Nisan ayında çıkartılan Şeker Yasasıyla pancar ekim alanları
daraltıldı. Bu, yıllardan beri pancar üreticiliğiyle uğraşan üreticilerden
bir kısmının artık pancar üretememesi, bir kısmının ise önceki yıllardan
daha az üretmesi demek olacak. Yeni yasa şeker fabrikalarının bir-iki
yıl içinde özelleştirilmesini öngördüğü için, 200 bin pancar üreticisinin
büyük kısmının akibeti yoksullaşma ve yıkımdan başka bir şey değil. Şu sıralar çıkması için uğraşılan Tütün Yasası da benzer
bir sonuç yaratacak. Ülkede yaklaşık 500 bin işletmede tütün üretiliyor.
Bunların çok büyük bir kısmı küçük işletme. Gene bunların önemli bir
kısmında başka bir ürün üretme şansı yok. Dolayısıyla Tütün Yasasının
çıkması ve buna bağlı olarak TEKELin parçalanıp özelleştirilmesi
tütün üretimini darmadağın edecek. Yüzbinlerce tütün üreticisi daha
beter bir yoksullaşma ve yıkımla karşı karşıya kalacak. Tarımın diğer alanlarında da durum çok farklı değil. Daha şimdiden
birçok ürün dalında üretim geçen yıllara göre gözle görülür bir biçimde
azaldı. Sözgelimi buğday üretimi iki yıl içinde 20 milyon tondan 16
milyon tona geriledi. Yıkım kır burjuvazisinin bir kısmını da etkiliyor ve tasfiyeyle yüzyüze
bırakıyor. Bunun bizim açımızdan önemli olan yanı, büyük toprak sahiplerinin
ya da tarım kapitalistlerinin işletmelerinde çalışan kır proleterlerinin
de giderek artan bir biçimde işsizlik ve açlıkla yüzyüze kalmasıdır.
Zira sıkıntıyla yüzyüze kalan kır burjuvazisi, tıpkı kentteki sınıf
kardeşleri gibi kriz ve yıkımın yükünü doğrudan doğruya sömürdüğü işçilere
fatura etmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak kırda da işsizlik çığ gibi
artmakta, ücretler düşmekte ve çalışma koşulları ağırlaşmaktadır. Tarım üretimine bir şekilde katkısı olan KİTlerin ve Ziraat Bankasının
bu işlevlerinden uzaklaştırılıp özelleştirilecek olması, her türlü destek
politikasının 2002 yılı sonuna kadar terkedileceğinin kesin bir dille
açıklanması göstermektedir ki, eğer bu saldırılar dişe diş bir mücadeleyle
püskürtülmeyecek olursa, önümüzdeki bir-iki yıl içinde tarımdaki yıkım
gerçekten korkunç boyutlar alacak, milyonlarca küçük üretici köylü açlık
ve sefaletle karşı karşıya kalacaktır. Yıkım ve yoksullaştırma planlıdır Kırdaki yıkımı bazı sermaye politikacılarının yanlış yönetimine ya
da yanlış politikalara bağlamak doğru değildir. Çünkü bu bilinçli bir
tarzda gerçekleştirilen bir yıkımdır. Türkiye nüfusunun yüzde 35inden fazlasının kırsal alanda yaşadığı,
mevcut işgücünün ise yaklaşık yüzde 45inin tarımsal üretimle uğraştığı
biliniyor. Ulusal gelirin yüzde 15i de tarımdan sağlanıyor. Öte
yandan birçok temel ürün dalında Türkiye kendi ihtiyaçlarını rahatlıkla
karşılayabilecek bir üretim kapasitesine sahip. Daha on yıl öncesine
kadar gıda üretiminde kendi kendine yeten ülkelerden biri olarak anılması
da bunun göstergesi. Yıkım planları kırdaki bu tabloyu emperyalizmin çıkarları doğrultusunda
değiştirmek üzere devreye sokulmaktadır. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bundan iki yıl önceki bir konuşmasında;
Türkiye kırlarındaki nüfusun gerekenden çok fazla olduğunu, bu nüfusun
yüzde 35lerden yüzde 12lere çekilmesi gerektiğini söylemişti.
Ona göre böylelikle bugünkü çok parçalı toprak yapısı ortadan kaldırılmış
olacak, tarımda büyük ölçekli kapitalist üretim gelişecekti. Demirel
bunları söylemekle bir bakıma emperyalizmin ne istediğini de dile getirmiş
oluyordu aslında. Çok iyi bildiği halde söylemekten kaçındığı ise, ekip
biçtiği ya da çalıştığı topraktan sökülüp kopartılan 15 milyon kadar
insanın durumunun ne olacağıydı. Gerçekten de tarımda yaşanacak büyük yıkım emperyalist tekellere ve
onlarla çıkar birliği içindeki yerli tekelci burjuvaziye iki yönlü olanak
sağlayacak. Birincisi, tarımsal üretimin yıkıma uğratılıp emperyalist tarım tekellerine
ve ortaklarına yeni pazarlar ve yatırım olanaklarının açılmasıdır. Çünkü,
üretimin azalması sayesinde hem gıda ürünleri ithalatı artacak, hem
de büyük kapitalist tarım işletmeleri kurmanın olanakları genişleyecek.
Öte yandan, tarımsal KİTlerin tasfiyesinin doğuracağı boşluk da
gübre ve tohum üretimi gibi alanlarda yeni yatırım imkanları demek. İkincisi ise, kentlere akan milyonlarca aç ve yoksul insanın, tekellerin
ucuz emek-gücü ihtiyacı çerçevesinde değerlendirilmesidir. Tarımsal
üretimi yıkıma uğratılan tüm bağımlı ülkelerde böyle olmuştur. Hindistandan
Filipinlere ve Meksikaya kadar buna birçok çarpıcı örnek verilebilir.
Kentlere akan, proleterleşme sürecinden ve mücadele deneyiminden henüz
geçmemiş milyonlarca insanın bir bölümü, kapitalist tekellere ait işletmelerde
en düşük ücretler karşılığında ve en kötü koşullarda çalıştırılacak.
Tıpkı bugün birçok ülkede insanların günlük 1 doların altında ücret
karşılığında çalıştırılması gibi. İş bulamayıp çalışamayanlar ise yedek
işgücü ordusunu oluşturacaklar. Ve burjuvazi tarafından iş bulup çalışma
şansını yakalayanlara karşı ehlileştirici, byun eğdirici
bir silah olarak kullanılacaklar. İşte emperyalizm ve Türkiye burjuvazisi böylesine büyük sonuçlar doğuracak
tarihsel bir yıkım planını adım adım uygulamaya sokmaktadır. Sınıfa karşı sınıf! Düzene karşı devrim! Bu bir sınıf politikasıdır. Sermaye tarafından sadece Türkiyede
değil bütün dünyada hayata geçirilmektedir. Çünkü çürüyüp kokuşan kapitalist
düzeni ayakta tutmanın, ömrünü uzatabilmenin bir yolu da bağımlı ülkelerin
mevcut ekonomik yapısını yıkıma uğratarak yeni pazar ve yatırım olanakları,
yeni ucuz işgücü kaynakları yaratmaktan geçmektedir. Sermaye sınıfının kendi düzeninin ömrünü uzatmak adına tüm dünyayı
tahrip etmesinin, milyarlarca insana açlık, yoksulluk ve büyük acılar
yaşatmasının önüne de ancak bir sınıf politikasıyla çıkılabilir. Bu
işçi sınıfının devrimci politikasıdır. Emperyalizmin yıkım politikalarına
ancak işçi sınıfının devrimci politikasıyla karşı durulabilir. O nedenle emekçi köylülük ve kır proleterleri, giderek ağırlaşan yıkıma
karşı büyüyen tepki ve öfkelerini işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirmelidir.
Bugün tarım KİTlerinin de aynı saldırının hedefinde olması, mücadele
kanallarını birleştirmek için anlamlı olanaklar sunmaktadır. Bu olanaklar
kullanılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, işçi sınıfının öncülüğünde kavgayı
büyütmenin, devrimci mücadeleyi örgütlemenin dışında hiçbir yol kırlardaki
yıkımın önüne geçemez. Kitlesel yoksullaşmayı, açlık ve sefaleti önleyemez.
Tarımda emperyalist yıkım ve
Hem hükümet, hem de İMF ve Dünya Bankası yetkilileri, destekleme fiyatlarının
kaldırılmasından sözederken, küçük üretici köylülüğü desteklemek için
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemine değinmeden edemiyorlar. Düzen
sözcülerine göre daha önce uygulanan fiyat destekleme politikaları kötü,
fakat Doğrudan Gelir Desteği sistemi iyi. Biri yerin dibine batırılırken,
diğeri göklere çıkarılıyor bu yüzden. Dervişin adıyla anılan son niyet mektubunda da, Çiftçilere
doğrudan gelir desteği uygulamasının başlatılmasına paralel olarak,
destekleme fiyatlarının en fazla hedeflenen enflasyon oranında tutulması
şeklinde bir ifade yer alıyor. Kısaca ifade etmek gerekirse, Doğrudan
Gelir Desteği sistemi, İMF ve Dünya Bankasının dayatmaları doğrultusunda
şimdiye kadar tarımda uygulanan fiyat destekleme sisteminin yerine geçirilmek
istenen bir mekanizma. Esas olarak belli bir miktardan toprağa sahip
köylülere, sadece o toprağa sahip oldukları için doğrudan bir para ödenmesine
dayanıyor. Şu anda bazı pilot bölgelerde denenen sisteme göre; 200 dönümden
az toprağı olan çiftçilere, o toprakta bir şey üretip üretmediğinden
bağımsız olarak, dönüm başına yıllık 5 dolar ödeneceği söyleniyor. Burada küçük köylüye söylenen çıplak yalanlarla emperyalizmin sinsi
bir planının içiçe geçtiğini görüyoruz. Çıplak bir yalan. Çünkü Türkiyede toprak mülkiyeti hayli parçalı
ve 200 dönümün altında toprak sahibi olan milyonlarca küçük üretici
köylü var. Bunların hepsine dönüm başına 5 dolar ödeme yapılacak olsa,
devlet bütçesinin çok büyük bir kısmının bu işe ayrılması gerekecek.
Buradan da şu sonuç çıkıyor. Yeni sistemi oturttuktan ve eski destekleme
sistemini bütünüyle tasfiye ettikten sonra, ya dönüm başına ödenen parayı
bir hayli azaltacaklar ve göstermelik bir rakama indirecekler. Ya da
bu desteği giderek bazı bölgelerle ya da ürün türleriyle sınırlayacaklar.
Örneğin Meksikada, gene Dünya Bankası ve İMFnin dayatmalarıyla,
94ten sonra bu sistem devreye sokuldu. Bugün ise Meksikada
sadece belli ürün türleri için ödeme yapılıyo. Topraktan kopan Meksika
köylüsü ise ABD ekonomisi için ucuz işgücüne dönüştü. Doğrudan Gelir Desteği sistemi aynı zamanda sinsi bir planın parçası.
Sistem aslında küçük köylüye ekonomik yardım sağlamaktan çok mevcut
tarımsal üretimi yıkıma uğratma hedefi taşıyor. Küçük köylüye şu deniyor.
Senin geçinmek için toprağında bir şeyler ekip biçmene hiç gerek
yok. Çünkü devlet sana geçinebileceğin kadar bir yardım verecek.
Böylece ülkedeki tarımsal üretimin hızla azaltılması, giderek tümüyle
tasfiye edilmesi ve uluslararası tekellere büyük pazarlar açılması sağlanmak
isteniyor. Yani küçük üretici köylülüğün üretimle bağı kesiliyor. Bu
arada ülke tarıma dayalı gıda ve ihtiyaç maddelerini ithalat yoluyla
karşılamak zorunda bırakılıyor. Bütün bunlar da gösteriyor ki, Doğrudan Gelir Desteği sistemi küçük
köylülüğün desteklenmesine değil, fakat tarımın gerçek anlamda yıkıma
uğratılmasına hizmet ediyor. Yalan ve sinsi planlarını düzenin efendilerinin suratlarına çarpmak
ise, işçi sınıfıyla kader birliğini geliştirerek mücadeleyi büyütmekten
geçiyor.
Tarımda yıkımın yeni adımı: Tütün Yasası
Hazırlanan Tütün Yasası hem tütün üreticisinin elini kolunu
bağlayacak, onu topraktan koparıp atacak düzenlemeler içeriyor. Hem
de TEKELin özelleştirilmesinin yasal altyapısını döşüyor. Buna
karşılık ise, uluslararası sigara tekellerine ve onların ortağı yerli
sermaye gruplarına sınırsız sömürü ve vurgun alanları açıyor. Yasa TEKEL tarafından yerine getirilen tüm işlerin bundan sonra kurulacak
Tütün Kurulu tarafından yerine getirilmesini öngörüyor.
7 kişiden oluşan bu kurul TEKELin tüm yetkilerini devralacak.
Hiçbir işi ve işlevi kalmamış olan TEKEL ise böylelikle özelleştirmeye
hazır hale gelecek. Sigara fabrikaları, yaprak tütün işleme tesisleri
ve diğer TEKEL işletmeleri kapanın elinde kalacak. Yasaya göre; * Ekim izni alanlar bu işi ancak çok sıkı kurallar ve yoğun bir denetim
altında yapabilecekler. Örneğin izin belgesinde hangi türden kaç kilo
tütün üretileceği belirlenmişse o kadar tütün teslimatı zorunlu olacak.
Karnede yazılandan az ya da çok üreten üreticiler para cezası ödemek
zorunda kalacak. * Belirlenen bölgelerin dışında tütün ekimi yapmak ise suç sayılıyor.
Bu tür durumlarda hem tespit edilen üreticinin fideleri jandarma tarafından
sökülüp imha edilecek, hem de üreticiye ağır para cezası ve hapis cezası
verilecek. * Tütün üretiminin bu kurallara uygun yapılıp yapılmadığını denetleme
işi ise jandarmaya ve köy muhtarlarına veriliyor. Üstelik bu iş gereken
ciddiyetle yapılmayacak olursa jandarma ve muhtarlara da para cezası
verilebilecek. Yasa yalnızca tütün ekimindeki sıkı kuralları belirlemiyor. Sigara
ve diğer tütün mamüllerini kimlerin üretebileceği ve kimlerin ithal
edebileceği de yasada ayrıntılı olarak tarif ediliyor. Bunlarla ilgili
hükümler aynen şöyle: Türkiyede tütün mamülleri üretmek isteyenler, yıllık üretim
kapasitesi, tek vardiyada sigara için 2 milyar adet, diğer tütün mamülleri
için ise 1 milyon adetten az olmamak kaydıyla, tütün hazırlama bölümleri
olan tam ve yeni teknolojili tesisler kuracak. Bu şartları yerine getirenler,
ürettikleri tütün mamüllerini serbestçe satabilecek, fiyatlandırabilecek,
dağıtabilecek ve ihraç edebilecek. Sigara ithalatı konusundaki hüküm ise şöyle; Türkiyede
marka bazında sigara için en az iki milyar adet, diğer tütün mamülleri
için en az bir milyon adet üreten ve satanlar aynı markadan olmak üzere
serbestçe ithalat yapabilirler, fiyatlandırabilirler ve satabilirler. *** Tütün daha çok parçalı ve kıraç topraklarda yetiştirilen bir ürün.
Şu an yaklaşık 500 bin küçük üretici köylünün tütüncülük yaptığı hesap
ediliyor. Aileleriyle birlikte düşünüldüğünde, 3 milyon kişinin tütüncülükten
ekmek yediğini söylemek mümkün. Yasanın uygulanmasına geçildikten sonra 500 bin üreticiden yüzbinlercesi
tütün ekemez hale gelecek. Tarlası tütün ekim bölgelerinin dışında kalanlar
tütüncülüğü bırakacaklar. Ya başka bir ürüne yönelecekler, ya da topraklarını
satıp göç edecekler. Başka bir ürüne yönelmek ise sorunlu bir iş. Çünkü
birçok bölgede tütün yetişen alanlarda başka bir bitki yetiştirmek ya
mümkün değil, ya da mümkün olsa bile para getirmiyor. Sonuç olarak yüzbinlerce
tütün üreticisi topraktan sökülüp atılacak. Ucuz işgücü olarak kentlerin
yolunu tutacak. Yıkıma uğrayan, topraktan sökülüp atılan tütün üreticilerinin yerini
ise uluslararası tütün ve sigara tekelleriyle onların yerli ortakları
alacak. Dünyanın 4 büyük sigara tekelinden Philip Morris zaten 1984ten
beri Türkiyede yatırım sahibi. Sabancı Holdingle birlikte
kurduğu fabrikalarda sigara üretip satıyor. Ürettiğinden çok daha fazlasını
yurtdışından getirip pazarlıyor. British American Tobacco isimli sigara
tekeli ise Koç Holdingle birlikte piyasaya girmek için uygun zamanın
gelmesini bekliyor. Yeni Tütün Yasasının çıkmasıyla birlikte
meydan bu iki tekele ve ortaklarına kalacak.
Tütün Yasası ve Bakan Yalovanın
istifası
Bakan Yalovanın istifası basının bir kesimi tarafından İMF politikalarına
karşı bir çıkış olarak yansıtıldı. Güya Yalova Niyet Mektubunu
kim yazdıysa, kim imzaladıysa o sorumludur diyerek tütün
üreticisinin mağdur edilmesine karşı çıkmış, bu sözleri ortalığı
karıştırınca da Mesut Yılmazın isteğiyle istifa etmek zorunda
bırakılmıştı. Yalovanın istifasının Ecevit ve Yılmazın zorlamasıyla gerçekleştiği
elbette doğru. Ama ona Tütün Yasasıyla ilgili sözleri söyleten
ve istifaya zorlanmasına yolaçan nedenlerin tütün üreticilerinin savunulmasıyla
uzaktan yakından bir ilgisi bulunmuyor. İşin aslı başka. Farklı tekeller ve onların ortağı durumundaki sermaye grupları (bunların
başında Koç ve Sabancı Holding gelmektedir) tütün üretiminin yıkımından
sonra sigara ithalatının büyük artış göstereceğini düşünüyorlar ve buradan
kapacakları payı büyütmek için şimdiden uğraşıyorlar. Çıkacak yasanın
da kendi çıkarlarına göre şekillenmesini istiyorlar. Kimlerin sigara
ithalatı yapabileceğiyle ilgili yasa maddesi şu anki biçimiyle Koç Holdingin
bu işten daha fazla pay almasını sağlıyor. Yalova da yasanın bu maddesine
itiraz ediyor. Eğer ilgili yasa maddesi Yalovanın istediği şekilde
düzenlenecek olursa, bu kez Sabancı Holding bu işten büyük vurgunlar
vuracak. İşte tüm kavga yasanın kimin çıkarlarına göre şekilleneceği
meselesinden çıkıyor. Değişik düzen partileri ya da değişik bakanlar
zaman zaman arklı sermaye gruplarının, farklı uluslararası tekellerin
çıkarlarının savunuculuğunu üstleniyorlar. Doğal olarak aralarında didişmeler,
çamur atmalar ya da söz düelloları yaşanıyor. Bazen de işin sonu istifalara
kadar gidebiliyor. Tıpkı Philip Morris tekeli ve onun ortağı Sabancı
Holdingin çıkarlarının savunuculuğunu yapan, bu uğurda istifa
etmek zorunda kalan Yüksel Yalova gibi. Zaten düzen politikacılarından başka bir şey de beklenemez. Onların
gerçek görevi ezilenlerin, sömürülenlerin, yıkım politikasından zarar
görenlerin çıkarlarını savunmak değildir. Böyle yapıyormuş gibi görünürler
sadece. Asıl görevleri ise uluslararası tekellerin, holdinglerin çıkarlarını
meclis ve hükümet çatısı altında koruyup kollamaktır. Milyonlarca dolar
rüşvet bunun için verilir onlara. Tütün üreticilerinin ve TEKEL işçilerinin sermaye politikacılarının
laflarına, sahte sahiplenme gösterilerine artık karnı doymuş olmalıdır.
Artık gün yıkıma karşı birleşik mücadele günüdür.
Yoksulluğun Küreselleşmesi kitabından... Somali: Kıtlığın gerçek nedenleri
Somali ekonomisi göçebe çobanlar ile küçük çiftçiler arasındaki değişime
dayalı bir kır ekonomisiydi. Göçebe çobanlar nüfusun %50sini oluşturuyordu.
1970lerdeki yeniden yerleşim programları geniş bir kırsal ticaret
sektörünün gelişmesine yol açtı. 1983 yılına kadar hayvancılık ihracat
gelirlerinin %80ini oluşturuyordu. Üst üste gelen kuraklıklara
rağmen Somali 1970lere kadar gıda açısından kendine yeterliliğini
korudu. 1980lerin başındaki İMF müdahalesi Somalinin tarım krizinin
şiddetlenmesini sağladı. Ekonomik reformlar göçebe ekonomiyle
yerleşik ekonomi -çobanlarla küçük çiftçiler arasında parasal
işlemlerin yanısıra geleneksel takasla karakterize olan değişim- arasındaki
kırılgan değişim ilişkisini zayıflattı. Büyük ölçüde Somalinin
Paris Kulübüne olan borçlarını ödemesini sağlamak için hükümete
çok sıkı bir tasarruf programı dayatıldı. (...) Gıda tarımının imhasına doğru Yapısal uyum programı Somalinin tahıl ithalatına bağımlılığını
artırdı. 1970lerin ortasından 1980lerin ortasına kadar gıda
yardımı onbeş kat yükselerek, yılda %31 oranına çıktı. Artan ticari
ithalatla birlikte iç piyasada satılan ucuz ihtiyaç fazlası buğday ve
pirinç akışı, yerel üreticileri yerlerinden etti, bununla beraber gıda
tüketim tarzında geleneksel ürünler (mısır, süpürgedarısı) aleyhine
temel bir değişim yaşandı. Haziran 1981de İMFnin dayattığı
Somali Şilinin devalüasyonunu, yakıt, gübre ve tarım girdilerinin
fiyatlarında artışlara neden olan periyodik devalüasyonlar izledi. Özellikle
yağmurdan yararlanan çifçiler bundan hemen etkilendiler, fakat aynı
zamanda sulama yapılan tarım alanlarında da etki hissedildi. Kentlerdeki
alım gücü olağanüstü düşüş kaydetti, hükümetin verdi¤i kredilerin
vadeleri kısaltıldı, altyapı çöktü, tahıl piyasasındaki kuralsızlaştırma
ve gıda yardımı akışı çiftçi topluluklarının yoksullaşmasına
yol açtı. Aynı zamanda bu dönemde, en verimli tarım arazileri bürokratlar, subaylar
ve hükümetle bağlantısı olan tüccarlar tarafından ele geçirildi. Kredi
kuruluşları iç piyasa için gıda üretimini teşvik etmektense, en iyi
sulanan arazilerde, ihracat için sözde yüksek değerli meyve,
sebze, yağ tohumu ve pamuk üretimini teşvik ettiler. Hayvancılığa dayalı ekonominin çöküşü İthal edilen hayvan ilaçlarının fiyatları 1980lerin başından
itibaren, paranın değer kaybetmesinin sonucu olarak artmaya başladı.
Dünya Bankası göçebe çobanlara verilen veterinerlik hizmetlerinden,
aşılama da dahil olmak üzere zorla ücret alınmasını destekledi. Veteriner
ilaçları için özel bir pazarın oluşması teşvik edildi. Hayvancılık bakanlığının
işlevleri aşama aşama kaldırıldı, bakanlığın Veterinerlik Laboratuvar
Hizmetleri, maliyeti karşılama gerekçesiyle tamamen ücretli hale getirildi.
Dünya Bankasına göre: ...Veterinerlik hizmetleri tüm bölgelerde hayvancılığın gelişimi için
zorunludur ve bu hizmetler esas olarak özel sektör tarafından sağlanabilir
(...) Uzak kırsal alanları az sayıda özel veteriner tercih edeceğinden,
gelişkin hayvan bakımı da ikinci dereceden veterinerlere
dayanacak, bunlara ilaç satışlarının gelirlerinden ödeme yapılacaktır. Hayvan sağlığının özelleştirilmesi, kuraklık dönemlerinde hayvanları
besleyecek acil yardımın yokluğu, suyun ticarileşmesi, suyun ve otlak
korunmasının ihmal edilmesiyle birleşti. Sonuçlar tahmin edilebilirdi:
Ülke nüfusunun %50sini oluşturan çobanlar ve çiftçiler imha edildi.
Bu programın gizli amacı geleneksel değişim ekonomisiyle
geçinen göçebe çobanları ortadan kaldırmaktı. Dünya Bankasına
göre çobanlar düzeyinde uyum her koşulda yararlıydı, çünkü
Aşağı Sahra Afrikasında göçebe çobanlara çevrenin bozulmasının
nedeni olarak bakılıyordu. Veterinerlik hizmetlerinin çöküşü dolaylı olarak zengin ülkelerin çıkarlarına
da hizmet etti: 1984te Somalinin Suudi Arabistan ve Körfez
ülkelerine yaptığı sığır ihracatı sıkıntıya girmişti çünkü Suudilerin
et ithalatı Avusturalya ve Avrupa Birliğindeki ithalatçılara geri
dönüyordu. Suudi Arabistanın Somaliye dayattığı hayvancılık
yasağı, sığır vebası salgını bittikten sonra da kaldırılmamıştı. Devletin imhası Devlet harcamalarının Bretton Woods kuruluşlarının denetiminde yeniden
yapılandırılması da gıda tarımının imhasında önemli bir rol oynamıştır.
Tarımsal altyapı çökmüş ve tarıma yapılan cari harcamalar 1970lerin
ortalarına göre %85 düşürülmüştür. Somali hükümetinin yerel kaynakları
hareket geçirmesi İMF tarafından önlenmiştir. Bütçe açıkları için sıkı
hedefler oluşturulmuştur. Dahası bağışçılar, sermaye ve teçhizat ithali
olarak değil de gıda yardımı biçiminde yardım
sağlamayı artırmışlardır. Daha sonra bu gıda yardımı hükümet
tarafından iç piyasada satışa çıkarılacak ve satış gelirleri (buna telafi
fonu adı verilmiştir) kalkınma projelerinin yurtiçi maliyetini
karşılamak için kullanılacaktı. 1980lerin başında gıda yardımlarının
satışı devletin temel gelir kayna&urren;ını oluşturdu ve bağışçıların
tüm bütçeleme süreçlerinin denetimini ellerine geçirmelerine olanak
tanıdı. Ekonomik reformlar sağlık ve eğitim programlarının parçalanarak yok
edilmesine yol açtı. 1989a gelindiğinde, sağlık harcamaları 1975deki
düzeyine göre %78 azalmıştı. Dünya Bankası rakamlarına göre, bir ilkokul
çocuğu başına düşen yıllık eğitim harcamalarının düzeyi 1982de
82 ABD Doları iken, 1989da 4 ABD Dolarına düşmüştü. 1981den
1989a kadar okul kayıt oranları (okul çağındaki nüfus önemli ölçüde
artmış olmasına rağmen) %41 düşmüş, sınıflarda ders kitapları ve okul
malzemeleri görülmemeye başlanmış, okul binaları harap olmuş ve ilkokulların
yaklaşık dörtte biri kapanmıştır. Öğretmen maaşları muazzam bir düşüşle
en alt düzeye inmiştir. İMF-Dünya Bankası programı Somali ekonomisini bir kısır döngüye sokmuştur:
Çobanların imhası göçebe köylüleri açlıktan ölmeye mahkum ederek, tahıllarını
sığır karşılığında satan veya takas eden tahıl üreticilerini boşlukta
bırakmıştır. Kırsal ekonominin tüm sosyal dokusu çözülmüştür. Azalan
sığır ihracatı ve (Körfez ülkelerinde çalışan Somalili işçilerin gönderdikleri)
işçi gelirleri, döviz girdilerinin azalmasına neden olmuş, bu da ödemeler
dengesinin ve devletin kamu finansmanının bozulmasına yol açarak, hükümetin
ekonomik ve sosyal programlarını çökertmiştir. Hükümetin teşvik ettiği ABD tahılının fiyatları düşürmesinin yanısıra
tarımsal girdi fiyatlarının yükselmesi, küçük çiftçilerin yok olmasına
yol açmıştır. Kentte yaşayanların yoksullaşması da gıda tüketiminin
azalmasına neden olmuştur. Buna karşılık sulanan arazilere yapılan devlet
yardımı dondurulmuş ve devlet çiftliklerindeki üretim azalmıştır. Devlet
çiftlikleri daha sonra Dünya Bankası denetiminde kapatılacak ya da özelleştirilecektir.
Dünya Bankası tahminlerine göre, kamu sektöründeki gerçek ücretler
1989da, 1970lerin ortalarına göre %90 azalmıştır. Kamu yönetiminin
kaçınılmaz çözülüşünden sonra kamu sektöründeki ortalama ücretler ayda
3 dolara düşmüştür. Dünya Bankası kamu hizmetlerinde çalışanların ücretlerini
iyileştirmek için (kamu hizmetleri reformu kapsamında) bir program önermiş
ama bu reformun aynı bütçe paketi içinde kalınarak, kamu çalışanlarının
%40ını işten çıkartıp, ek ücretleri ortadan kaldırarak yapılmasını
istemiştir. Bu plana göre kamu hizmetleri, (altmış milyon nüfuslu bir
ülkede) sayıları 1995e kadar 25.000e indirilecek kamu çalışanıyla
yapılacaktı. Kimi bağışçılar kamu çalışanlarının azaltılmasından doğacak
maliyeti karşılamak konusunda yoğun ilgi gösterdiler. Uluslararası bağışçılar topluluğu, felaket tehdidi karşısında ülkenin
ekonomik ve sosyal altyapısını iyileştirmek, satın alma gücünü yükseltmek
ve kamu hizmetlerini yeniden inşa etmek için hiçbir girişimde bulunmadı:
Ocak 1991de General Siyad Barre hükümetinin çöküşünden (iç savaşın
çıkmasından) bir yıl önce kreditörlerce önerilen makro ekonomik uyum
tedbirleri, kamu harcamalarının daha da kısılmasını, Merkez Bankasının
yeniden yapılandırılmasını, (gerçekte özel sektörü sekteye uğratan)
kredi liberalizasyonunu ve çoğu devlet işletmesinin tasfiyesini veya
kendi haline bırakılmasını gerektirdi. 1989da borç servisi yükümlülükleri ihracat gelirlerinin %194.6sına
ulaştı. Somalinin büyük miktarda vadesi geçmiş borcu olması nedeniyle
İMF kredileri kesildi. Dünya Bankasının Haziran 1989da onayladığı
70 milyon dolarlık yapısal uyum kredisi, Somalinin kötü makro-ekonomik
performansı nedeniyle birkaç ay sonra donduruldu. Yeni kredilerin verilmesinden
ve yeni borç takvimi hazırlanmasından önce eski borçların ödenmesi gerekiyordu.
Somali borç servisi ve yapısal uyum kıskacında sıkıştırılmıştı. (...) Somali deneyimi 20. yüzyılın sonlarındaki kıtlığın gıda yokluğundan
kaynaklanmadığını göstermektedir. Tersine, kıtlıklar tahıl ürünlerinin
küresel olarak fazla arzedilmesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. 1980lerin
başından beri tahıl piyasaları Dünya Bankasının denetiminde kuralsızlaştırılmış
ve ABD tahıl fazlası (Somali örneğinde olduğu gibi) sistematik olarak
köylülüğü tahrip etmek ve ulusal gıda tarımını istikrarsızlaştırmak
için kullanılmıştır. Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi
Uluslararası sermayenin tarımda yıkım programı
- Tarım birliklerinin özelleştirilmesi (tarım çiftlikleri, gübre, tohumluk
ve fidanlık işletmeleri, sulama sistemleri) Bu yıkım programı bize, ülkenin krizden çıkmasının olmazsa olmaz bir
koşulu olarak dayatılıyor. Yani emperyalist tekeller bu ülke için bir
kefen biçmiş durumdalar. Tarıma yönelik desteklerin kalkmasını savunan AB ve ABD, dünyada tarımsal
destekleme politikalarını en fazla uygulayanlardır. İkisi de tarımsal
altyapılarını geliştirmek için büyük fonlar kullanmışlar, iç üretimlerini
desteklemişler, oluşturdukları dış ticaret rejimleriyle tarım ürünlerine
yüksek oranlı korumalar getirmişlerdir. Bugün AB ve ABD yükselen ürün
stoklarını eritme sorunuyla yüzyüzedir. Emperyalist tarım tekellerine
yeni pazar alanlarının açılması için bağımlı ülkelerde tarımının çökertilmesi
hedeflenmektedir. Bunu ise, DTÖ, DB ve İMF gibi kuruluşlar aracılığıyla
hayata geçirmektedirler. Türk burjuvazisi de uluslararası sermayenin görüşlerini savunmaktadır.
TÜSİADın üniversite öğretim üyelerine hazırlattığı raporda, tarımın
piyasa koşullarına terkedilmesi, devlet desteğinin sona erdirilmesi
önerilmekte, bunun çerçevesi çizilmektedir. Oysa az gelişmiş ülkelerde tarımsal üretim, tarım kesimi istihdamının
büyüklüğü nedeniyle, yanısıra kentli nüfusun ihtiyaçları açısından büyük
önem taşımaktadır. Uluslararası sermayenin yol açtığı açlık Dışa açılmanın hızlanmasıyla, gelişmesini dolaysız olarak dünya ticaretine
bağlayan Afrika ülkeleri açlık girdabına sürüklendiler. Bu ülkelere
İMF programlarıyla tek üründe uzmanlaşma dayatıldı ve bilinçli politikalarla
tarım yıkıma uğratıldı. Bu durum özellikle Afrika ülkeleri için belirgindir. BMnin 97
yılı raporuna göre, dünyanın en yoksul ülkeleri, tarımın milli gelirde
en büyük paya sahip olduğu Sahra Afrikasındadır. Uluslararası
sermayenin baskılarına boyun eğen bu Afrika ülkelerinde 1980-89 yılları
arasında kişi başına düşen milli gelir yüzde 21 oranında gerilemiştir. Açlık büyük ölçüde 1982lerden beri bölgede uygulanan yapısal
uyum programlarının bir ürünüdür. Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi
ve dış yardımların etkileri ile, durum daha da ağırlaştı. Borç krizine
giren ülkelere dayatılan İMF reçeteleri ile yerel köylü ekonomileri
yıkıma uğratıldı. Bu ülkelerin ekonomilerini dışa açmak, ABD buğday
fazlasının dampinginin, yerli ürünün yarı fiyatına satılabilecek hayvansal
ürünlerin ithalinin yolunu açmak demekti. Tarımsal ve hayvansal üretime
her türlü destek kesildi. Bunun sonucunda yerel tarım ve hayvancılık
hızla çöktü. Böylece, hem üzerinde üretim yapılan topraklar boşaldı,
hem de kendini besleyemeyen bir nüfus doğdu. Sahra Afrikası ülkelerinde
1997de, fiyat kontrolü ve gübre sübvansiyonu uygulayan ülke syısı
ikiye düşmüştü. Afrika ülkelerinde uygulanan tarımda yıkım programının sonucu açlık
olmuştur. Ülkemizde uygulanan yıkım programının sonucu da farklı olmayacaktır.
Bu topyekûn saldırılara karşı koymak, ancak devrimci bir program altında,
işçi sınıfının bayrağı altında savaşmakla mümkündür. Bundan sonrası sosyalizm değilse, barbarlık olacaktır! T. Yıldız |
|||||