17 Temmuz'01
Sayı: 17


  Kızıl Bayrak'tan
  Uşaklıkta ve onursuzlukta sınır tanımıyorlar!
  Telekom krizi ya da İMF'ye uşaklığın son perdesi!
  Cumhurbaşkanı'nın vetosu ve reformizm.
  Sendikal ihanet barikatı ve devrimci taban inisiyatifi
  Sınıf hareketi
  Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
  Ölüm Orucu 268. günüde sürüyor
  Direniş, direnişçi ve parti..
  PKK-DÇS: "Savaşırız ha..." demagojisi, iç huzursuzlukları bastırmaya dönüktür!...
  Direnişçi Sümerbank işçilerine mektup...
  Gücün örgütlülüğündür!
  Uluslararası hareket
  Ulucanlar katliamı davası
  Katilam ve düzen medyası
  Direnişçilerin kaleminden
   Açıklamalardan
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Telekom krizi ya da
İMF'ye uşaklığın son perdesi!

Geçtiğimiz hafta düzen cephesinde yaşananlar, emperyalist kölelik ilişkilerin aldığı düzeyin çarpıcı bir aynası oldu. Özelleştirilmek üzere "profesyonel bir üst yönetim"e bağlanan Telekom yönetiminin İMF'nin istekleri doğrultusunda oluşturulmaması üzerine yaşananlar, dört dörtlük bir kara mizah örneğiydi. Başlangıçta sözde İMF'ye karşı diklenenler, bir kez daha kuyruklarını kısarak İMF'nin son buyruklarını da yerine getirdiler.

Gelişmelerin aldığı seyir, uzun süredir alışılageldik tablonun güncel bir örneğidir. Emperyalist köleliğin aldığı boyut, kriz sonrasında artık en geri bilinçli insan için dahi çıplak bir gerçek haline gelmiştir. Derviş'in fiili başbakan olarak atandığı artık kimse için bir sır değildir. Bu gerçeği bugün sermaye düzeninin gerçek iktidar güçleri de belli bir rahatlıkla ifade edebilmektedirler. Meclis İMF'nin buyurduğu 15 yasayı geceli gündüzlü çalışarak bir bir geçirmiştir. İMF'nin her buyruğu uşakça bir sadakatle yerine getirilmiştir. Bunun için cumhurbaşkanından sıradan milletvekiline, medyadaki paralı memurlardan sendika ağalarına kadar dört dörtlük bir performans gösterilmiştir.

Elbette geçen hafta yaşanan türden İMF'ye yer yer efelenmeler de olmuştur. Ama bu çıkışların ömrü oldukça kısadır, sahipleri hemen kuyruklarını kısarak İMF'nin ayaklarına kapanmışlardır. Ki bunu yapanlardan kimileri de, ibret-i alem olsun diye, hükümetin parlak çocuklarıyken bir anda kendilerini kapı dışında bulmuşlardır.

Geçen haftaki gelişmeler ise, geçmişteki örneklerinden farklı olarak, hükümetin herhangi bir bakanıyla İMF arasında değil, bizzat hükümet ile İMF arasında yaşanıyordu. Ama hükümetin bu efelenmelerinin eninde sonunda İMF'ye yeni bir sadakat gösterisiyle biteceği kimse için bir sır değildi. Nitekim beklenen oldu, hükümet İMF'nin buyruklarını harfiyen yerine getirip, sadakat gösterileriyle efendisine güven tazeledi.

Geçmiş örneklerin yeni ve bayağı bir tekrarı olan bu gelişmeler, gerek tarafların kimliği açısından, gerekse gerilime konu olan sorun açısından emperyalizmle kurulan kölelik ilişkilerinin uç bir örneğiydi. Böyle olduğu içindir ki, tüm onursuz ilişkiler bizzat hükümet temsilcileri ağzından bir bir dile getirildi. Bugüne kadar İMF'nin dediklerini harfiyen yerine getirdik, 15 yasa dediler geceli gündüzlü çalışıp çıkarttık, ama yine de İMF'ye yaranamadık yakınmaları, başta Ecevit olmak üzere hükümet sözcülerinin ağzından döküldü. Tüm bunlar İMF'nin küstahlığının verdiği şaşkınlıkla öylesine açık bir biçimde dile getirildi ki, bugüne kadar devrimcilerin ve ilerici çevrelerin düzenin son dönem tablosuna ilişkin yaptıkları tanımlamalar bizzat düzen cephesinde tekrarlanır hale geldi.


Hangi demokratik ülkede
İMF'nin istekleri bu kadar hızlı
ve bu biçimde yerine getirilmiştir?


Ecevit; 15 günde 15 yasa dediler, geceli gündüzlü çalışıp bu yasaları çıkartık, hangi demokratik ülkede yasalar bu hız ve biçimde çıkarılır, mealindeki sözleriyle, İMF ile girilen kölelik ilişkilerinin düzeyini tüm yalınlığıyla ortaya koymuş oldu.

İMF'ye uşaklık bu ülkede öyle bir noktaya gelmiştir ki, uzun süredir düzenin tüm biçimsel kurumları artık tümüyle bir yana itilmiştir. Kararlar bizzat İMF tarafından alınmakta, başında DB memuru Derviş'in olduğu bir ekip tarafından da uygulanmaktadır. İMF'nin bir dediğini hükümet iki etmemekte, düzenin tüm kurumları bu yönde hareket etmektedir. Hukuk ve demokrasi lafazanlığının böylesi bir süreçte artık yeri yoktur. Bunun içindir ki, "hukukçu cumhurbaşkanı" burjuva hukukunu yere çalan yasaları bir bir imzalamaktadır.

İMF'nin sadık bir uşağı olduğunu defalarca kanıtlamış olan Ecevit'in yakınmaları, bir uşağın sergilediği sadakat karşısında ödül beklerken sopa bulmasının verdiği şaşkınlıktan kaynaklıdır. Öyle ya, İMF'nin istediği 15 yasa görülmemiş bir hızla, işçilerin ve emekçilerin kafalarında cop kırılarak geçirilmiş, düzen tarihinin en parlak uşaklık örnekleri verilmiştir. Tüm bunların karşılığında biraz olsun pohpohlanmayı beklerken sopalanmak, Ecevit'in uşaklık gururunu incitmiştir.

Gelişmelerin ilk şaşkınlığıyla İMF'ye sitemlerini bildiren, zaman zaman da efelenen Ecevit, bir kez daha söylediklerini bir yana itmiş ve İMF'ye bağlılığını bildirmiştir: İMF bundan sonra da ne istiyorsa eksiksiz yerine getireceğiz; bu sözler, bu tescilli İMF memurunun aczinin ve zavallılığın yeni bir göstergesidir. Ama Ecevit şahsında dışa vuran bu acizlik ve zavallılık gerçekte Türk sermaye devletine aittir.

"Her Türk vatandaşının cebine
300 dolar koyuyoruz"

İMF başkanı Köhler'in Ecevit'e yazdığı mektuptan alınan bu ifadeler, burjuva medya tarafından krizin aşılmasını sağlayan sözler olarak manşetlerden verildi. Köhler'in mektubu bu sözlerle özetlendi. Güya Ecevit bu sözler üzerine ikna olup, liderler zirvesini hemen toplayarak krize son noktayı koymuş.

Burjuva medya böylece, daha birkaç gün önce İMF'ye diklenen Ecevit'in düştüğü durumu gözlerden gizlemeye çalışmaktadır. Yanısıra İMF'nin bozulan imajı tazelenmek istenmektedir. Oysa bu sözler işçi ve emekçi kitlelerle alay etmekten başka bir anlama gelmemektedir. İMF'nin vereceği birkaç milyar dolar için onursuzluğa imza atanlar, yaptıklarını bu tür gülünç yalanlarla gizlemeye çabalamaktadırlar. Bu da bir başka acizlik ve zavallılık örneğidir.

Alınan her borç, işçi ve emekçi kitleler için açlık, sefalet ve yıkımın derinleşmesi anlamına gelmektedir. Alınan birkaç milyar dolar Türk tekelci burjuvazisine yem yapılacak, faturası da emekçi kitlelere kesilerek, kat kat misli olarak İMF'ye gerisin geri akıtılacaktır.

Bu bir yana, Telekom üzerine koparılan yaygaranın tümüyle uluslararası Telekom tekellerinin çıkarlarının bir gereği olduğunu artık bilmeyen yoktur. Alınan son birkaç milyar dolar karşılığında "her Türk vatandaşının cebine 300 dolar" koyulmamış, gerçekte büyük bir soygunun önü açılmıştır. Ama soygun bununla da sınırlı kalmamıştır. İMF'nin son buyruklarından biri, hortumlanmış bankaların yenilerinin içini doldurmak üzere devlete teslimi olmuştur. Bunun faturası ise açıklanan ilk rakamlara göre 3 milyar dolar kadardır. Yani İMF'nin serbest bıraktığı son kredi diliminin neredeyse iki katıdır.

Tüm bunlar, düzen cephesindeki son bir haftalık gelişmeler tablosunun dört dörtlük bir oyun olduğunu göstermektedir. Bu, uzun dönemdir oyuncuları değişmeksizin oynanan bir oyunun yeni bir perdesidir. Emekçiler bu oyuna artık dur demedikleri sürece, önümüzdeki günlerde bu oyunun yeni perdeleri sahnelenecektir.


MHP "milliyetçiliği" yerlerde sürünüyor

Telekom yönetimi üzerinden kopan gürültünün düzen cephesindeki esas muhatabı MHP idi. Telekom üzerindeki rantı kaybetmemek için hükümet içi pazarlıklarla Telekom yönetimindne pay alan MHP, İMF'ye rağmen bunu elinde tutmakta diretince olanlar oldu. Ama sonuçta MHP'nin tüm bu hesapları İMF'den dönmüş oldu. MHP Telekom üzerindeki rantını yitirdi. Ama yitirdikleri bu kadarla kalmadı. Bu son gelişmeleri tam bir paçavraya dönen milliyetçilik maskesini onarmak için kullanma hevesleri de çöktü. MHP'nin milliyetçiliği böylelikle iyiden iyiye pazara çıkmış oldu.

Son bir haftalık gelişmeler bu açıdan MHP'nin traji-komik halini gözler önüne serdi. Örneğin, İMF buyruklarının yerine getirilmesi sonrasında MHP'li bazı bakanlar işi; MHP'nin hükümetten düşürülmesi için 10 milyar dolar önerenler var türünden gülünç hikayeler uydurmaya kadar vardırdı.


Öksüz İMF'ye çattı, yanıt Bahçeli'den geldi. Bahçeli; "Üslubunuza dikkat edin. MHP'yi bitirmek mi istiyorsunuz? Üslubunuz krizin faturalarının bize biçilmesine neden olacak." diyerek, iktidarın veya siyasal varoluşlarının nereden geçtiğini özetledi.


"Kucağa bir düştük, bir türlü kalkamıyoruz"

Bu sözler tescilli bir memur olan Emin Çölaşan'a ait. Çölaşan bu sözleriyle düzenin içerisine düştüğü utanç verici durumu yalın bir biçimde özetlemiş oluyor. Ki son gelişmelerin sırrı da buradadır. Emperyalizmin kucağını tek varlık zemini olarak görenlerin onun buyruklarına itiraz etmeleri de beklenemez.

Uzun yıllardır bu ülkenin ordusu Pentagon'a, maliye ve hazinesi İMF'ye, hükümeti de Beyaz Saray'a bağlıdır. Emperyalistlerin onayı ve isteği dışında bu düzenin göstermelik kurumları ve güçlerinin adım atmaları mümkün değildir. Onlar sadece ve sadece emperyalizmin basit birer kuklasıdırlar. Bundan dolayı kendilerini emperyalist efendilerine kanıtlamak için canla başla çalışır, işçi ve emekçilerin boyunlarını sıkmaktan çekinmezler. Bunu yapabildikleri oranda da, emperyalist efendilerince ödüllendirilir, önleri açılıp oturdukları kucakta yerlerini sağlamlaştırılır. Bunun içindir ki, yıllardır bu ülkede hükümete gelmek için Beyaz Saray'dan onay almak son derece doğal görülmektedir. "Kucağa düşme" onursuzluğu bizzat düzenin ideologları tarafından kitlelere olağan gösterilmeye ve kanıksatılmaya çalışılmaktadır.

Emperyalizmin kucağında oturmak, uşak takımı için varolmanın ve ayakta kalmanın temel koşuludur. Dolayısıyla, bugün emperyalizmin kucağına gönüllü olarak otururken ona efelenmek bu düzenin siyasal temsilcilerinin haddi değildir.


 

Susurluk hakimlerinden Susurluk tetikçilerine bir kıyak daha...

Kayıp silah davasına "zamanaşımı"!

Önce, "devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de" kahraman ilan edilmişti. Ardından "bin operasyon" itirafı ve giderek savunusu geldi. İçinde kontr-gerillanın timsali gibi mafya-polis-siyaset üçlüsünün bulunduğu bir mersedesin kamyona toslamasıyla açığa çıkan ilişkiler ağı, benzer gelişmelerin yaşandığı başka bir takım ülkelerde olduğu gibi, devletin kendini temize çıkarmak için bir takım tasfiye girişimlerine yol açmamıştı. Tersine, devletin en etkin kurumları tam bir mutabakat içinde ve sonuna kadar, Susurluk'u savundu. Hafta içinde aklamayla sonuçlanan kayıp silahlar davasının da gösterdiği gibi, savunmaya da devam etmekte.

Susurluk bir devlet ve düzen gerçekliğidir, demiştik daha en baştan. Kuşkusuz bu konuya ilişkin tek doğru tespitti. Düzen ve devlet cephesindeki ısrarlı savunma tutumu bile tespiti doğrulamaya yetiyor. Ancak, bu tespitin önemi ne kadar doğru olduğunda yatmıyor. Doğru tespitler doğru taktikler için kullanıldığı taktirde bir işleve sahip olabiliyor. Komünistlerin bu tespiti de, "Susurluk'un hesabını emekçiler soracak" sloganında hayat bulduğu oranda işlevselleşmiştir.
Devlet cephesinden bu savunmalar, aklamalar, korumalar vb., vb., "devlete sızmış çeteler" teorisyenlerine teorilerinin kofluğunu kanıtlayabildi mi bilemiyoruz. Fakat tüm bunlar, devletin bu suç örgütüne halen ve giderek daha fazla ihtiyaç duyduğunun bir itirafı olduğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunuyor. Bu böylece görülmediği, bu itiraf bir kanıt kabul edilmediği sürece, sisteme ve çeteleşen devletine karşı mücadele gereğince sürdürülemez, başarı kaydedilemez.

Susurluk mahkemelerinin, Susurluk suçlularına ilişkin bu aklama kararları, aynı zamanda, bir suçüstü olarak da kullanılabilmelidir. Evet, suçlular aklandı, ama, bu vesileyle Antalya'daki kontr-gerilla eğitim kampı, bu kamptaki CİA-MOSSAD egemenliği de açığa vurulmak zorunda kalındı. ABD-İsrail-Türkiye resmi şer ittifakının altında CİA-MOSSAD-MİT suç ittifakının nasıl kök saldığı tescil edildi. Bugün aklanmış olan katillerin İsrail'de katıldığı toplantılar, suikast silahlarının Antalya kontr-gerilla kampına nasıl getirildiği bilirkişi raporlarına ve mahkeme tutanaklarına geçirilmek zorunda kalındı. Davanın düşürülmesiyle gizlenen sadece silahların nerelerde, hangi siyasi cinayetlerde, hangi suikastlerde kullanıldığı, yani tetikçilerin şahsi suçlarıdır. Fakat asıl suçlu, yani çete devleti, tetikçilerine yönelik bu aklamalarıyla aslında kendi sorumluluğunu ve suçunu kabullenmiş oldu.

Silahların nerelerde kullanıldığına gelince; bütün bir dönemin faili mechul kalan siyasi cinayetlerine, suikastlerine, kaçırma-kaybetme vakalarına bakıldığında açıklıkla görülebilir. Bir ülkede, bir siyasi cinayetin "faili mechul" kalması, devletin bu işi üstü kapalı biçimde üstlendiğini anlatır. Suçu üstünden atmasının tek yolu suçluyu bulup cezalandırmasıdır.

Türkiye'de olan, suçluyu bulamamak bile değil, bulduğu halde cezalandırmamaktır. Son dava bunun sadece bir örneğidir. Bir başka çarpıcı örneği de, önümüzdeki günlerde tekrar görülmeye başlanacak olan Gazi davasıdır.

Suikast silahlarının nerelerde kullanıldığını mı merak ediyorsunuz, o halde örneğin Gazi'ye bakın...