Kriz ve devrimci sınıf
çizgisi/6
Ordu hakkında hayaller yaymak
Perinçekçi partinin muradı Perinçekçi partinin muradı başka, bunu biliyoruz. Perinçekçi partiye
göre Türkiye ekonomisi bir ulusal ekonomi, Türkiyenin piyasası bir
ulusal piyasa, Türkiyenin devleti bir ulusal devlet ve Türkiyenin
ordusu bir ulusal ordu. Küreselleşme de, ulusal olan bütün bu ilişkilere
ve kurumlara savaş açmak demek olduğuna göre, tüm bu ulusal güçler ve
kurumlar çok geçmeden silkinip yeni bir milli kurtuluş savaşıyla işin
içinde çıkacaklarmış! Doğasında varmış; tüm bu güç ve kurumlar, küreselleşmeye
karşı ulusal ekonomi, ulusal piyasa, ulusal devlet ve orduya dayanarak
direnirlermiş. Tüm bunlar dayanaksız palavralardan, gerçek dışı safsatalardan başka
bir şey değil. Ortada ne böyle bir ulusal ekonomi, ne böyle bir ulusal
piyasa, ne böyle bir ulusal devlet, ne de böyle bir ulusal ordu var. Ortada
emperyalizme her alanda ve her bakımdan göbekten bağımlı bir sınıf egemenliği
sistemi var. Bunun dayandığı, bilim dilinde adına Türkiye kapitalizmi
denilen bir iktisadi-sosyal yapı var. Bu yapı boşlukta durmuyor, ona dayanan,
ona dayanarak hüküm süren bir egemen sınıf, bu sınıfın da bir iktidar
aygıtı var. Bu egemen sınıfın dayandığı bir devlet, bu devletin omurgasını
ve vurucu gücünü oluşturan bir ordu var. Bu devlet ve bu ordu olmazsa
bu sınıf bir gün bile ayakta duramaz. Evet, bu devletin bir omurgası, bu düzenin bir vurucu gücü var; bu, adıyla
sanıyla Türk ordusudur. İşlevi bundan da ibaret değil; işin bu kadarı,
yerine getirdiği misyonun içe dönük yönünü oluşturuyor. Aynı zamanda Amerikancı,
NATOcu, NATOnun güney doğu sınırının elli yıllık sadık bekçisi,
ABD emperyalizminin Ortadoğudaki çıkarlarının bekçisi bir ordu bu.
Balkanlarda Amerika ile birlikte operasyon yapan, savaş yürüten
ve işgal gücü görevini yerine getiren, İncirlik Üssünü izin almak
gereği olmaksızın Amerikanın emrine amade eden, Türkiyenin
her tarafının bu türden emperyalist askeri üslerle ve tesislerle donatılmasına
gönülden onay veren bir ordu bu. Her türlü donanımını ABD ve NATO standartlarına
uyduran, herşeyiyle dünyanın egemeni bu emperyalist odağa bağımlı ol bir
ordu bu. Tarihine bakıyoruz, bu ordu her zaman işçi sınıfı ve emekçilere karşı
burjuvazinin hizmetinde, onun çıkarlarının sadık bir bekçisi olarak hareket
etmiş. Türkiyede sosyal uyanışın son otuzbeş-kırk yılı içinde, sosyal
muhalefeti egemen sınıfın kılıcı olarak her seferinde acımasızca, faşist
kanlı darbelerle ezmiş. Gerçekleştirdiği iki faşist darbeyi de dolaysız
olarak CİA yönlendirmesi altında, ABD emperyalizminin de çıkar ve ihtiyaçları
doğrultusunda gerçekleştirmiş. Bu ordunun içinden ilerici eğilimler de,
bunun taşıyıcısı olan unsurlar da kuşkusuz çıkmıştır. Sosyal uyanışın
ve büyüyen halk hareketinin etkisi düzenin bu en temel kurumuna da yansımış,
onun içinden de birilerini etkisi altına almıştır. Ama bunlar da hep aynı
kararlılıkla temizlenmiş, bu temizlik tam da Türkiyenin ilerici-devrimci
güçlerini ezme harekatının bir parça olarak ger&ccedi;ekleşmiştir. Devlet ve ordu konusunda burjuva gerici hayaller Devlet teorisi Marksizm-Leninizmin temel taşlarından biridir; denilebilir
ki, başka bakımlardan Marksizmle cilveleşen her türden oportünist-revizyonist
akımın, genel bir kural olarak hep tökezledikleri, kendilerini en kaba
bir biçimde ele verdikleri en temel sorundur bu. Devletin ve onun en
temel kurumu olarak ordunun sınıf karakteri konusunda en ufak bir hayal
yayan her çaba, kurulu düzene hizmet doğrultusunda halk kitlelerinin
en kaba bir biçimde aldatılması anlamına gelir. Devlet, her zaman ve
her yerde, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı ve egemenlik
aracıdır. Bu sadece teorik değil, her günkü pratik içinde karşı karşıya
kaldığımız yalın ve somut bir gerçektir de. Sıradan emekçiler bile,
ülkeyi Koçların, Sabancıların, onların temsil ettiği parababalarının
yönettiğini söylüyorlar. Ekonomik güç, sermaye gücü onlarda, bu düzen
altında rşey onların hizmetinde; kim gelse onlar adına yönetiyor, kim
gelse onların çıkarlarına hizmet ediyor, buna uygun düşen politikalar
izliyor, tedbirler alıyor, diyorlar. Sıradan bir emekçi bilinci bile
bunu böyle algılıyor. Türk burjuvazisi iktidarın egemen gücü olarak 80 yıla yaklaşan bir
tarihe dayanıyor; oldukça örgütlü ve deneyimli bir sınıf. Ordu onun
düzeninin bir parçası ve en etkin gücü. Bu arada OYAK türü holdingler
ve çeşitli vakıflar üzerinden kendisi de büyük sermaye sahibi. Devletin
temel bir aygıtı olarak çok doğal bir biçimde üzerinde yeşerdiği düzenin,
o düzene dayanan sınıfın hizmetinde. Bütün bir tarihi de böyle olduğunu
gösteriyor. Kurulu düzenin ve egemen sınıfın çıkarları ne zaman gerektirmişse,
ordu baskı ve terör uygulamış, gerektiğinde acımasızca kan dökmüştür.
Ordu bu düzenin has bekçisidir; böyle diyor kendisi de zaten, kendisini
düzenin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak tanımlıyor. Türkiye Cumhuriyeti, somutta, Türkiye kapitalizminin ve burjuvazisinin
egemen olduğu bir sınıf düzenidir. Ve ordu, Cumhuriyetin bekçisi
olarak, gerçekte ve somut olarak işte bu kokuşmuş düzene bekçilik yapıyor.
Ordunun ilerici-devrimci akımlar ve genel olarak toplumsal muhalefet
karşısında şaşmaz bir tarihi tutum olarak gözlemlenebilen tahammülsüzlüğünün
ve ilerici halk hareketini ezmek için gösterdiği acımasızlığın gerisinde,
tam da bu sınıfsal konumu, işlevi ve buna dayalı bilinci var. Kurulu
düzenin bekçisi ve en büyük baskı aygıtı konumundaki bu kurum hakkında
hayaller yayanlar, bilerek kurulu düzen hizmetinde kitleleri aldatan
düzen uşaklarından başka bir şey değildirler. ABD ve NATO, İMF ve Dünya Bankası Türk ordusunun her konuda olur olmaz sesi çıkıyor, oraya buraya direktif
veriyor ya da tehditler savuruyor. Düzenin temel direği ve dipçikli
bekçisi bu kurum herşeye karışıyor; Kürt sorununda son ve belirleyici
sözü söylüyor, Ecevit Nicede Avrupa Birliği Zirvesinde iken
ABye karşı zehir zemberek açıklamalar yapıyor, güya ulusal çıkarlar
adına AB emperyalizmine karşı çıkıyor. Ama ABD ve NATOya karşı
olduğu gibi, Dünya Bankası ve İMFye karşı da her zaman, değişmez
bir çizgi olarak, özenle sus-pus duruyor. Rastlantı değil; burada sözkonusu
olan, göbekten bağlı olduğu ABD emperyalizmi de, ondan geliyor bu suskunluk
ve sessiz uyum. İMF ülkeyi çöküşe götürdüğü halde, her konuda uluorta
konuşan generaller, ağızlarını açıp bu konuda tek kelime söyleme yoluna
gitmiyoar. Telekom konusunda, iletişim ağı kendi alanında olduğu için, orada gûya
belli bir hassasiyet gösteriyor, ama sonuç değişmiyor. Yeni versiyonu
şu günlerde piyayaya sürülen İMF programında Telekomun yüzde 51ini
blok satışa sunmak koşulu var. Buna karşı sesini çıkarmıyor, ya da güvenlikle
ilgili bazı ayrıntılar üzerine çatlak seslerle yetiniyor. Yasada Türk
ordusunun hassasiyetlerini gözeten bir takım özel maddeler olacakmış,
öyle yazılıyor basında. İyi ama, bir de uluslararası tahkim
var, zamanında büyük gürültülerle çıkartılmış bulunan. Bu ne demektir?
Telekomun yüzde 51ini blok olarak satın alan uluslararası
tekeller, yarın kendi hisse ağırlıklarından hareketle bugün konulmuş
o özel ve yatıştırıcı maddelere itiraz ettikleri zaman anlaşmazlık çıkacak
ve iş tam da uluslararası tahkime decek. Uluslararası sermayenin
denetimindeki bu kuruluşta işin neye bağlanacağını bugünden kestirmek
ise zor değil. İşçi sınıfı alanlarda Tahkim ulusa ihanettir
diyordu, durum gerçekten budur. Emperyalist bir tekel Türk devletiyle
anlaşmazlığa düştüğü zaman, kararı Türk mahkemeleri değil, fakat uluslararası
tahkim verecek, yani emperyalist sermayenin tam denetiminde olan kuruluşlar
verecek. Dayanaksız ulusal burjuva hayaller Tanımladıkları miliyetçi liberal ulusal programı hayata
geçirecek bir burjuva katman da yok bugünün Türkiyesinde. Böyle
bir burjuva toplumsal güç yok ortada. 60lı yıllarda da böyle
programlar savunuldu Türkiyede. TİP ve MDD akımı bunu savundu,
Doktor Hikmet Kıvılcımlı kendi cephesinden bunu savundu. O zaman da
bu türden Altı Ok programları savunuluyordu, İkinci Kuvay-ı
Milliyecilik ya da İkinci Kurtuluş Savaşı stratejileri bunu anlatıyordu.
Savunulan görüş, Atatürk döneminin politikalarına, özellikle de devletçi
uygulamalarıyla bilinen 30ların politikalarına dönüştü.
Ya da daha tam ve doğru bir ifadeyle bu politikaları 60lı
yılların yeni koşullarına uyarlamaktı. Neo-kemalizm ya da sol-kemalizm
eğilimi bunu anlatıyor, bu anlama geliyordu. İyi ama, 30lu yılların politikaları boşlukta politikalar
değildi ki; bunlar o dönemin palazlanmak arzusu ve hırsı içindeki egemen
Türk burjuvazisinin sınıf çıkarları ve ihtiyaçlarına uygun düşen politikalardı.
60larda aynı Türk burjuvazisinin sınıfsal çıkar ve ihtiyaçları
artık başka politikalar gerektiriyordu. Zira Türkiye kapitalizminin
ve ona dayanan sınıfın evrimi ortaya yeni koşullar ve ilişkiler, çıkarlar
ve ihtiyaçlar çıkarmıştı. Gene de, 60lı yıllar için, diyelim ki, hala da iç piyasadan
yana o geleneksel orta burjuvaziye bel bağlıyorlardı. Yani milli burjuvazi,
emperyalizm ile işbirliğine girmiş tekelci burjuvazi değil de, hala
gerçekten iç piyasayı tutan, emperyalizmle doğrudan bağları olmayan
milli kesimlere dayanmayı umuyorlardı diyelim. O dönem bile sözkonusu
burjuva ara katman ortaya böyle bir tercih ve irade koyacak durumda
değildi. Bugün ise artık o türden bir geleneksel burjuva katmanı da
yok. Türkiyenin son 40 yılı içerisinde büyük bir bölümüyle ya
tasfiye oldu ya da dönüşerek büyük burjuvaziye binbir bağla bağlandı,
onun organik bir uzantısı haline geldi. Artık içtiğiniz suyu bile doğrudan
en büyük tekeller üretiyorlar. Eskiden, 30-40 yıl önce, böyle değildi
ama; her ilde, her kasabada yerlsu üretim tesisleri ya da gazoz fabrikaları
vardı. Şimdi artık suyundan gazozuna, sütünden yağına, peynirinden sabununa
kadar tüm bunların üretimi, en büyük tekellerin elinde. Dahası artık
doğrudan emperyalist tekeller, üstelik aracılara/işbirlikçilere de gerek
duymaksızın, buralara el atıyorlar. Adını ne koyarsanız koyun, kuracağınız hükümetin bir sınıfın damgasını
taşıması lazım. Bugünkü egemen burjuva sınıfı ayakta iken, onun çıkarlarını
aşan bir hükümet kurabilir misiniz? Belli ki siz bu egemen sınıf adına
bir hükümet kurmayı umuyorsunuz, o zaman kitlelere yalan söylüyorsunuz,
o dediğiniz programı uygulayamazsınız. Yok savunduğunuz türden bir programı
uygulamaya kalkarsanız, bu kez bu egemen sınıf size bu fırsatı daha
baştan kesin olarak vermez. Burjuvazi, üstelik uluslararası emperyalist dayanaklarıyla ayakta iken,
kendi sınıf konumunu ve çıkarlarını savunmak üzere başta devlet aygıtı
olmak üzere her türlü araca ve imkana sahipken, siz onun çıkarlarına
aykırı düşen bir programı normal bir hükümet programı gibi uygulayamazsınız.
Bir devrim yaparak burjuvaziyi alt etmeksizin, hiç değilse onun iradesini
geçici olarak felç etmeksizin, bu alanda hiçbir şansınız yok demektir.
Toplum barışçıl bir biçimde sizin önerdiğiniz o ılımlı ulusal program
etrafında birleşse bile, siz onu parlamenter çerçevede uygulayamazsınız.
Burjuvazi bunu engeller. Bunu zamanında Allende denedi, aradan çok zaman
geçmeden kanlı bir faşist darbeyle devrildi ve bunun Şili toplumuna
faturası ağır oldu; aradan geçen 30 yıla rağmen halen de bunun acısını
çekiyor. Uygulanacağı söylenen ulusal program istihdama önem verecek,
gelir dağılımını düzeltecek, emperyalizm karşısında ulusal çıkarları
her alanda savunacak ve güvenceye alacak vb. deniliyor. Peki bütün bunları
hangi kuvvetle yapacak? Eğer işçi sınıfı ve emekçilerin kuvvetiyle yapacak
diyorsanız, işçi sınıfı ve emekçiler bunu burjuvaziyle tarihi değerde
bir hesaplaşmaya girebilirlerse yapabilirler ancak. Onların geniş çaplı
ama pasif oy desteği bile size bunu asla sağlamaz. Siz parlamentoda
güç olsanız bile, sizi üç günde boşa düşürürler; ya terbiye ederler
ya devirirler. Ecevit zamanında, 70li yıllarda bol keseden
hayaller yayarak kitlelerin oy desteğini aldı, hükümet oldu. Ama İMFnin
dayattığı antlaşmayı imzalamadığı için de ancak çok kısa bir süre işbaşında
kalabildi. Sonra aparopar götürdüler. Böylece hayatı boyunca unutamayacağı
bir ders aldı. Gördüğünüz gibi, şimdi kul-köle bir halde onların dedikleri
neyse, onların çıkarları ve ihtiyaçları ne yapmayı gerektiriyorsa, aynen
onları yapıyor, bir dediklerini ikiletmiyor. Devrimi ya da reformları esas almak Bir toplumda üretim ilişkileri ile bölüşüm ilişkileri birbirine sıkı
sıkıya bağlı olmakla birlikte, ilki kesin bir biçimde ikincisini de
belirler. Toplumun temelini oluşturan, ona temel karakterini veren üretim
ilişkilerine köklü müdahale, onların temelden değiştirilmesi toplumsal
devrim demektir. Bu büyük bir tarihi olaydır. Toplumların tarihinde
sık sık gündeme gelmez. Üretim ilişkileri değişmeksizin bölüşüm ilişkilerine
müdahale ise, yaratılan değelerin, biriken zenginliklerin, eldeki kaynakların
farklı sınıflar arasındaki dağılımı ile ilgilidir. Yani üretim ilişkileri,
onlara dayanan sınıf ilişkileri, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesinden
başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri değişmez, ama üretilen toplumsal
zenginliğin dağılımı şu veya bu oranda gerçekleşebilir. Bunu da belirleyen
yine sınıf mücadelesidir, bu mücadelenigücü ve düzeyidir, sınıflar arası
somut güç ilişkileridir. Diyelim ki devlet vergi topluyor, bir kaynak
havuzu oluşturuyor, ulusal bütçe dediğimiz. Bu bütçede ağırlıklı pay
sağlığa ya da eğitime mi ayrılacaktır, yoksa örneğin dış ticaret teşviği
olarak, ya da batık bankaların kurtarılması için mi, yoksa ordu ve bürokrasinin
modernizasyonu için mi kullanılacaktır? İşte bu bir böl&ul;şüm ve dolayısıyla
zorlu bir sınıflar mücadelesi alanıdır. Bu alana da iki türlü yaklaşabilirsiniz; reformcu ya da devrimci bir
tarzda. Kitlelerin bölüşüm ilişkilerine müdahalesi her zaman sınıflar mücadelesi
üzerinden belirlenmiştir, buradan kendini gösterir. İşçi sınıfı ve emekçiler
örgütlü bir biçimde hareket etmeyi ve direnmeyi başarabilirlerse eğer,
böylece ekonomik ve sosyal haklarını genişletebilirler. Dolayısıyla
devlet bütçesinde vergi olarak toplanan kaynaklardan kendileri lehine
yapılan harcamalar da çoğalır. Ama bu alan bölüşüm ilişkileri alanıdır henüz, bu bir reformlar alanıdır.
Bu reformlara siz bir reformist gibi de yaklaşabilirsiniz; bu hak ve
kazanımlarla tatmin olup, işte böyle biraz sosyal hakları gelişmiş,
refah ölçüleri bir parça artmış bir toplum düzenine razı olursunuz,
reformist olursunuz. Ya da bu hakları kazanma mücadelesini işçi sınıfı
ve emekçileri düzenin kendisine, yani temellerine karşı, yani üretim
ilişkileri, mülkiyet ilişkileri dediğimiz alana karşı harekete geçirmenin
bir aracı haline getirirsiniz, bir devrimci gibi davranmış olursunuz.
İşçiyi grev mücadelesi, gündelik hak alma mücadeleleri içinde eğitirsiniz,
amacınız onu yarının devrim mücadelesine hazırlamaktır. Bu amacı asla
gözden kaçırmazsınız, tersine, tüm gündelik mücadeleleri şaşmaz bir
biçimde bu amaca bağlarsınız. Bunlar temelden, ilkesel plandan fklı
iki ayrı tutumun ifadesidir. Gerçek devrimci alternatif, stratejik planda devrimin kendisidir; güncel
planda ise kitleleri devrimci mücadeleye kazanacak, devrimci mücadele
içerisinde eğitecek ve devrimci mücadele içerisinde stratejik hedefe,
yani devrime doğru ilerlemelerini kolaylaştıracak bir politik çizgi
ve buna dayalı istemlerdir. Bu da taktik planda alındığında, bir reformlar
alanıdır. Parti kuruluş kongremizde, özellikle de program sorunu çerçevesinde,
bir kez daha genişçe tartışılmış bir sorundur bu. Kurulu düzenin temelleri
yıkılmaksızın ve egemen sınıf devrilmeksizin elde edilebilecek her türlü
kazanım özünde reform niteliğindedir. Sizin bunu zorlu devrimci mücadeleler
içinde, devrimci bir tarzda elde etmeniz, bu gerçeği değiştirmez. Kurulu
düzen ayakta iken elde edilen herşey özünde reformdur. Çünkü devrim,
düzenin temelden aşılmasıd. Ama reformu elde etmek için bile devrimci bir tarzda mücadele etmek
zorundasınız. Bakınız Kürt hareketi devrimi hedefliyorken ve devrimci
bir tarzda mücadele ediyorken bir dizi reformun önünü açıyordu. Düzen
güçlerinin neredeyse yarısı Kürt sorununa siyasal çözüm istiyordu. Ne
zaman ki Kürt hareketi devrim yolunu terketti, düzen cephesinden gelen
bütün o siyasal çözüm istemleri de kayboldu gitti. Neden?
Çünkü o zaman devrim vardı, devrim tehlikesi vardı. Burjuvazi her zaman devrimi dizginlemek için reformu devreye sokar.
Yani size güncel kazanımlar vaadederek temel hedeften ayırmaya, hiç
değilse saflarınızı buradan bölmeye çalışır. Siz burada iki türlü davranabilirsiniz.
Ya devrimci mücadelenin gücüyle size verilecek gibi görünen tavizleri
de değerlendirerek, şaşmaz hedef olan devrimi daha da güçlendirmeye
bakarsınız. Ya da bunların üstüne yatarak, bunlarla yetinme yoluna giderek,
devrimi terkedersiniz; bu durumda bunları elde tutmanız bile olanaksızlaşır,
ya da en azından egemen sınıfın insafına ve tercihine kalır. Reform istemleri de iki türlü ileri sürülebilir dedim. Ya bunlar devrimci
bir hedefe bağlı olarak formüle edilir, bu hedefe sıkı sıkıya bağlı
kalan bir mücadelenin istemleri olarak ileri sürülür. O zaman gerçekten
kitleleri düzene karşı güncel planda harekete geçirmekle kalmaz, o mücadele
içerisinde kitleleri bu düzenin aşılması gerektiği bilincine hazırlar,
yani onlara devrimci bir bilinç verir. Ya da bu reformlar devrimci bir hedeften koparılarak, kendi içinde
amaçlaştırılarak formüle edilir ve ileri sürülür. Düzeni yıkmayı kolaylaştıracak
değil, tersine, onu reforme edecek, böylece işin aslında güçlendirecek
bir tutumla hareket edilir. Sınırlı bir takım kazanımlarla siz işçi
sınıfını, emekçileri düzenin yedeği haline getirirsiniz, böyle yaklaştığınız
zaman. Lafta ne derlerse desinler, tüm reformistlerin yaptığı, yapmak
istediği dosdoğru budur. Bu tutum işçilerin ve emekçilerin devrimci
bilincini geliştirmek bir yana, tersine kötürümleştirir. Biz bugünkü bunalım karşısında kitlelerin bütün acil istemlerini karşılayacak
program maddelerine sahibiz. Ama biz bunların ele alınışında devrimci
bir mantığa da sahibiz. Biz, burjuvazi sınıf olarak ayaktayken, onun arkasındaki emperyalist
düzen ayaktayken, onun devleti ayaktayken, bize destek verin, bir ulusal
hükümet kuralım, devlet ve sınıf aynı yerde duruyorken biz bunları yine
de uygularız diyenleri sahtekârlar takımı, bu düzenin gönüllü uşakları
ilan ediyoruz. Bunu demek kitleleri aldatmaktır, kitlelere dosdoğru
yalan söylemektir. Biz kitlelere, birleştiğiniz ve örgütlendiğiniz ölçüde, bu birliğe
ve örgütlülüğe dayanarak sermaye karşısında direniş gösterdiğiniz ölçüde,
(ki bunu bugün somutta kapitalist bunalımın faturasını ödemeyi reddetme
tutumu ve bunalımın faturası kapitalistlere! şiarı ile formüle
ediyoruz), gerçekten bir takım haklar elde edebilirsiniz, diyoruz. Ve
bu hak mücadelesi sizi güçlendirir, sizi bilinçlendirir, özgüveninizi
çoğaltır, size örgütsel mevziler kazandırır, siz bunlara dayanarak daha
ileri mücadeleler de verebilirsiniz, diyoruz. (Devam edecek...) |
|||||