarını tartışmıyor. Gündem bütünüyle Afganistan’la başlayan saldırıların, kuşkusuz önceden belirlenmiş olan yeni hedeflere doğru ne zaman ve nasıl yaygınlaştırılacağına kitlenmiş bulunuyor. Bu haksız savaşta kimlerin ne kadar pay alacağı üzerine yürütülen kirli pazarlıklar, bölgenin doğal zenginliklerini paylaşma üzerine kurulu hesaplar, bu temelde biçimlenen ittifaklar, daha savaşın başlarında yeni anlaşmazlıkların ve giderek çatışmaların zeminini de döşüyor.

Savaş ve anti-emperyalist
mücadele dinamikleri

Burada kısa bir hatırlatmada bulunmak gerekiyor. Asya güçlü bir bir anti-emperyalist mücadele dinamiğinin boyverdiği bir coğrafi bölgedir. Bu yönüyle asla bir Afrika ile kıyaslanamaz. Çin, Vietnam, Kore’den Hindistan ve İran’a kadar, emperyalist işgal ve talana, işbirlikçi iktidarlara karşı yılları bulan ve herbiri kendine özgü bir savaşımdan geçmişlerdir. Savaşın uzaması ve yayılması olasılığı karşısında bölge halklarının bu tarihsel deneyimini gözönünde tutan emperyalist güçler, bölge halklarıyla kültürel, dinsel ve etnik bağları olan işbirlikçi iktidarları öne sürerek, onları maşa olarak kullanarak savaşa karşı yönelen tepkileri belli ölçülerde kırmayı hedeflemektedirler.

Bölgedeki işbirlikçi iktidarların yönetimde bulunduğu ülke işçi ve emekçilerinin savaş karşısında alacağı politik ve pratik tutum, bu yönüyle çok büyük bir önem taşımaktadır. Emperyalist haydutların maşa olarak kullandığı bu işbirlikçi çete takımının etkisizleştirilmesi, kendilerine biçilen kanlı ve kirli rollerinden soyundurulması, hiç değilse yıpratılması, halkların kardeşliğini sağlamak için atılmış güçlü bir adım, emperyalizme güçlü bir şamar olacaktır. Uşaklıkta önde gelen iki ülkenin, Türkiye ve Pakistan’ın, işçi ve emekçi halklarının bu savaşta çok kritik bir rol ve konumu olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Pakistan halkının daha şimdiden Pervez Müşerref yönetimindeki askeri cuntayı savaş karşıtı gösterilerle sarsmaya başlaması oldukça anlamlıdır.

Diğer taraftan, savaşın kirli ve kanlı yüzü açığa çıktıkça, dünya halklarında ve işçi sınıfında gerçek niyetlere ve amaçlara dair kuşku ve itirazlar da giderek büyüyor. Dünyanın dört bir yanında savaş karşıtı gösteriler düzenleniyor, anti-emperyalist mücadele dinamikleri açığa çıkıyor. Körfez savaşını izlemekle yetinen, Balkan savaşına karşı tepkilerini bir yere kadar açığa vuran işçi ve emekçi yığınlar, Afganistan saldırısına karşı daha ciddi ve kapsamlı bir muhalefet geliştirmeye başladı. Bundan sonra haksız savaşlara karşı eskisi kadar sessiz kalmayacağını göstermiş oldu.

Emperyalist haydutların satılık kalemşörleri ve sözde bilim adamları, istedikleri kadar emperyalist savaşı “uygarlıklar çatışması”, “hıristiyan batı ile müslüman doğu toplumları arasındaki gecikmiş bir hesaplaşma” kılıfına bürümeye çalışırlarsa çalışsınlar; din, kültür ve milliyet farkı gözetmeksizin dünyanın işçi ve emekçileri, ezilen halkları, onyılların ardından bir ve aynı amaç için bir ve aynı düşmana karşı eylemli bir süreçte yeniden biraraya gelmeye başlamış bulunuyorlar. Emperyalist küreselleşmeye karşı başlayan bu hareketlilik, bugün sürmekte olan savaş vesilesiyle giderek daha siyasal ve enternasyonal bir nitelik kazanma imkanına kavuşmuş ve bağımlı yoksul ülke emekçilerini de bu dalgaya katmış bulunuyor.

Bunlar, yeni bir emperyalist saldırı ve savaşlar döneminin, işçi sınıfı ve emekçi halklar tarafından anti-emperyalist bir cepheden güçlü bir şekilde karşılanabilmesinin olanaklarının biriktiğinin işaretleridir. Geçmiştekilerden farklı olarak bu yeni dönemin anti-emperyalist hareketliliği, bütün yetersizliklerine rağmen, her geçen gün daha fazla anti-kapitalist bir içeriğe evrilme gücü ve yönelimi taşıyor. Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer nokta da, yeni dönem anti-emperyalist hareketliliğin bu özelliğidir.

Tarihsel önemde bir süreç ve
gerçek bir sınama dönemi

Tarihsel önemde bir emperyalist saldırı ve savaş döneminden, zorlu bir sınama sürecinden geçiyoruz. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi ve emekçinin haklı tepkisini çeken sefalet ve soygun programları yetmiyor. Emperyalist sistem bir kez daha kendi bunalımını çözmek için talan savaşlarına başvuruyor. İşçi sınıfına ve emekçi halklara karşı kapsamlı bir saldırı yöneltiliyor. Emperyalizm, süngü zoruyla iktisadi çıkarlarını korumaya, içinde debelendiği bunalımı aşmaya çalışıyor. En güçlü olduğu ve ebediliği üzerine her türden gevezeliğin yapıldığı bir dönemde, “artık silahlanmaya ve savaşlara gerek kalmadı” propagandasının yapıldığı bir yerde dünyayı kana buluyor.

Vurgulaya geldiğimiz gibi, bu, barbar kapitalizmin kendi yıkımını da hızlandıracak olan yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu dönemi yeni bir başlangıç olarak değerlendirmek ise herşeyden önce politik bir bilinç açıklığını, ısrarlı ve soluklu bir sınıf ve kitle çalışmasını, mevcut güçlükleri aşma kararlılığını gerektiriyor.

Emperyalist hegemonya
mücadelesi, savaş ve Türkiye

Ortadoğu ve Balkanlar’dan sonra emperyalistlerin hedefi bu kez, yakın dönemlerde ağır yenilgilere uğradığı Asya, daha özelde zengin doğal kaynaklar nedeniyle haydutlar arası rekabetin yoğunlaştığı Kafkasya bölgesi. Ortadoğu ile birlikte dünyadaki petrolün yüzde 70’i ve dünyanın en büyük doğalgaz rezervleri bu coğrafi bölgede bulunuyor.

Ve Türkiye, bu bölgede, bu savaşta kritik bir konuma ve role sahip bir ülke. Konumuna uygun bir rolü bağımsız olarak belirleme gücünden ise bütünüyle yoksun. Sınırlarını çevreleyen bölgelerdeki istikrarsızlık ve çatışmalar doğrudan iç süreçlerine yansımakta, emperyalizme kölece bağımlılığın yarattığı tablo ile bunalımı daha da derinleşmektedir. İç ve dış politikası uzun bir dönemdir, ayrıntılarına kadar başta ABD olmak üzere, emperyalistler tarafından belirleniyor, bütünüyle onların çıkarlarına uyarlanmış bulunuyor. Her açıdan emperyalist egemenlik sahasındaki zayıf halkalardan birini oluşturuyor Tükiye kapitalizmi.

Emperyalizme uşaklık Amerikancı sermaye iktidarını kırıntılar uğruna dışarda komşu halklarla, içerde başta işçi sınıfı olmak üzere bütün bir emekçi halkla daha keskin ve daha kapsamlı bir biçimde karşı karşıya getiriyor. Dışarda halklara düşmanlık ve savaş, aynı anlama gelmek üzere içerde işçi ve emekçi halka karşı savaş ve terör, onun yegane politikası, zorunlu tek seçeneği haline gelmiş bulunuyor.

Öte taraftan, İMF’nin sosyal yıkım programına ek olarak, giderek daha da büyüyecek olan savaş faturasının sırtına yüklendiği işçi ve emekçiler, gelinen yerde düzenden bütün beklentilerini yitirmiş bulunuyorlar. Hiçbir düzen kurumunun, hiçbir partinin, hiçbir politik açılımın emekçiler nezdinde bir itibarı yok. Sermaye iktidarının savaş bahanesiyle emekçilerin ellerinde kalan son kırıntılara da göz dikmesi, dayanılmaz boyutlara ulaşan sefaleti daha da derinleştiriyor. Gün gün kötüleşen koşullar altında gelecek kaygısı giderek yerini günü kurtarma derdine bırakıyor.

Buradaki çıkışsızlık ve çözümsüzlük ise, gerisin geriye asıl yönü mücadeleye dönük bir arayışı, bir bütün olarak düzen cephesinden pratik kopuşu hızlandırıyor. Toplumun en geri kesimlerinin bile, düzenin yalana, demagojiye dayalı propagandalarının uyuşturucu etkisinden adım adım sıyrılarak gerçekliğe, olup biten siyasal gelişmelere çıplak bir gözle ve giderek kötüleşen yaşam koşullarının sorgulayıcı merceğinden bakmaya başlamaları, henüz harekete geçirilemeyen muazzam bir gücün biriktiğini gösteriyor.

Yaşam güvencesinden, insanca yaşam koşullarından yoksun milyonlarca emekçi için “ulusal güvenlik”, “ulusal çıkar” edebiyatına dayandırılan savaş ve diğer saldırı politikalarının hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Türkiye halkının ezici bir çoğunluğu emperyalistlerin hergün yenisini dayattığı acı reçetelere ve emperyalist savaşa açık biçimde karşıdır. Bu karşıtlık farklı siyasal eğilimdeki işçi ve emekçileri biraraya getirmekte, aralarındaki yapay ayrımların etkisini kırmaktadır. Saldırı programını hayata geçirmek için başvurulan “terörle mücadele” uygulamaları ise düzenin, kitlelerin mücadele eğlimini yalnızca çıplak şiddet ve baskı gücüyle sınırlandırma açmazını her geçen gün daha da büyütmekten başka bir şey ifade etmiyor. Bu açmazı iflasla sonuçlanracak yegane güç ise, kitlelerin bilinçli, örgütlü ve kararlı mücadelesidir.

Gençliğin 6 Kasım eylemleri; son Ankara yürüyüşü, yürüyüş ve miting boyunca savaşa ve saldırılara karşı siyasal sloganların sahiplenilmesi; estirilen teröre ve sendika bürokrasisinin katılımı sınırlamaya dönük olarak ördüğü barikatlara rağmen, bu eyleme anlamlı bir katılımın sağlanması dikkate değerdir. Bu, işçi sınıfı cephesinden savaşın ve krizin faturasına karşı biriken tepki ve öfkenin, bir imkan yaratıldığında, birleşik bir mücadeleye kanalize olmaya hazır olduğunu, terör edebiyatı ve uygulamalarının bu eğilimi kıramadığını gösteriyor. Savaş ve kriz koşulları, sınıfın siyasallaşmasının nesnel zeminini her geçen gün daha fazla olgunlaştırıyor.

Kuşkusuz, “dışarda savaş içerde terör” politikasının kitleler üzerinde yıldırıcı ve dağıtıcı bir etkisinin olmadığı söylenemez. Düzen yıllardır tam da esas olarak bu politika üzerinden yol almaktadır. Fakat emekçiler açısından sorun, son tahlilde, yalnızca terörün ve baskının tırmandırılmasından kaynaklanmıyor. Güncel planda işçi sınıfının ve emekçi yığınların devrimci bir önderlikten ve güçlü örgütlülüklerden yoksun olarak söz konusu saldırılara maruz kalmaları, bundan dolayı yaşadıkları dağınıklık, güç ve moral kaybı, çok daha belirleyici bir yer tutuyor. Sokakta uygulamaya konulan baskı, terör ve yasaklar, tam da bu dağınıklık üzerinden, uzun dönemli ve planlı saldırılara örgütlü olarak karşı konulamaması nedeniyle etkisini gösteriyor. Mücadele isteği ve potansiyelinin istikrar bir gelişim gösterememesinin önündeki asıl engel, tam da budur.

Bu ülkede 20 yıldır sistematik olarak uygulanan teröre, katliamlara, kitleleri aldatmaya ve mücadelelerinin yönünü saptırmaya dayalı politikalara, sendikal ihanete, baskı ve yasaklara rağmen, mücadele dinamikleri boğulamamaktadır. En kötü koşullarda bile kitleler hak ve özgürlükleri için sokaklara çıkmışlar ve çıkmaya devam etmektedirler. Fakat önderlik ve örgütlenme ihtiyaçları karşılanamadığı ölçüde kendiliğinden güçlü bir çıkış sağlayamamakta, temel sorunlar çözülememektedir. Savaşın ve krizin keskinleştirdiği çatışma ortamında dönemin temel ve acıl görevi bu ihtiyaçları karşılamak, burada biriken sorunları çözüm yoluna sokmaktır.

Bu çerçevede, işbirlikçi sermaye uşaklarının giderek büyüyen patlama dinamiklerini kontrol altında tutmak için tırmandırdığı faşist terör dalgasının kırılması, yeni bir çıkış için büyük bir önem taşımaktadır. Saldırı ve terörün sivri ucu herşeyden önce ve öncelikle mücadele dinamiklerinin önünü açacak olan devrimci ve komünist güçlere yönelmiş bulunuyor. Zindanlarda 12 Eylül dönemini aşan vahşi katliamlarla işe başlanmış olması elbette bir raslantı değil. Bugün aynı vahşi saldırılarla direnişi bitirmek için alabildiğince yüklenmeleri, zindan sınırlarını aşan bir ihtiyacın ve sıkışmışlığın ürünüdür.

Zor dönem devrimciliği, zorlukları aşma bilinci

ve kararlılığı demektir

Kendilerinden başlayarak tüm topluma yöneltilmiş bu saldırılar karşısında komünistlerin ve devrimcilerin öncelikli sorumluluğu, kararlı politik ve pratik bir direngenlik göstermeleridir. Bununla bağlantılı olarak ikincisi, ısrarla kitlelere gitmeleri, etkili ve sonuç alıcı bir kitle çalışmasına yönelmeleridir.

İçerde devrimci tutsaklar büyük bir fedekarlıkla üstlerine düşen sorumluluğu yerine getiriyorlar. Fakat bunun yetmediği ve dışardaki ayağının zayıf kaldığı ve bu nedenle direnişin giderek kendi içine daraldığı da uzun bir süredir biliniyor. Yalnızca sürmekte olan ölümüne direnişe destek boyutuyla değil, sınıf ve kitle hareketinin ihtiyaçlarına çözüm üretme, onunla buluşma ve giderek ona önderlik etme noktasında da, geçmişe oranla daha da gerilemiş bir devrimci örgütler tablosu var karşımızda. Sınıf ve kitlelere dönük çalışmadan giderek geri çekilinmesi ve bu alanın önemli ölçüde reformistlere bırakılması, yalnızca güç kayıplarının yolaçtığı bir durum değildir. Bu tablonun arkasında esas olarak ideolojik ve politik cephede iddiasızlık, dağınıklık ve yılgınlık var. Tasfiyeci saırıların yol açtığı tahribatlar var. Örgütlü devrimci kimlik ve duruştaki bu zaaflar ve tahribatlar aşılmadan, kitlelere önderlik edilemeyeceği ise çok açık. Dönemin zorluklarına göğüs germenin ilk ve olmazsa olmaz temel koşulu, bu mevcut tabloyla hesaplaşmaktır.

Saldırılara ve terör dalgasına karşı güçlü bir barikat örebilmek, yalnızca fiiili saldırılara karşı devrimcilerin direnişine indirgenemeyecek bir politik kapsama sahiptir. Kitlelerin savaş ve kriz koşullarında kamçılanan tepkilerini ve mücadele isteğini örgütlemek, kitleleri direniş ve mücadele çizgisine çekmek, saldırıları püskürtebilmenin biricik gerçek güvencesidir. Savaşın ve terörün kitleler üzerindeki kırıcı etkisi de ancak bu yolla boşa çıkarılabilir.

Dönemin zorlukları, tam da bu bakış açısıyla ortaya konulacak pratik çabayla aşılabilir. Sermaye iktidarının terör ve tasfiye saldırılarına karşı direnişçi bir çizgi, kitleleri örgütleme ve direniş çizgisine çekme çabasıyla bütünleşmeyi başaramazsa eğer, bir süre sonra gücünü ve politik etkisini yitirmek akıbetinden de kurtulamaz.

Zor dönem devrimciliği, herşeyden önce, zorlukları aşma bilinci ve kararlılığı demektir. Sınıfı ve kitleleri örgütlemek için her zamankinden daha cüretli olmak, daha örgütlü bir faaliyet geliştirme yeteneği göstermek demektir. Dünyada ve Türkiye’deki son gelişmelerin keskinleştirdiği çelişkiler, savaşın ortaya çıkarttığı yeni olanaklar, ancak böyle bir politik bakışla kalıcı kazanımlara dönüştürülebilir.

Sınıf devrimcileri, her zamankinden daha kapsamlı görev ve sorumluluklarla, gerçek bir sınama dönemiyle karşı karşıyadırlar. Olağan dönemin ruh halini geride bırakmak, sınıfın savaş örgütü kimliğinin ve sorumluluğunun bütün gereklerini eksiksiz olarak yerine getirmek, saldırıları boşa çıkaracak bir ustalık ve direngenlikle hareket etmek, krizin ve savaşın ortaya çıkardığı bütün olanakları kullanmak üzere seferber olmak ve bütün bunları sınıf cephesinden ısrarlı bir çalışmayla birleştirebilmek, sınıf devrimcilerinin kendilerini sınayacağı temel alanlar ve ölçütlerdir. Küçük-burjuvazinin ufuksuz, kendiliğindenci pratiği ve politikasının karşısına sınıfın devrimci programı ve politikasıyla çıkmalı, sınıfın devrimci enerjisi ile yüklenerek dönemi karşılamalıyız.

Programı ve taktiğiyle, yılları bulan deneyim ve birikimiyle sınıfın komünist partisi, bütün zorlukları aşma ve dönemi kazanma potansiyeli ve olanaklarına fazlasıyla sahiptir. Yeter ki biz bunları kullanmasını bilelim, bu bilinçle pratiğe yüklenelim.