Ölüm Orucu direnişçisi Muharrem Kurşun'dan Perihan Mağden'e mektup: "Önce yaşam, ama inançlarından soyunarak deniyor... Hayır!.. Böyle yaşamaktansa ölmeyi yeğliyoruz!" Merhaba sevgili Perihan Mağden, Ölümle kolkola girmiş, sıcak bir Ankara gününde, Ölüm Orucu'nun sanırım 243. gününde yazıyorum size. Hala yazabiliyor, yani yaşıyor olmamı ise biraz işçi çocuğu olmama bağlıyorum. İşçi çocuğu olduğum için bedenim açlığa karşı bağışıklık kazanmış olmalı. Bu yüzdendir ki, hala açlık yamacında ölüm uçurumuna düşmeden durabiliyorum. Ama sayılı günlerim kaldı. Bunu hissedebiliyorum. Çok geçmez medyanın gözünde bir rakam olurum ya da sakallı bıyıklı içine kapanık bir çocuk. Ölüm ya da Werniko Korsakof... Alternatifler bununla sınırlı. Ne yana baksam ölüm var, sakat kalma var. Halbuki biz insanca yaşamak için başlamıştık ölüm yolculuğuna. İnsani istekler, insanlardan kurulan bir toplulukta bir anlam ifade ediyor. Ölümler artık birer rakam olmanın ötesine geçmiyorsa, sakat kalmalar rakam bile olamıyorsa, ister istemez içinde bulunduğu topluluğu, toplumu sorguluyor insan. Sözüm işçi-emekçi yığınlara değil. Sesini yitirmiş aydınlara, duyarlı demokrat olduğunu iddia eden duyarsız, pratik faşistlere, Hz. medyayı hazret yapıp var edenlere... Bize ilişkin haberler hala Radikal ve Cumhuriyet'te yer alıyor. Diğer gazeteler ise sus pus. Hala siz ve ancak birkaç köşe yazarı daha köşesinde sesimize ses katıyor; hiç değilse kendi sesinin yüreği oluyor. Ya diğerleri? Böylesine suskun olmayı nasıl başarıyorlar? Siz belki bilirsiniz, bunun özel bir eğitimi var mı? (Sanırım siz bu eğitimi almadınız.) Çünkü sekiz ayı geçen bir Ölüm Orucu, 24 şehit (19 Aralık'ta 28), onlarca sakat ve hala süren bir direniş karşısında sessiz kalmak gerçekten bir başarıdır. Bu başarılarından dolayı, bu yazarları kutlamak gerekiyor. Gerçekten bu bir başarı. Ama mide bulandırıcı bir başarı. Siz bu anlamda başarısız bir köşe yazarısınız. Bu yüzden size yazıyorum. Ve sizden isteklerim olacak. Yaşamı çok seviyoruz. Ama her anını kendi doğrularımızla doldurduğumuz bir yaşamı... Böyle olmayacaksa yaşamanın ne anlamı var? Önce yaşam, ama inançlarından soyunarak deniyor... Hayır!.. Böyle yaşamaktansa ölmeyi yeğliyoruz! Yıllarca kimseyi görmeden, ilişkiye geçmeden, bir-iki kişiyle bir hücreyi paylaşarak yaşa deniyor. Böyle yaşam olmaz. Ben sosyal bir varlığım. Böyle yaşamaktansa ölmeyi yeğliyorum. Zaten ben yeğlemesem de onlar işkenceyle, sessiz imhayla beni öldürecekler. Taleplerimizin başında tecrit ve izolasyonun kaldırılması var. İşkenceye son verilmesi var. İnsanca yaşam koşullarının sağlanması var. Karşılanmayan taleplerimiz işte bunlar. Bakan güya bir şeyler yapıyor, ama gelip asıl muhataplarıyla görüşmüyor. Tek tek iki bin tutsakla görüşecek değil elbette; Edirne'ye gidip temsilcilerle görüşecek. Dünyanın her yerinde böyle olur, temsilcilerle görüşülür. İşte bu temelde basınç uygulamak gerekiyor. Buna gücünüz var mı sayın Perihan Mağden? Olmalı. Çünkü neredeyse yalnızsınız. Başarırsınız, tek avantajınız temiz, tertemiz olmak. Bunun bir yaptırım gücü var mı? (...) Feride analar için kazanmak Muharrem Kurşun Şu an Ali Koç'un yatağındayım. Bir hafta öncesine kadar karşı yataktaydım. Bir haftadır da yan odada. Ali'nin sesi hala kulaklarımda. "Alçaklar!.. Bana zorla müdahale ediyorsunuz!.." Ola ki doktorlar serumu takmasın. Ali eliyle, eliyle olmadı dişleriyle serumu çıkartıp atıyor. Son ana dek sürüyor bu savaşım. Yani Ali'ninki yiğitçe ve dövüşerek kazanılan bir şehitlik; öylesine anlamlı ve yol gösterici... Peki böyle yiğit birinin anası nasıl olur? Oğlu gibi yiğit biri Feride ana... Bence Ali'ye de bu yiğitliği veren Feride anadır. (Sonradan gazetelerde çıkan haberlerin hiç önemi yok. Analık sadece doğurmayı ifade etmiyorsa, Feride ana Ali'nin gerçek anasıdır.) Ali şehit düştükten sonra şans eseri anasıyla kucaklaşan ilk ben oldum. İki gözünde iki pınar vardı yanıma gelirken. Henüz bilmiyordum Ali'nin şehit düştüğünü. Duygusallık pınarları sandım bunları. O koşullarda son derece doğal pınarlar... "Seni anam gibi sevdim, beni de oğlun bil ana" dedim. Unuttuğum, hatta pek hatırlamadığım bir tatta sarıldı bana, ana gibi... Anam ben 12 yaşındayken ölmüştü. Ölmeden 5 yıl önce felç inen bacakları yıllarca ona çok acı çektirdiği için, kurtuldu diye hüzünlü bir sevinç duymuştum ölümüne. Başımı dizlerine kor, "hadi bitlerimi ayıkla ana" derdim. Bitlerim olduğundan değil, anamın elinin saçlarımda gezinmesini çok sevdiğim için böyle numara yapardım. O da her defasında numaramı yutmuş gibi saçlarımı, başımı okşardı. Feride ana ve Ali'nin yanına getirildikten sonra, anam geldi hep aklıma. Yaşasa şimdi 60 yaşında olacaktı. Ne yapar, ne eder gelirdi yanıma. Feride ananın Ali'ye baktığı gibi bakardı bana. Onları gördükçe Ali'yi kıskanmadım dersem yalan olur. Oğlunu ölüme uğurlayışındaki yiğitliği karşısında Ali'yi yaşadığım sürece kıskanacağım. Feride anayı tanıyan her direnişçi de Ali'yi kıskanırdı. Feride ananın politik özelliği yok. Ama oğlunun ihanete inat yiğitçe ölüm yolunu tercih etmesinden onur duyan bir ana... Oğlu gibi yiğitçe karşıladı ölümü de. Dedim ya, Ali anasından
almış yiğitliğini, dürüstlüğünü... 10 Temmuz 2001
Sermaye düzeninin kirli planı... Nazım Hikmet'e vatandaşlık "hakkı"! Nazım'ı azizleştirip düzen için zararsız hale getirme planının bir parçası olarak TBMM'de bir kararname hazırlanmıştı. Nazım'a vatandaşlık hakkını "iade etme" lütfunda bulunan bu kararname reddedilerek işlemden kaldırıldı. Geçmişin faşist katilleri, günümüzün mebusları, rejimin çıkarları için olsa bile komünist şairin "vatandaşlığa iadesini" kararlılıkla engellediler. Kimilerine göre devletin elli yıllık ayıbının sona ermesinin önüne geçmiş oldular. Hükümetin faşist kanadının bu tavrı, kuşkusuz ki sınıfsal değil, duygusal bir tavırdır. Çünkü rejimin Nazım'ı ehlileştirme (bunu başaramayacağından bağımsız olarak) planına şimdilik çomak sokmuş oldular. Komünistlerin ve devrimcilerin baş düşmanları da dahil olmak üzere Nazım'a sahip çıkanların sayısı epeyce artmıştır. Bu sahiplenme sözkonusu çevrelerin ileriye dönük adım atmalarından değil, komünist şairin siyasi kimliğini yok sayma çabasından kaynaklanıyor. Bu aşağılık amaçlarına ulaşabilmeleri durumunda, devrimci sınıf mücadelesinde kızıl bir meşale olan Nazım'ın düzenin elinde zararsız "büyük Türk şairi" haline getirilebileceğini sanmaktadırlar. Bu amaçla ona hararetle sahip çıkıyor ve vatandaşlığının bir an önce iade edilmesini talep ediyorlar. Böylece rejimin bozuk olan imajını düzeltmeyi amaçlıyorlar. Sermaye düzeni ve her kademeden uşaklarının bu kirli emelleri
anlaşılır. Ancak bazı yazar ve aydınların bu plana alet olacak tarzda
açıklamalar yapmaları, Nazım'ın kemiklerini sızlatacak cinstedir. Bu aydınların
Nazım'a samimiyetle sahip çıkmadıklarını tartışmıyoruz elbette. Burada
sorun sahiplenmenin içeriğinden kaynaklanmaktadır. Niyetten bağımsız olarak
komünist şairi devrimci kimliğinden soyutlayıp ehlileşmiş bir sanatçı
haline getirilmesine alet olmak, en hafif deyimle onun ideallerini hançerlemektir.
Komünist kimliğinden soyutlanmış bir Nazım düşünülemez bile. Nazım'ı Nazım
yapan onun dünya görüşü ve idealleridir, yani sosyalizmdir. Devletin Nazım'a düşmanlığı şairliğinden dolayı olsaydı, bu sahiplenme biçiminin bir anlamı olabilirdi. Oysa onun zindanlarda çürütülmesi, ülkede ve dünyada Nazım lehine oluşan atmosferin etkisiyle serbest bırakılmasından sonra katledilmek istenmesi, onun komünist kimliğine tavizsizce sahip çıkmasından dolayıdır. Şiirlerinin yasaklanmasının temel gerekçelerinden biri "komünizm propagandasıdır", yani politik kimlikle şair kimliğinin bütünlüğüdür. Demek ki devlet şairlere düşmanlığından dolayı Nazım'a zulüm uygulamamıştır. Asalak burjuva düzen, kime karşı nasıl tavır takınacağını kuşkusuz çok iyi bilmektedir. Bu koşullarda Nazım'ı ve onun ideali olan sosyalizmi sahiplenebilmek düzen karşısında sağlam sınıfsal bir duruş sergilemeyi zorunlu kılmaktadır. Bundan dolayı onu gerçekten sahiplenenler sosyalizm uğruna samimiyetle mücadele edenlerdir. Hiçbir kirli hesap Nazım Hikmet'i ehlileştiremez. O daima işçi sınıfı davasının yolunu aydınlatan bir meşale olmaya devam edecektir. Kendi dizeleriyle dile getirdiği gibi, "sevdalınız komünisttir." M. Dicle |
|||||