Kriz ve devrimci sınıf
çizgisi/4
Kriz ve düzenin iç alternatifi sorunu
Burjuva siyaset sahnesinin farklı bir politik yönelime dayanan bir
iç alternatiften yoksun olduğunu hep söyleyegeldik. Bu olgu son 20 yıldan
beridir böyledir işin aslında. İster 12 Eylülle başlayan son 20
yıl, ister son 10 yıl, ister İMFnin sosyal yıkım programının uygulandığı
kriz öncesi son 14 ay, isterse bu programın çöktüğü ve ülkenin ağır
bir krizle çalkalandığı şu son 35-40 gün üzerinden bakılsın, burjuva
siyaset sahnesinde, işbirlikçi tekelci burjuvazi adına uygulanan temel
politikalara düzenin kendi içinde bir alternatif program gösterilemez.
Kriz patlak verene kadar uygulanmakta olan İMF programı etrafında burjuvazinin
tüm kesimlerinin ve tüm düzen partilerinin birleşmiş olması da bunun
ifadesidir. Bugün İMF ile ilişkilere tavır almak emperyalist dünyaya
tavır almak anlamına gelir ki, bu da ancak Türkiyenin uluslararası
lişkilerinde köklü bir değişime gidilebildiği ölçüde olanaklı olabilir.
Bu ise bugünün Türkiyesinde egemen burjuvazinin hiçbir kesiminin
çıkarlarına uygun düşmez. Bu böyleyse eğer, krizi izleyen haftalar içinde burjuvazinin çeşitli
kesimlerinin dışa vuran hoşnutsuzlukları neyin nesi diye sorulabilir.
Yanıtı zorluk taşıyan bir soru değildir bu. Yakınmaların demagojiye
kaçan yanı bir yana bırakılırsa, olan kabaca şudur. Uygulanan emek düşmanı
yıkım programı ekonomide düzeltme yaratmak bir yana daha ağır bir krizle
noktalanmıştır. Kriz ise her zaman olduğu gibi burjuvazinin belli kesimleri
üzerinde de olumsuz, hatta yıkıcı etkiler yaratır. Zayıfları belli sıkıntılara
sokar, hatta tasfiye olmakla yüzyüze bırakır. Bunun yakınmalara yolaçması
ise anlaşılır bir durumdur. Burjuvazinin krizden yakınan Fakat dikkat edilsin, bu yakınmalarda işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki
sosyal yıkıma karşı tek kelime yoktur. Bütün sorun krizin kendileri
için yarattığı sıkıntılardır. İstenen ise İMF ya da emperyalist dayatmalara
herhangi bir tavır değil, fakat kendi sıkıntılarını hafifletecek adımlar
ve önlemlerdir. Bu kesimlerin faturanın işçi sınıfı ve emekçilere ödetilmesine
desteği tamdır, bu alanda sermaye lehine elde edilmiş tüm üstünlüklerin
özenle korunmasını hararetle isterler, hatta krizin yıkıcı etkileri
nedeniyle bu konuda özellikle hassastırlar. Ama krize karşı izlenecek
politikalarda kendi durumlarının gözetilmesini isterler, kaynakların
dağılımı konusunda, deyim uygunsa ganimetin bölüşülmesi noktasında kendi
lehlerine adımlar isterler. Krizin öncesinde TOBBun hükümetten
10 milyar dolar özel destek talebi hatırlanırsa, bu nokta daha iyi anlaşılı.
TOBB bünyesinde şu günlerde çıkan çatlak seslerin gerisinde de bu tür
istemlere karşılık bulamamak vardır. Daha önce de ifade etmiştim, her
büyük kriz sermayenin zayıf ya da izlenen politikalara uyum sağlayamayan
kesimlerini ezer ve çoğu durumda eler, bu krizin doğasında vardır. Ama
bu sonuçtan hiç de alternatif burjuva politika arayışları çıkmaz, nitekim
bugünün Türkiyesinde de böyle araışlar yoktur. İMF programları temelde ve her zaman, işçi sınıfına ve emekçi katmanlara
ağır bir fatura çıkararak, kapitalist ekonomiyi bir parça rahatlatma,
çarkı bir parça döndürebilme amacına yöneliktir. Bu açıdan alındığında,
programa büyük sermaye çevrelerinin tüm kesimleri açısından herhangi
bir itiraz yoktur. Ama bu program uygulanırken, diyelim ki bankalar,
sermayenin tefeciliğe daha çok ağırlık koyan kesimleri, bu işten daha
çok kârlı çıkıyorlar. Ya da ücretler düşürüldüğü için, haklar kısıtlandığı
için, emeklilik yaşı yükseltildiği için, bütün bunlardan burjuvazinin
bütün kesimleri kârlı çıkıyor da, ama mali öz kaynakları zayıf olan,
dolayısıyla da kendi yatırımlarında tekelci bankalara bağımlı olan kesimler,
krizin etkisi altında faizlerin yükelmesi karşısında sıkıntıya giriyorlar.
Ödeyecekleri faiz yükü artıyor, bankalara bağımlılıkları artıyor, aldıkları
krediyi ödeyemez duruma düşüyorlar. Küçülme ya da daha da kötüsü batma
riskiyle yüzyüze kalıyorlar ve bundan dolayı da kriz koşullarında bağırıp
duruyorlar. Hepsi bu. Hükümetler değişir, emek ve ülke Bütün bunları sözü bir yere getirmek, temel önemde bir fikrin altını
çizmek için söylüyorum. Kriz hiç de burjuva propagandasının her kriz
sonrasında emekçilere pompaladığı gibi burjuvazi adına ülkeyi yöneten
hükümetler ya da politikacıların izlediği yanlış politikaların ürünü
değildir. Bu sistemi aklamaya, krizin etkisiyle yığınlarda düzene karşı
büyüyüp yayılacak güvensizliği engellemeye, hiç değilse sınırlamaya
yönelik bir aldatmacadır. Kriz yanlış politikaların değil, fakat kapitalist
ekonominin yapısal sorunlarının ve işleyişinin bir ürünüdür. Hükümette
hangi parti ya da partiler bileşimi olursa olsun durum hiçbir biçimde
değişmez, bunu son on yılın uygulamalarından hareketle apaçık görmek
mümkün. Politika temel esasları yönünden aynı emek ve uuml;lke düşmanı
politikadır, yalnızca uygulayıcılar değişiyor. Zaten saptayanlar da
partiler ya da hükümetler değildir hiçbir zaman. Son 20 yıldır, özellikle de ekonomik ve sosyal politikalar, neredeyse
kesintisiz olarak doğrudan emperyalist odaklarca saptanıyor, işbirlikçi
sermaye çevreleri tarafından hararetle destekleniyor ve hükümetlerce
de uysalca uygulanıyor. Bugünkü hükümetin de bu alanda hiçbir iradesi
ya da bağımsız karar alma gücü yok; o yalnızca, işin siyasal sorumluluğunu
üstleniyor ve kendi önüne konulan bir programı kitleler nezdinde meşrulaştırmaya
çalışıyor. Bu programlar olduğu gibi İMF tarafından hazırlanıyor, hükümet
altına sadece imza koyarak siyasal sorumluluk alıyor. Bunu neden yapıyor
denebilir? Bunu yapmak zorunda, çünkü görevi burjuvaziye hizmet etmek.
Bunu yapmazsa ya da yapamazsa ve yapmadığı andan itibaren, burjuvazi
adına ülkeyi yönetme konumunu ve olanağını kaybeder. Bugünkü hükümetin siyasal bileşimi, burjuvaziye ve emperyalizme hizmet
etme zorunluluğunu, tüm düzen partileri için değişmez olan bu ortak
paydayı çok iyi bir biçimde ortaya koyuyor. Başbakan konumundaki Ecevit
düzen solu geleneğinin dünkü temsilcisi ve simgesi. Bilindiği gibi orta
katmanlar ile bağı güçlü olan bir gelenek bu. Ama hükümet olalı beri,
orta katmanlar için de ağır bir yıkım demek olan İMF programını olduğu
gibi uyguluyor. MHP faşist demagojiyle yoksul emekçi insanların, bazı
bölgelerde özellikle de kır emekçilerinin oylarını alarak hükümet ortağı
olmayı başarmış bir parti. Yalnızca emekçilerin yoksulluğu üzerine değil,
özelleştirme yağması ve milli çıkarlar üzerine de sosyal
ve milliyetçi demagoji yapmış, bunlar sayesinde emekçileri adatarak
parlamentoda güç olmuş bir parti. Ama aynı emek düşmanı ulusal ihanet
programını DSP ile aynı uysallıkla uyguluyor. Yani, bu ülkenin geleneksel
faşist partisi ile geleneksel düzen solu partisi aynı hükümette bir
araya gelmişler, aynı programı tartışmasız olarak ve uyum içinde uyguluyorlar.
Bunu hükümet olarak tam bir uyum içerisinde uyguladıklarını
söylüyorlar ve daha bir de bununla övünüyorlar. Hükümet olabilmenin değişmez koşulu Demek ki burjuvazi adına hükümet olmaya karar veren ve parlamentodaki
konumuyla bu olanağı bulan her parti aynı ortak paydada buluşuyor. Bu,
işbirlikçi burjuvazi ve emperyalist odaklar tarafından önlerine konulan
programı aynen uygulamaktır. Bunu geçmişte, 90lı yıllar
boyunca, sırasıyla DYP-SHP, DYP-CHP ya da örneğin DYP-RP hükümetleri
döneminde, bu hükümetlerin uygulamaları üzerinden de gördük. Demek ki
geleneği ve kitleleri aldatmak için kullandığı politik argümanlar ne
olursa olsun, sonuç değişmiyor. Kaldı ki hükümet olan düzen partileri bunu belli bir gönüllülükle de
yapıyorlar. Çünkü Türkiye kapitalizminin açmazları bunu gerektiriyor,
bataktaki bu ekonomik düzene başka türlü nefes aldırtılamıyor. Onlar
da bunun bilincindedirler, bunun bilinciyle hareket ediyorlar. Çünkü
bu düzenin egemeni olan sınıfın, işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarları
ve ihtiyaçları bunu gerektiriyor, onların siyasal misyonu da bu çıkar
ve ihtiyaçlara yanıt vermektir. Burada egemen burjuva sınıfının, onun arkasındaki emperyalizmin tercihi
ve çıkarları var. Bu çıkarlara ve tercihlere göre şekillenen bir politika
var. Gelen her hükümet aynı uysallıkla bu politikayı uyguluyor, bunu
hükümet olarak kalabilmenin temel koşulu olarak algılıyor. Bu koşula
uymak kaydıyla, elbette ki hükümet olmanın bir dizi avantajını da hükümet
olan partiler kendi paylarına kullanıyorlar. Siyasal kadrolaşmadan,
yağma ve talandan, rüşvet ve hırsızlıktan pay almaya kadar. SHPnin,
ardından isim değiştirmiş haliyle CHPnin, 90lı ilk
yıllardaki hükümet ortaklıklarından nasıl sebeplendikleri
bilinmektedir. Bu partinin de kendi skandallarıyla anılması, dahası
bir ara adının müteahhitler partisine çıkması elbette boşuna
değildi. İMF için emperyalist sermayenin İMF tabii ki işbirlikçi Türk burjuvazisinden çok ona hükmeden uluslararası
finans çevrelerinin çıkarlarını ve tercihlerini göz önünde tutuyor.
Bu çevrelerce verilen kredilerin tahsilatını ve bu çevrelerin Türkiyenin
sömürülmesine ve yağmalanmasına ilişkin hesaplarını düşünüyor. Politikalarını,
Türkiyeye dayatılacak yaptırımları, bunun ifadesi olan programlarını
buna göre saptıyor. Biliyorsunuz, kriz sonrasında bazı sermaye temsilcileri, program bu
kadar hızlı uygulanmamalıydı, vidalar bu kadar sıkıştırılmamalıydı,
İMF böyle yapmakla hata yaptı ve sonuçta son krizi hazırladı diyorlar.
Ama İMF bunu hiç de bilgisizliğinden yapmıyor, tam tersine. İMF emperyalist
odakların mali polisi ve denetçisidir, onların çıkarlarının güvenceye
alınmasının güvenilir kefili durumundadır. Uluslararası finans çevreleri
İMFnin yaktığı yeşil ışığa bakarak kredi veriyorlar, ya da Türkiyenin
borsalarında kumar oynama yoluna gidiyorlar. İMF burada onların yolgöstericisi
ve güvencesi; evet, ben bu ülkeye yeşil ışığımı yakıyorum, bu ülkeye
kredi verin ya da borsasına yatırım yapın dediği zaman,
böylece, tahsilatına da ben kefilim demiş oluyor. Dolayısıyla, tabii ki vurgunun büyüğünü emperyalist finans merkezleri,
Türkiyenin alacaklıları vuruyorlar her zaman. Ve vurgunun büyüğünü
onlar vurdukları içindir ki, bu Türk burjuvazisinin bazı kesimlerini
de belli bakımlardan sıkıntıya sokuyor, bu kesimlerde belli şikayetlere
yolaçıyor. Ama burada milli kaygı ifade eden zerre kadar bir şey yok.
Nasıl ki burjuvazinin kendi içinde bir çıkar çelişkisi, bir rant bölüşüm
kavgası varsa, emperyalist burjuvazi ile onun işbirlikçisi olan sınıf
arasında da bu açıdan belli sorunlar ve sıkıntılar elbette zaman zaman
olabilir, olacaktır. Ama bu düzenin mantığı içerisinde, Türkiye kapitalizminin
bugünkü yapısal konumu ve ilişkileri içerisinde, onun binbir bağla emperyalist
dünya sistemine bağımlılığı içerisinde yapacakları hiçbir şey de yok.
Bu düzenin mecut yapısı, ilişkileri ve işleyişi içinde bunun başka türlü
olması da mümkün değil. Muhalefet değil yalnızca demagoji Düzen partilerinden sözederken akla daha çok parlamentodaki partiler
geliyor olabilir. Ama dikkat ediniz, CHPnin de izlenen politikaya
herhangi bir itirazı yok. CHP, İMFye; onun damgasını taşıyan saldırı
politikalarına karşı herhangi bir söylem tutturmamaya çok özel bir dikkat
gösteriyor. İMFnin adamı Kemal Dervişe toz kondurmuyor.
Toz kondurmak bir yana, Derviş iyi ama mevcut hükümet partileriyle işi
zor diyerek, daha bir de ona arka çıkıyor. Neden peki? Çünkü CHP yarın Türk burjuvazisi adına ülkeyi yönetmeye
talip, o da kendi sırasını bekliyor güya. DSP ve diğerleri yıpranacak,
sıra bana gelecek, bir dönem de ben yöneteceğim diye hesap yapıyor.
Onun burjuvazi adına yönetebilmesi için de, burjuvaziyi ve emperyalist
çevreleri bu açılardan rahatsız eden herhangi bir söylem tutturmaması
lazım. Elbette, üretim duruyor, yatırım yapılamıyor, işsizlik artıyor,
halk perişan, esnaf siftah yapamıyor, vb. diyor. Ama tüm bunları Çiller
gibi bir gizli ABD vatandaşı da diyor. Zaten burjuvazi birilerine tüm
bunları özellikle söylettirir. Kitlelerdeki hoşnutsuzluğun düzen dışı
kanallara kaymaması için muhalefet partilerinin bu türden demagojik
söylemleri başarıyla kullanmasını ister ve bekler. Bu da burjuvazinin
yönetme sanatının bir parçasıdır, burjuvazi bundan rahatsız olmak bir
yana, yarın kendisin yönetim yolu açacağı, hükümet olma şansı tanıyacağı
partiyi tam da bu alandaki başarısı üzerinden değerlendirir. Ama burjuvazi temelde uygulanan programa, bu programın sınıfsal karakterine,
bu sınıfsal karakterin uluslararası bağlantılarına yöneltilecek herhangi
bir itiraza da katlanamıyor. Bu açıdan CHP, Türkiye kapitalizmine ve
onun dayandığı emperyalist bağımlılık ilişkilerine en küçük bir itiraz
yöneltmiyor. Sadece, esnaf siftah yapamıyor, vatandaş perişan, köylü
bilmem ne yapamıyor, vb. yakınmaların demagojisi yapılıyor. Ama yineliyorum;
bunu öteki düzen partileri de, Fazilet Partisi ya da Tansu Çiller de
yapıyor. Dahası, bunu bir de ulusal çıkar ve onur üzerine ikiyüzlü demagojik
söylemlerle birleştiriyorlar; İMFye boyun eğiliyor diyorlar; biz
olsaydık pazarlık yapardık, kişiliğimizi korurduk demeye getiriyorlar.
Bununla hoşnutsuzluğu ve mevcut hükümete karşı öfkesi büyüyen emekçileri
etkilemeye çalışıyorlar. Kaldı ki bu aynı sorunları burjuvazinin bazı kesimleri de dile getiriyorlar.
Kendileri de yakınıyorlar, kitlelerin hoşnutsuzluğunun düzene yönelmemesi
için. Burjuvazi de, işçisiyle-işvereniyle herkes kan ağlıyor, hepimiz
perişan durumdayız, diye söylenip duruyor. Vatandaşla birlikte bizim
de durumumuz perişan diyorlar; ama bu aynı zamanda kolay işten çıkarmaların,
ücretleri düşük tutmanın, sömürüyü artırmanın bahanesi oluyor. Sanayici
kredisini ödeyemiyor, elinde kaynak olmadığı için işçiye de bir şey
veremiyor deniliyor, buna dayanılarak saldırılar kolayca, deyim uygunsa
meşrulaştırılarak hayata geçiriliyor. Ulusal liberal hayallerin aldatıcılığı Bütün bunlarla altını çizdiğim temel gerçeği yineliyorum. İşbirlikçi
tekelci burjuvazi açısından mevcut politikaların kendi içinde bir alternatifi
yoktur. Olsaydı zaten, onu belli bir çatışmayla, dişe diş bir mücadeleyle
dile getiren bir burjuva partisi de siyaset sahnesinde olurdu. Burjuvazi
yaratırdı böyle bir partiyi. Ya da mevcut partilerin bazıları burjuvazinin
o kesimlerinin derdine tercüman olur, sözcüsü olarak siyaset sahnesine
çıkarlardı. Yok böyle bir durum. Kemal Derviş yine aynı yerden geliyor,
üstelik Amerikanın kendi öz adamı, bizzat onun tarafından hükümete
dayatılmış. İMF programı iflas etti, karşısında Dünya Bankası programı diyorlar.
Oysa, İMF programının iflas ettiği gün İMF başkan yardımcısı Stanley
Fisher Türkiyedeydi ve Ecevitle görüşerek Kemal Dervişi
ona bizzat İMF adına kendisi dayattı. Bunu herkes biliyor, sık sık da
yineliyor. Ardından Amerikan büyükelçisi Eceviti konutuna çağırdı,
bizden kredi dileniyorsunuz, bu kredileri veririz, ama koşullarımız
var, diyerek bunları dikte ettirdi. Elbette Kemal Dervişin Amerikanın
adamı olarak işbaşına getirilmesi de bu koşulların bir parçasıydı. Son kriz elbette Türkiye üzerindeki emperyalist kölelik zincirini daha
da ağırlaştırmıştır. Ama bundan basitçe ulusal liberal sonuçlar da çıkarmamak
gerekir. Şimdi bu yapılıyor yaygın bir biçimde, sol reformist partiler
yapıyorlar bunu. Sanki bu düzenin tabanı üzerinde bu türden bir kölelik
olmayabilirmiş, temel sınıf ilişkileri korunarak bir başka türlü de
olabilirmiş gibi bir propaganda yapılarak emekçiler aldatılıyor. Biz komünistler Türkiye üzerindeki emperyalist kölelik zincirinin ağırlaştırılmasına
karşı kararlılıkla mücadele ederiz, ediyoruz da. Buna ilişkin acil istemler
formüle ederek kitleleri buna karşı seferber etmeye çalışıyoruz. Bu
türden en önemli istemler partimizin programının taktik istemler bölümünde
yeterli ölçüde ve açıklıkta zaten yer alıyor. Ama, kim ki bu düzen tabanı
üzerinde, bugünün Türkiyesine egemen temel sınıf ilişkileri değişmeksizin,
emperyalist kölelik ilişkilerine son verilebileceğini, bunun bu mevcut
ilişkiler tabanı üzerinde de pekala olanaklı olabileceğini söylüyorsa,
o kitlelere yalan söylüyor, onları aldatıyor demektir. Bu sınıf egemen
kaldıkça, bugünkü düzene karakterini veren temel ilişkiler değişmedikçe,
Türkiye üzerindeki emperyalist kölelik de esası yön&uul;nden değişmeden
kalacak ve sürecektir. Bunda gedikler açılabilir, bu belli alanlarda
geriletilebilir, fakat esası yönünden değişmeden kalır. Esasa ilişkin
değişiklik, temel ilişkilerde köklü değişiklikler ölçüsünde olanaklıdır
ancak, bu olmazsa olmaz koşuldur. Türkiye üzerindeki emperyalist kölelik zaman içerisinde hep ağırlaştı.
Bu ağırlaşma kapitalizmin gelişmesi ve Türk burjuvazisinin semirip palazlanması
ile doğru orantılı oldu. Türkiye kapitalizmi son elli yılda hızlı bir
gelişme temposu içerisinde zaman içinde belli bir noktaya geldi; ama
bakıyoruz, vardığı en ileri nokta, emperyalizme köleliğin de en uç noktası
durumundadır. Artık Amerikan emperyalizmi doğrudan kendi maaşlı memurlarını
Türkiyeye fiili başbakan olarak gönderiyor. Artık Düyun-u Umumiye
döneminde elçiliklerin Osmanlı yönetimine doğrudan müdahalesi gibi,
Amerikan büyükelçisi de ya konutuna çağrıyor Eceviti, ya da kendisi
gidip koalisyon ortaklarıyla doğrundan görüşmeler yapıyor. Resmen Amerika
adına pazarlıklar yaparak, verilecek yeni borca karşılık kendi koşullarını
dayatıyor. İflas etmiş İMF programının yerine daha da İMF programı iflas etmişti değil mi? Yeni program, iflas etmiş İMF
programının daha ağırlaştırılmış bir biçimi ama. Artı, kriz vesile edilerek,
eski programda yer verilmeyen bazı yeni kalemlere de yer veriliyor bu
yeni programda. Krizi burjuvazi her zaman bir fırsat olarak kullanır.
Kendi uyguladığı programlarla çöküntü yaratıyor, sonra da çöküntünün
vahametini kullanarak, aman bunu yapmazsak durum daha da kötü olacak
diyerek, o güne kadar cesaret edemediği yeni saldırı ve uygulamaları
gündeme getiriyor. Dikkate değer çarpıcı bir örnek vereceğim. Kriz patlak vermeden önce
Türk Telekomun ancak %30unun satılabileceğine ilişkin bir
yasa çıkardılar; bu Anayasaya aykırıydı, yasal değişiklik yaptılar.
Eskiden Telekom önemlidir ulusal güvenlik için, bu nedenle en fazla
yüzde 5ini blok olarak satabilirsiniz diyorlardı. Ama çok geçmeden
yüzde 31ini blok satma kararını çıkardılar. Bu önemli bir yatırımdır,
buraya yatırımı yapacak tekel o bloku alacak, tam söz hakkı olacak ki,
yatırımını yapsın dediler. Şimdi (24 Mart 01 itibariyle-KB) yeni
İMF programına göre, Telekomun yüzde 51ini satmak gerekiyor.
O zaman yüzde 31i bile zor kabul ediliyordu, şimdi burjuvazi kendi
krizini kullanarak yüzde 51inin blok satışını gündeme getiriyor.
Bu saldırı gerçekleşirse eğer, iletişim ağı olduğu gibi emperyalisttekellerin
doğrudan denetimine geçiyor. Aynı şekilde Türk Hava Yollarının özelleştirilmesine, işin aslında
emperyalist tekellere peşkeş çekilmesine hazırlanıyorlar. Bunu emperyalist
kuruluşlar alacaklar, zira blok satışa para yetiştirebilenler onlar.
Yerli tekeller ancak onlarla işbirliği halinde işin içinde olabiliyorlar.
İş Bankasının yakın zamanda cep telefonu ihalelerinden birini
ancak bir İtalyan şirketiyle ortak alabilmesi gibi. Ona dayanmadan 2.5
milyar yatıracak gücü yok, belli ki. Telekom ve THY satışında da bu
böyle olacak. Ve bunları uluslararası emperyalist tekeller aldığı zaman,
uluslararası piyasada iş gördüğü için o piyasanın yasal gereklerine
uyulacak. Buna göre örneğin Kıbrıstaki kukla Denktaş Cumhuriyeti
yasal bir devlet olmadığı için bugüne kadar oraya uçuş seferleri düzenleyen
tek şirket olan THY, artık bunu yapamayacak. THY yabancı bir emperyalist
şirketin eline geçtiğ zaman, Denktaş cumhuriyetine olan uçuşları büyük
ihtimalle kaldıracak. Bu örneği kasten veriyorum, düştükleri utanç verici
durumları örneklemeye çalışıyorum. Bir taraftan Kıbrıs üzerine bir şoven
kampanya yürütüyorlar, öte yandan da kendilerini işte bu durumlara düşürecek
adımlara hazırlanıyorlar. Bu bir çaresizlik durumudur. Burjuvazi kaba bir ihanete doğru gidiyor,
ama bu onun bugünkü kaçınılmaz konumudur. Zira küreselleşmeye uyum politikaları,
ülkenin her alanda emperyalizme en kaba ve çıplak biçimde peşkeş çekilmesinden
başka bir şey değildir. Emperyalist küreselleşme süreci ile dünyada daha ileri bir bütünleşmeye
doğru gidiliyor ama, bu emperyalist merkezlerin daha doğrudan yönetimi,
daha da ağırlaştırılmış köleliği anlamına geliyor. Burjuvazi buradan
bir şey kaybetmiyor. Telekom satılıyor, burjuvazi uluslararası bir tekelle
ortak oluyor, böylece kendisi için yeni bir sömürü pazarına kavuşmuş
oluyor. Türkiye daha ağır biçimlerde bir köleliğe gidiyor, ama burjuvazinin
çeşitli kesimleri yeni vurgun ve sömürü alanları buluyorlar. Onlar için
önemli olan azami kâra dayalı iktisadi yaşamın sürmesidir. Ama bunun
için tefecilik yapar, ama bunun için emperyalizme ülkeyi satar, ama
bunun için Telekomu ya da THYyi peşkeş çeker... Bu Türkiyeye ilişkin bir şey değil, bir emperyalist ilişkiler
sistemi. Bu Türkiye burjuvazisinin özel bir yönelimi ya da Türkiyeye
düşman bir takım emperyalist mihrakların Türkiyeye özel bir tuzağı
da değil. Dünyanın her yerinde böyle yapıyorlar. Son günlerde işçilerinin
militanca çatıştığı Korede Daweoo isimli dev bir tekel var; Türkiyedeki
en büyük 500 işletmenin yıllık cirosu 70 milyar dolar, bu tekelin tek
başına 52 milyar dolar. Şimdi bu tekeli emperyalistler yavaş yavaş ele
geçiriyorlar, duruma tam el koymak için orada düzenlemeler yapmak istiyorlar,
bu çok geniş çaplı tensikatlar anlamına geliyor, işçiler de buna karşı
direniyorlar. Bu dev tekeli şimdi dünya sermayesi ele geçiriyor. Borç
veriyor, mali mekanizmalarla kıskaca alıyor, zaman içerisinde ele geçiriyor.
Aynı şey Endonezyada ouyor, Brezilyada oluyor, Meksikada
oluyor. Meksika ekonomisinin devralındığını biliyorsunuz. Bugün emperyalizme bağımlı bütün ülkelerde süreç böyle işliyor. Emperyalist
küreselleşme süreci dedikleri bu zaten. (Devam edecek...)
İflas etmiş bir sınıf, iflas etmiş bir
düzen...
Ola ki yarın kalkıp diyecek ki, vergileri doğrudan toplarsam, vergi
gelirlerini bana ipotek edersen, sana yeni borçları ancak bu koşulla
vermeyi sürdürürüm. Bu olmayacak bir şey mi? Bugüne kadar neler olmadı
ki, bu da olmasın? Ama Düyun-u Umumiye de buydu zaten. O zamanlar vergiyi,
vergi toplama hakkını devletten satın almış mültezimler topluyorlardı.
Düyun-u Umumiye bu türden aracıları ortadan kaldırdı, işi doğrudan kendi
eline aldı. Osmanlı devletinin emperyalist alacaklıları Türkiyede
Düyun-u Umumiye dedikleri bir mali tahsildar örgütü kurdular. Devletin
vergi gelirlerine borçların karşılığı olarak doğrudan el koydular. Bunu
kendi vergi toplama kuruluşları ve güvenlik örgütleriyle yaptılar. Şimdi
de özünde durum çok farklı değil, halihazırda işin yalnızca biçimi farklı.
Şimdi devlet toplayıp borç ödeme servisine aktarıyor, yarın bunu başka
bir biçim alması şaşırtıcı olmayacaktır. Bu işin emperyalist kölelik yönü, bu cephede işlerin nerelere vardığının
bir göstergesi. Bir de işin iç cephesi var ki, konumuz baştan başa,
bu alanda işlerin ne denli batakta olduğu üzerinedir zaten. Ekonomi yarı yarıya kayıt dışı diyorlar. Kayıt dışı ekonomi aynı zamanda
vergisiz ekonomi demektir. Artı, emekçiye hiçbir sosyal hakkın tanınmadığı
ekonomi demektir. Sendikanın ve sigortanın olmadığı, en ilkel demokratik
ve sosyal hakların bile çalışanlar tarafından kullanılamadığı ekonomi
demektir. Bir de kara ve kirli para alanı var. Türkiye kapitalizmi her yönüyle
mafyalaşmış durumda. Her türden kara paranın ve kirli kazancın özel
bir yer tuttuğu bir ekonomi bu. Herşey bir yana, yıllık 50-60 milyar
dolarlık bir eroin rantı olduğu söyleniyor, ki bunun çok büyük ölçüde
devletin denetiminde olduğundan en ufak bir kuşku duyulmamalıdır. Dünya
ölçüsünde, en başta da ABDde bu iş böyle. Burjuva devletler, onların
kirli işler servisleri, buradan büyük kazançlar sağlıyorlar ve kirli
işlerini büyük ölçüde bununla finanse ediyorlar. CİA bundan 200 milyar dolar kazanıyor senede. ABDde uyuşturucu
ticareti CİAnin denetimindedir, örneğin Kolombiyanın ünlü
kokain baronları CİA ile içiçedirler, onun izni ve denetimi altında
çalışırlar. ABD dünya jandarmasıdır, dünya egemenliği için kullandığı
fonları çok büyük ölçüde buradan sağlıyor. Türkiyede bir ara,
90lı yılların sonunda, daha çok yönetici seçkinlere hitabeden
bazı yayınlarda, bunu açık açık yazdılar da; bütün dünya bunu böyle
yapıyor, biz niye yapmayacakmışız dediler. Mehmet Ağar gibileri bu çerçevede
gerçekten verilen görevi yerine getiren adamlar. Ama bal
tutan parmak yalarmış; devletin kirli işler için örgütlediği çetelerin
durumu da biraz bu. Adamlar devlete iş örgütlerken, bu arada kendileri
i¸in de bir şeyler yapıyorlar. İşin gizli ve karanlık karakteri bunu
kolaylaştırıyor. Bunda ölçünün kaçırıldığı, biraz da işin kokusunun
dışa vurduğu yerde, bu çetelere müdahale ediliyor ve bunun adı da güya
çete temizliği oluyor. Neresinden bakarsanız bakın, ister dış borç yükünden, ister ikide bir
mali krizlerle tıknefes olmasından, ister gelir dağılımı uçurumuyla
dünyanın en kötü beş ülkesinden biri haline gelmesinden, ister yolsuzluk
ekonomisinde dünyanın dördüncü ekonomisi olmasından bakın (ki bunlar
en çarpıcı göstergelerdir), bu bir sınıfın ve onun dayandığı ekonomik
ilişkilerin çürümesi ve iflasıdır. Çürümüş ve dahası iflas etmişse niye aşılamıyor denilecektir? Çünkü
deneyimli ve örgütlü bir sınıf bu; kendini çok yönlü olarak savunmayı,
çıplak iflasa rağmen işleri götürmeyi hala başarabiliyor. İflasın sürekli
olarak ürettiği bir fatura var; bu faturayı emekçilere ödettiği ve buna
karşı gelişen emekçi muhalefetini dizginleyebildiği sürece yaşıyor,
ayakta kalıyor. Ekonomik çarkı döndürüyor ve siyasal alanda duruma hakim
olmayı sürdürüyor. Tarihsel olarak iflas etmiş olmakla siyasal olarak
hükmetmeyi sürdürmek bağdaşmaz şeyler değildir. Türk burjuvazisi şahsında
da bugün bunu görüyoruz. Bu sınıf ya ileriye doğru aşılır, ki bu bir toplumsal devrim, bir
proletarya devrimi demektir. Ya da bu çark böyle işler ve emekçi sınıflara
sürekli derin sosyal, siyasal ve kültürel acılar yaşatır. Bu sınıf tarihsel
ömrünü doldurmuştur diyoruz, bütün bu olaylar bunu gösteriyor. Konuşmam
boyunca sıraladığım gerçekler ve göstergeler, böyle bir iflası anlatıyor.
Bu, bu sınıfın yönetme meşruluğunu kaybettiğini gösteriyor. Bu sınıf
işçisine iş, çalışanına bir dilim ekmek veremez duruma gelmiştir. Yüzbinlerce
işçi ve emekçi bu krizle birlikte bir anda sokağa atılıyor. Bu, bir
iflastır, bu sınıfın artık aşılması gerektiğinin güncel bir göstergesidir. Ama tahkim edilen devlet, kurumlaştırılan faşist baskı ve terör düzeni,
işte tam da bunun içindir. Orduyu, polisi, öteki baskı kurum ve aygıtlarını
bunun için sürekli güçlendirip modernize ediyor bu sınıf. En küçük,
en sıradan, en olağan demokratik hak ve özgürlükleri bunun için boğuyor,
F tiplerini bunun için kuruyor ve bu uğurda oluk oluk devrimci kanını
bunun için akıtıyor. Buradan savunuyor kendini, iflas ettiği ölçüde
zalimleşiyor, hayvanileşiyor, baskı ve zulümde sınırlar aşılıyor. İflası bu kadar kaba açığa çıkmış bir düzenin aşılması gerektiğini,
aşılamazsa 50 yıldır çektiklerini gelecekte bir 50 yıl daha, üstelik
daha da ağırlaşmış olarak çekeceklerini emekçilere anlatmak varken,
neden biz onlara aldatıcı, boş hayaller yayıcı sözde ulusal programlarla
gidelim ki? Bu düzene kendi temelleri üzerinde çeki düzen verme hayalini
neden emekçiler içinde pompalayalım ki? Ama günümüzün çürümüş sol reformist
akımları büyük ölçüde işte tam da bunu yapıyorlar. Gerçekten devrimciyseniz eğer, emekçilere diyeceksiniz ki, siz ancak
gücünüzü ortaya koyabildiğiniz sürece ve ölçüde, sürekli size ödetilen
ve ödetilmek istenen faturayı şu veya bu ölçüde sınırlamayı başarabilirsiniz.
Bu yalnızca şu veya bu ölçüde bir sınırlama olur ve burjuvaziyi deviremediğiniz
sürece de daha ötesi olamaz. Ve siz sömürüyü sınırlama ve baskıları
göğüsleme mücadelesinde başarı kazandığınız ölçüde, tam da bu sayede
kendi gücünüzün ve devrimci çıkış yolunun, yani bu durumdan temelli
olarak kurtuluşun bilincine de varacaksınız. Zihniniz aydınlanacak,
bu mücadele içinde birbirinize güvenecek, kendi birliğinizi kuracaksınız,
kendi devrimci örgütlenmelerinizi geliştireceksiniz ya da varolan örgütlerinizin
yönetimini ve denetiini ele geçireceksiniz. Böyle böyle siz zamanla
burjuvazinin karşısına bir örgütlü karşı güç olarak çıkabilecek gelişme
düzeyine ulaşırsınız. Dünyadaki ve Türkiyedeki gelişmelerin koşulları
olgunlaştırdığı bir aşamada da, ki bu bir devrimci kriz dönemi olacaktır,
burjuvaziyi devirme ve böylece iktidara ele geçirme olanağı bulacaksınız.
Bu elbette kısa dönemli bir sürecin işi değildir, belk de uzun yıllara,
onyıllara yayılabilecek bir mücadele süreci demektir. Ama bunun dışında
bir çözüm yolu ve reçetesi yoktur. Var diyenler gerçekte sizlere yalnızca
yalan söylüyordur, sizleri boş hayallerle sersemleterek sizi ezmekte
olan burjuvaziye hizmet ediyordur. |
|||||