21 Nisan'01
Sayı: 05


  Kızıl Bayrak'tan
  Direnişin en kritik safhası
  Zaferi şehitlerimizle kazanacağız!
  "Teslim olmayanlar ölümsüzdür!"
  Ölüm Orucu Direnişi 27. haftasında!
  Devrimci tutsaklarla dayanışma eylemleri
  Sermaye cephesinin "ulusal birlik" çağrısına karşı işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesi!
  1 Mayıs'ın güncel önemi
  14 Nisan eylemlerinin gösterdiklenri...
  Sınıf ve kitle hareketi
  Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/3
  Ankara Öncü İşçi Platformu kuruldu!
  1 Mayıs'ta alanlara!
  Kamu TİS'leri
  Gençlik
  İdealler, uğruna mücadele edildiği zaman anlamlıdır
  Ankara'dan bir grup işçi ve emekçiden insanlığa çağrı
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/3

H. Fırat
(24 Mart ‘01 tarihli bir konferansın kayıtlarıdır...)

“Riskli ülke” olmanın gerektirdiği
güvenceler

11 Mart tarihli Hürriyet’te bir haber var, başlığı şöyle: “Türkiye, ‘risk ligi’nde ilk ona girdi.” Haberde ise şunlar söyleniyor:

“Türkiye haftalık The Economist dergisi tarafından yapılan ‘Riskli ülkeler’ araştırmasında en riskli ilk 9 ülke arasında yer aldı. The Economist’in 3 ayda bir yaptığı 100 ülkeyi kapsayan araştırmasında Türkiye’nin risk notu 100 üzerinden 53 oldu. Araştırmada en riskli ülke 95 puanla Irak oldu. Irak’ı, Myanmar, Kenya, Endonezya, Pakistan, Rusya, Romanya, Kolombiya ve Türkiye izledi. The Economist’in araştırmasında ülkelerin politik yapısı, ekonomik politikaları, borçlanma riskleri ve bankacılık sistemleri temel kriter olarak ele alınıyor. Araştırmada Brezilya, Güney Afrika, Mısır, Hindistan gibi ülkeler Türkiye’den daha az risk puanı aldı...”

Emperyalist sermayenin bu tür yayın organları bu değerlendirmeleri boşuna yapmıyorlar. Bu tür değerlendirmeler, “riskli ülke” damgasını yiyen ülkelerle girişilecek yeni ilişkilerin çerçevesini de koyuyor ortaya. “Risk ligi”nde ilk on sıraya girmek demek, emperyalist ekonomi ve finans çevreleri nazarında aşırı riskli bir ülke olarak görülmek ve dolayısıyla buna uygun bir yeni muamelenin konusu olmak demektir. Böyleleri, yani “riskli” ya da daha da kötüsü “aşırı riskli” ülkeler, yeni borçlar için aynı alacaklıların kapısına dayandıkları zaman, kendilerine buna göre davranılır, bu yeni konumlarının gerektirdiği ve meşrulaştırdığı çok daha ağır koşullar dayatılır.

Bunu salt iktisadi ya da mali anlamda söylemiyorum. Salt uluslararası ilişkiler ya da dış politika alanındaki dayatmalar anlamında da söylemiyorum. Bu kadarı yeterince açık. Daha da önemli olan, iç politik yaşama ilişkin dayatmalar ya da aynı anlama gelen beklentilerdir. Emperyalistler borç vermek ya da sözkonusu ülkelere başka biçimler içinde sermaye girişi yapmak için bu aşırı kârlı yatırımlarına yeterli güvence de ararlar. Bunun için de sözkonusu “riskli ülke”de siyasal istikrar isterler. Buna yönelik bir “siyasal kararlılık”, bu “kararlılığın” göstergesi olan somut uygulamalar da beklerler. Bunun ne anlama geldiğini bu ülkede yaşayan bizler çok iyi biliyoruz. (Bu konu üzerinde, Ulucanlar katliamı ve yakın dönemde ise 19 Aralık katliamı vesilesiyle durmuştum. Konuyu Türkiye’nin yakın tarihi içinde genel bir çer&cceil;eveye oturtarak, faşist baskı ve terörün kurumlaşması ve katmerleşmesi ile emperyalist merkezlerin beklentileri arasındaki kopmaz bağı ortaya koymuştum.)

Bu ülkede polis rejimi neden günden güne, yıldan yıla sürekli pekiştiriliyor, militarist baskı aygıtları neden sürekli güçlendiriliyor? Emekçi kitlelerin hak arama yollarını tıkayan faşist yasaların ardı arkası neden kesilmiyor, valiler olağanüstü hale özgü yetkilerle neden donatılıyor? F tipi hapishaneler neden gündeme getiriliyor, bunları kabul ettirmek için neden vahşi katliamlara başvuruluyor? Bu soruları uzatmak mümkün. Evet, hep de “siyasal istikrar” adına ve “siyasal kararlılık” gösterisi halinde gerçekleştirilen tüm bu baskıcı, kanlı, kirli siyasal icraatlar niçin? Elbette genel planda sömürü ve vurgun koşullarını güvenceye almak, fakat daha özel ve güncel planda emperyalist odaklara gerekli güveni ve güvenceyi vermek için. Emperyalistler bu güvenceyi somut biçimde görmek isterler, dahası, bu güvencli koşulların nasıl yaratılacağı ile de bizzat ilgilenirler. Buna ilişkin planları da onlar hesabına ilgili emperyalist siyasal-militarist kuruluşlar yaparlar ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi uşak takımına uygulatırlar. Bizde ikinci emperyalist savaş sonrası dönemde hep olageldiği gibi.

Eskiden İngiliz Kraliyet donanması ya da daha sonraki bir evrede ABD donanması, kendi emperyalist sermayelerinin denizaşırı yatırımlarının güvencesi sayılırdı. İkinci emperyalist savaş sonrasında bu işi artık bizzat bağımlı ülkenin işbirlikçi rejimlerine yaptırıyorlar. Yeni-sömürgeci bağımlılık ilişkileri ve yöntemler diyoruz biz marksistler buna. Türkiye’nin ekonomisi ve maliyesinin İMF ve Dünya Bankası tarafından yönetildiği bir durumda iç ve dış politikasının emperyalist ellerin dışında kalması zaten düşünülemez. Ekonomik ve mali cephede İMF ve Dünya Bankası’nın yaptığını, siyasal cephede, iç ve dış politika cephesinde, CİA ve Pentagon karargahları yapıyor. Giderek bunu daha açık hale de getiriyorlar, son kriz bunun görülmesine de vesile oldu. ABD’den fiili başbakan atamakla kalmıyorlar, emperyalist basında Türkiye’de siyasal yapıya yeni bir biçim verenin sorunlarını da açık açık tartışıyorlar ve bunun için “Başkanın Türkiye’ye bir siyasal danışman” (siz bunu siyasal komiser olarak düşünüceksiniz) atamasından sözedecek kadar da pervasızlaşıyorlar. Bu işi halihazırda ABD Ankara büyükelçisi zaten fiilen üstlenmiş durumda, iş konutunda başbakan kabul etmek noktasına varmış bile.

“Riskli ülke”ye yeni krediler, riskin emperyalist aşırı kârlar için ortadan kaldırılması, bu konuda yeterli güvenli ortamın yaratılması ölçüsünde veriliyor. Bu ülkede öyle programlar uygulanıyor ki, bu programların engelsiz uygulanabilmesi için kitlelerin dizginlenmesi, elinin-kolunun bağlanması lazım. Kitlelerin dayatılan zamlara, ardı arkası kesilmeyen vergilere, düşük ücrete, işsizliğe, tüm bunların ifadesi olan açlığa, yoksulluğa ve köleliğe razı edilmesi, istemeden de olsa katlanması lazım. Oysa işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelede kazanacağı her başarı, sermayenin aşırı kârlarının düşmesi, kaynakların bir biçimde ve bir ölçüde olsun işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşulları için kullanılması anlamına gelir. Bu aşırı kârları düşürmekle kalmaz, emperyalistlere borç ödeme servisinde de zaafiyet yaratır. İşte bunun mutlak biçimde engellenmesi lazım. Bunun engellenmesi için de halihazırda mücadele eden güçlerin ezilmesi lazım. Bu nokta çok önemlidir; mücadele eden bu güçler, her zaman mücadeleye çekilecek yeni güçlerin de güvencesidir. Mevcut olanı ezer ve teslim alırsak, geridekini böylece yıldırır, mücadelenin başarı kazanacağı konusunda umutsuzluğa d¨şürür, sonuçta teslimiyete ve köleliğe razı etmiş oluruz, diye düşünüyor düzenin egemenleri.

Devrimcilere son yıllarda yönelen acımazsızlığa da buradan bakmak, şu günlerde F tipi dayatmasında başarı kazanmak için girişilen katliamları, sergilenen aşırı vahşeti de bunun üzerinden kavramak gerekir. Dolayısıyla, hep vurgulaya geldiğimiz gibi, birkaç bin devrimciyle devlet arasındaki çatışma gibi görünen, sistem tarafından öyle sunulan olgu, gerçekte Türkiye’nin yaşadığı bütün bu ekonomik, mali ve sosyal sorunların siyasal bir yansımasından başka bir şey değil.

Uluslararası tefecilerin, yani emperyalist mali merkezlerin riskli ülkelere borç verebilmesi için, bu borcun ödeneceğinin garantiye alınması lazım. Devlet bunu nasıl garantiye alacak? İşçi sınıfı ve emekçilerin elini kolunu bağlayarak... Zammı uygulayamazsa, vergiyi ve düşük ücreti dayatamazsa, sosyal kısıntılar karşısında işçi sınıfının ve emekçilerin ses çıkarmasını engelleyemezse, bütün o kaynaklar nasıl yaratılacak, borç ödeme servisi aksamadan nasıl işleyecek?

Vergi sorununa ara değinme

Örneğin, neden durmadan dolaylı vergi koyar ya da varolanları sürekli artırırlar. Çünkü dolaylı vergiler emekçileri soymanın, bununla devlet bütçesindeki boşlukları hafifletmenin en kolay ve etkili mekanizmalarıdır. Komünistler her zaman kapitalist düzende dolaylı vergi soygununa şiddetle karşı çıkmışlardır, bunun yerine daha Komünist Manifesto’dan beri artan oranlı gelir ve servet vergisini savunmuşlardır. Dolaylı vergiler her zaman temel tüketim maddelerine biner ve bu nedenle de geniş emekçi kitlelerin soyulması anlamına gelir.

Bundan dolayıdır ki, Partimizin programı, işçi sınıfı ve emekçilerin en acil demokratik ve sosyal istemleri arasında bu soruna de yer verir. Bütün dolaylı vergilerin kaldırılmasını talep eder ve bunun yerine artan oranlı bir gelir ve servet vergisi uygulaması ister. Bu, işçi sınıfını ve emekçileri vergi soygunundan korumaya, vergi yükünü kapitalistlere, toprak sahiplerine ve tefeci rantiye takımına bindirmeye yönelik bir istemdir. Partimizin programı vergi sorunuyla ilişkili olarak ek bir hüküm daha içerir. İnsanca yaşamaya yetecek bir asgari ücret uygulaması talep ederek bunun vergiden tümüyle muaf tutulmasını ister. Bu, asgari geçim standardına ancak yetebilen her türlü kazancın vergi dışı tutulması olarak da anlaşılabilir.

Eğer bugün Türkiye’de yoksulluk sınırı 600 milyon lira ise (ki bu son kriz öncesine ait bir rakamdır, şimdi bu sınır 1 milyar liraya dayanmıştır), buna göre asgari ücretin de en az 600 milyon lira olması demektir bu. Ve bunun kesin olarak tümden vergi dışı bırakılması gerekir. Zira bu miktardan vergi alınırsa, kendiliğinden o asgari yaşam standardının altına düşülmüş olur.

Kriz karşısında devrimci ve
reformist tutumlar

Biz devrimcilerin sorunu hiçbir zaman düzeni kendi içinde ihya etmek, düze çıkarmak olamaz. Devrimcilik demek düzeni değiştirmek, bu iddiayla kitlelerin karşısına çıkmak demektir. Bizim için temel devrimci hedef kurulu düzeni, mevcut sınıf egemenliği sistemini yıkmak, bir başka sınıfın egemenliğini, işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmaktır. Dolayısıyla biz, bütün temel ve taktik sorunlara buradan, bu stratejik hedef ekseninden bakarız, taktik tutum ve tercihlerimizi de bunun üzerinden saptarız.

Soruna devrimciler olarak ve devrimci bir stratejik bakışaçısıyla yaklaşmadığınız, taktik tutum ve tercihlerinizi de buna göre saptamadığınız zaman; sol, hatta hatta devrimcilik adına düzen içi çözümlere yöneldiğiniz zaman, o düzenin yedeği olmaktan öteye bizzat bir parçası olursunuz.

Siz mevcut ekonomik düzeni ve sınıf ilişkileri sistemini kendi yapısı ve mantığı içinde veri alıp buna uygun düşen sözde makul çözümler ileri sürerseniz, dolaysız olarak o düzene hizmet etmiş olursunuz. Siz krizi tam da kapitalist iktisadi ilişkilerin özsel yapısı ve çelişkileriyle değil de tutup hükümetlerin yanlış ve basiretsiz politikalarıyla izah ederseniz; şu politika değil de bu politika uygulansaydı sonuç hiç de böyle olmazdı derseniz; mevcut ekonomik yapının yapısal çözümsüzlüklerini gizlemiş olursunuz. İşçilerin ve emekçi kitlelerin bilinçlenmesine değil, tersine temel gerçeklerden uzaklaşıp sersemlemesine, çözümü hala düzenin kendi içinde aramasına hizmet etmiş olursunuz. Mevcut ekonomik düzenin öze ilişkin çelişkilerini ve sınıf yapısını bir yana bırakır, “rant ekonomisi yeine üretim ekonomisi olursa” bugünkü krizler ve yıkım olmaz; tersine, sanayileşme, kalkınma, istihdam ve dolayısıyla refah olur, ekonomi iç dengelerine ve tempolu gelişme seyrine kavuşur derseniz, sol adına burjuvaziye en büyük hizmeti yapmış olursunuz. Tüm bunlar, siz bunu açıkça böyle formüle etmemiş olsanız bile, temel sınıf ve iktidar ilişkilerinde köklü devrimci bir değişim olmaksızın da Türkiye ekonomik istikrara uaşabilir, buna bağlı olarak da sosyal ve siyasal istikrar kazanır, yani Türkiye kapitalizmi, yani kurulu düzen, yeniden dengesini bulur, oturur, düze çıkar demiş olursunuz.

Bu, böyle bir tutumla ortaya çıkmak, sosyalist sol ya da devrimcilik adına inanılmaz gibi görünüyor; ama reformist sol çevrelerin şu günlerde kriz karşısında gösterdikleri tepkilere ve geliştirdikleri tutumlara bakarsanız, tam da buna benzer bir durumla karşılaşırsınız.

Krize devrimci alternatif, devrimci sınıf
mücadelesine çağrı olmalıdır

Peki, alternatif bir “ulusal program” ya da sendika bürokrasinin şu günlerde hazırlanmasından sözettiği “emek programı” alternatif bir çözüm değilse eğer, bu durumda emekçiler kriz karşısında taktik planda çaresiz mi kalacaklar, emekçilerin bu gelişmeler karşısında taktik bir alternatifi olmayacak mı, diye sorulacaktır. Elbette ki olacaktır. Ama bunun için öncelikle doğru hareket noktalarına sahip olmanız, doğru tespitlerden yola çıkmanız ve devrimci bir stratejik bakışaçısı ile hareket etmeniz gerekir. Doğru devrimci bir taktik tutumun ve alternatifin zorunlu, olmazsa olmaz önkoşullarıdır bunlar. Buradaki fark, devrimci olan ile her türden reformist-liberal sol akım arasındaki farkı verir bize.

Mevcut kriz, soyut bir ulusal ekonominin değil, fakat belli bir egemen sınıfın, işbirlikçi tekelci burjuvazinin damgasını taşıyan bir iktisadi-sosyal sistemin, daha sade bir ifadeyle, emperyalizme göbekten bağlı ve bağımlı Türkiye kapitalizminin krizidir. Temel hareket noktası bu olmalıdır. Bu herkesin bilmesi gereken, normalde ve normal durumlarda bilir de göründüğü en temel gerçektir, bir bakıma işin alfabe kısmıdır. Bu iktisadi sistem, onun birbirini izleyen krizleri, işçi sınıfına ve emekçilere durmadan gönüllü ya da zorla ödenmek üzere ağır bir ekonomik ve sosyal fatura üretir. Devrimci tavır, bunalımın kurulu düzenin kendi temelleri üzerinde nasıl atlatılabileceği sorununu kendine hiçbir biçimde dert etmeksizin, bunu derdin sahiplerine bırakarak, krizin faturasını ödemeyi reddetmektir; emekçileri bu tutuma, buna uygun düşen istemlerle areket etmeye ve mücadeleye girişmeye çağırmaktır.

Kuşkusuz bu, kurulu düzene karşı işçileri ve emekçileri devrimci sınıf mücadelesine çağırmak anlamına gelir. Ama bir devrimci parti ya da akım da zaten başka türlü davranamaz, başka bir şey yapamaz, yapmamalıdır. Krize düzenin kendi sınırları içinde çözümler aramak, bulmak ve önermek, asla devrimcilerin tutumu olamaz. Bu düzenin kendi partilerinin aldatıcı bir işi olabilir ancak. Tersine, devrimcilerin tutumu, ekonomik bir krizi, düzenin yapısal sorunları ve çözümsüzlüklerini emekçilere anlatmanın, onları bundan hareketle düzenin temellerine karşı mücadeleye çağırmanın vesilesi olarak kullanmaktır. Böylece ekonomik krizi devrimci bir siyasal krize çevirmektir.

Devrimci bir partinin asli görevi ve uğraşı, işçileri ve emekçileri sermaye sınıfına, onun adına ülkeyi yönetenlere karşı; bu kriz sizin, sizin düzeninizin krizi, biz bu faturayı zam olarak, vergi olarak, işsizlik olarak, sosyal hakların kısıtlanması olarak, toplamında yoksulluk ve sefalet olarak, ülkemizin emperyalizme tümden köleleşmesi olarak ödemek istemiyoruz demeye, buna uygun düşen istemlerle hareket etmeye, bunlar için mücadeleye atılmaya çağırmak olmalıdır. İşçi sınıfı ve emekçiler kurulu kapitalist düzenin krizinin karşısına, bu krizin faturasının kendilerine ödettirilmesini reddederek çıkabilirler ancak.

İşçi sınıfı burjuvazinin karşısına, karşı bir sınıf olarak çıkmak, kurulu düzen karşısında tüm emekçiler adına alternatif güç olarak hareket etmek zorundadır. Sınıf elbetteki bugünkü durumda ve kendiliğinden bunu yapamaz. Ama işte devrimci olmak iddiasındaki partilerin görevi, her vesileyi ve özellikle de krizleri en uygun fırsatlar olarak kullanıp işçi sınıfını bu tutum ve davranış çizgisine adım adım çekmek olmalıdır. Her türlü fırsat bunun için kullanılmaz, özellikle de krizler bunun için bulunmaz fırsatlar olarak değerlendirilmezse, işçi sınıfı ebediyen kurulu düzenin kölesi olarak kala kalır.

Krizin fiziksel ve moral yıkıcı
etkilerinden korunmak

İşçi sınıfı ve emekçiler bugün için öncelikle kendilerini sosyal yıkım saldırısından korumak, bunun fiziki ve moral yıkıcı sonuçlarından kurtarmak zorundadırlar. Krizin faturasını ödemeyi reddetmekle, “Krizin faturası kapitalistlere!” sloganına pratik bir anlam kazandırmakla olanaklıdır bu. İşçi sınıfı ve emekçiler yıkımın faturasına karşı direnmeyi başarabilirlerse eğer, böylece bu yıkımın fiziki ve moral açıdan yıkıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden de kendilerini bir ölçüde koruyabilirler.

Partimizin programının “Emeğin korunması”na ilişkin taktik bölümünde, “İşçi sınıfının fiziki ve moral yozlaşmadan korunması için...” denilir. Bu ne anlama gelir, nedir fiziki ve manevi yozlaşmadan korunma?

Ne anlama gelir, örneğin “fiziki yozlaşma”? Çalışan kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesine bağlı olarak onların fiziki yaşam koşullarında meydana gelen bozulmaların toplamıdır fiziki yozlaşma. Örneğin, yoksulluğun derinleşmesiyle birlikte Türkiye’de veremin yeniden arttığı söyleniyor. İşte bu, kötü ve ağır çalışma koşulları içinde bulunmanın, buna karşılık düşük gelirle yaşamanın, sürekli yoksullaşmanın, böylece iyi beslenememenin, barınamamanın ve korunamamanın çalışan sınıflar üzerindeki etkisinin dolaysız bir göstergesidir ve fiziki yozlaşmaya uç bir örnektir. Yaşam standartları yönünden ve bedenen sağlıksız işçi sınıfı yığınlarının ve giderek kuşaklarının birbirini izlemesi, fiziki yozlaşmaya örnek bir durumu anlatır.

Manevi yozlaşma da bunun bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Yokluktan ve yoksulluktan dolayı, daha iyi bir eğitimden öteye genel olarak kültürel yaşamdan da yoksun kalırsınız. Daha çok çalıştırıldığınız, sürekli fazla mesai yaptığınız için okumaktan, kendinizi çok yönlü olarak eğitmekten geri kalırsınız, kültürel-sosyal etkinliklere katılmak olanağı bulamazsınız. Bu sizin sosyal ve düşünsel yaşamınızı sınırlar, daha da kötüsü tümden ortadan kaldırır. Size kala kala dertlerinizi unutmak için içmek, bulabildiğiniz kadarıyla kahvehanede zaman öldürmek, futbol vb. ile deşarj olmak kalır. Mesele bununla da kalmaz, çürümeye ve kokuşmaya varır işler ve ilişkiler. Yoksulluk fuhuşu yaygınlaştırır. Tüm değerler altüst olur, bayağılık ve yozlaşma alır başını gider. Aile düzeni bozulur, aile ilişkileri yozlaşr, paramparça olur. Hırsızlık, lümpenleşme, dalavere, ikiyüzlülük vb. yaygınlaşır. Tüm bunlar hep yoksulluğun yarattığı manevi ve kültürel dejenerasyonun sonuçları olur. Emekçiler fiziksel olarak bozulmakla kalmazlar, manevi cephede de bir yozlaşma ve çürüme ile yüzyüze kalırlar.

Programımızın “Emeğin korunması” bölümü “işçi sınıfını fiziki ve manevi yozlaşmaya karşı korumak” derken, tam da ağır çalışma ve yaşam koşullarının sınırlanması yoluyla işçi sınıfının ve onun yeni kuşaklarının sağlığını, zihnini ve maneviyatını bir parça koruma ihtiyacını anlatmaya çalışır. İşçi sınıfı ve emekçiler mücadele ettikleri ölçüde, kısa vadede sermayenin saldırıları karşısında kendilerini bu açıdan koruyabilirler. Daha uzun vadede ise, tam da bu kısa vadedeki başarıların sağladığı güçle iktidar mücadelesine yürüyebilirler. Örneğin, Türkiye’de 7 saatlik işgününü kabul ettirmiş bir işçi sınıfı, bunu başarmasını sağlayan mücadele süreci içerisinde büyük bir siyasal bilinç ve örgütlülük kazanmış demektir.

Devrimci olanla reformist olan
arasındaki temelli farklılık

Tarihe baktığımızda, işçi sınıfının bu türden taktik kazanımlarının temelden farklı iki sonuç yarattığını görüyoruz. Birincisi, işçi sınıfı bu kazanımların etkisiyle, bunların yarattığı görece iyi yaşam koşulları ve bunun sağladığı tatmin duygusuyla devrimci dinamizmini, düzene karşı devrimci iktidar arayışını yitirir, sonuçta uysalca düzene bağlanmış olur. Öyle koşullar olur ki, burjuvazi bu kazanımlara katlanır, ama işçi sınıfını da bu yolla ehlileştirmiş, kurulu düzenin temellerine, genel çerçevesine razı etmiş olur. Ama öyle durumlar da olur ki, işçi sınıfının zorlu mücadeleler içinde elde ettiği bu türden kazanımlar, kısa vadede onun çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmekle kalmaz, işçi sınıfı kitleleri bu mücadele sayesinde bilinç ve örgütlenme düzeylerini daha da yükseltirler ve böylec kapitalist düzene karşı daha köklü bir mücadeleye girişmek olanağı elde ederler.

Bu bizi devrimci partiler ile reformist partilerin izlediği mücadele çizgisi arasındaki temelli farka getiriyor. Bu konu ilkesel ve pratik açıdan çok önemli olmakla birlikte, burada ayrıntısına girmeden, yalnızca temel ilkesel farklılığa işaret etmekle yetineceğim. Siz kısa vadeli acil istemlerinizi ve kazanımlarınızı düzeni uzun vadede yıkmak üzerine de kurabilir, bu doğrultuda kullanabilir, böylece mücadeleyi bu devrimci bakışaçısıyla da yürütebilirsiniz. Ama tersinden de, aman düzenden bir şeyler koparıp alalım, durumumuzu bir an önce biraz, bir parça olsun iyileştirelim de, sonrasına sonra bakarız demek, buna uygun düşen bir davranış çizgisi izlemek yoluna da gidebilirsiniz. Devrimci partiler ile reformist partiler arasındaki temel ayrım noktası, temel bakışaçısı farkı kendini bu kritik davranış ve tercih üzerinden gösterir işte.

Biz devrimciler, bu düzeni kendi temelleri ve egemen sınıf ilişkileri içinde düze çıkarma iddiası taşıyan “ulusal program”, “alternatif program” türünden liberal çözümlerle ortaya çıkmayız. Üretime, istihdama, sanayileşmeye, kalkınmaya, dolayısıyla ülkenin sözde müreffeh gelişmesine dayalı düzen içi çözüm reçeteleri ileri sürmeyiz. Bu türden iddiaları, buna dayalı sözde çözümleri emekçilerin aldatılması, boş ve yararsız hayallerle sersemletilmesi sayarız.

Bu alternatif programlarda ortaya konulan çözümlere, kamu çıkarını gözeten, gelir uçurumunu gideren, istihdamı artıran, bilgi ve teknolojiyi geliştiren, sanayileşmeyi ve dolayısıyla ülkenin kalkınmasını sağlayan çözümler, vb. deniliyor. Böyle demek, sorunu böyle ortaya koymak, ekonomik işleyişte toplumsal çıkar ve ihtiyaçlar ilkesini egemen saymak demektir. Peki temel sınıf ilişkileri değişmeden kaldığı sürece, sermaye üretim araçları ve temel zenginlikler üzerindeki tekelini koruduğu sürece, özetle burjuva sınıfının egemenlik ilişkileri değişmediği sürece bu olanaklı mıdır?

Kapitalist düzende ekonominin işleyiş mantığı ülke kalkınmasına, toplumsal sorunların çözümüne, bu temelde temel toplumsal çıkarlara değil fakat kâra dayanır. Kapitalizmin işleyiş mantığına kâr kaygısı, azami kâr ilkesi egemendir. Burjuvazi hiçbir zaman kendi içinde üretimi artırma, sanayii geliştirme, istihdam sorununu çözme gibi iktisadi ve sosyal kaygılarla hareket etmez. O her zaman azami kârı nereden ve nasıl elde edebilirim, elimdeki sermayeyi en hızlı ve en kârlı biçimde nasıl büyütebilirim mantığıyla hareket eder. Önemli bir sanayi işletmesine yatırım yaptığı zaman, bu sanayi işletmesini kurayım, memleket kalkınsın ve de istihdam artsın diye yapmaz bunu. Oraya yatırım yapmanın yeterince kârlı olup olmadığına, yeterli bir artı değer sömürüsü olanağı yaratıp yaratmadığına bakar.

Bugün KİT’leri haraç mezat satıp özelleştirirken bunu nasıl gerekçelendiriyorlar? Bu işletmeler yeterince kârlı değil, dahası kâr esasına göre çalışmıyor, bu nedenle elden çıkarılması zorunlu diyorlar. Kapitalistlerin davranışına her zaman azami kâr mantığı egemen olduğu içindir ki, tekelci burjuvazinin en güçlü kesimlerinin elindeki bankalar, topladıkları mevduatı ve kontrol ettikleri sermayeyi götürüp istihdam yaratmak ve ülke kalkınmasına katkıda bulunmak üzere sanayiye yatıracağına, tutup devlete borç olarak veriyorlar. Çünkü bu iş daha kârlı, en kestirme ve en güvenceli yoldan bir vurgun alanı. Üç ay borç veriyorsunuz, karşılığında %198 bileşik faiz alıyorsunuz, devletin tam güvencesi altında. Bu durumda, sanayi yatırımının meşakkatlerine katlanmaya değer mi? Nereden çok kâr vars, sermaye oraya akıyor, şu sıralar devletin borç kağıtlarına yatırım yapmak en kârlı iş, parası olan ya da parayı kontrolüne alan tam da bunu yapıyor. Son on yıldır, Sabancılar’ın, Koçlar’ın yıllık kârlarının %50’sinden fazlası tam da faizlerden ya da mali spekülasyonlardan oluşuyor ve bundan kendileri hiç de şikayetçi değil. Denebilir ki, biz de alternatif politikalar çerçevesinde, tam da bunu ortadan kaldırmak istyoruz. Ama bunu başarmak için öncelikle alternatif koşullar yaratabilmelisiniz; mevcut sınıf ilişkilerini hiç değilse etkili bir biçimde darbelemediğiniz sürece, sizin kağıt üzerindeki iyi niyetli programlarınızın hiçbir anlamı kalmaz, herhangi bir hükmü olmaz. Bunu başarabilmek için de, tüm dikkatinizi işçiler ve emekçiler arasında devrimci sınıf mücadelesi ruhu, bilinci ve davranışı geliştirebilmeye vemek durumundasınız. Bunu yapmak yolunu tuttuğunuzda ise işler zaten tümüyle farklı bir mecraya girer. Bu durumda siz, temel hareket noktası doğası gereği düzeni düze çıkarmak olan bu türden iç alternatif sevdasını bir yana bırakır, düzenin krizini devrimci bir kriz olarak derinleştirme tutumunu, devrimci sınıf mücadelesi yolunu tutmuş olursunuz.

Reformist alternatiflerin
temel tutarsızlığı

Denilecektir ki, temelde burjuvaziye hizmet ediyor olsalar da, devletler, “sosyal politika” çerçevesinde buna yönelemezler mi, emekçilerin tabandan gelen baskısıyla buna bir ölçüde yöneltilemezler mi? Belli sınırlar içinde elbette. Fakat işte bunun için de bir kez daha zorlu bir sınıf mücadelesi ve bunun burjuvaziyi bu çerçevede belli tedbirler almaya zorlaması, buna mecbur etmesi gerekir. Oysa yapılan iş, bu yolu tutmaktan çok, yanlış, basiretsiz ve krizin nedeni olarak nitelenen politikalar karşısında, doğru, ülkeye ve toplumun geniş çalışan kesimlerine yararlı olduğu iddia edilen politikaları, deyim uygunsa düzenin egemenlerinin takdirlerine sunmak oluyor. İzlenen politikalara sınıf mantığı, sınıfsal anlamı ve sonuçları üzerinden yaklaşılacağına, başarısına ve sonuçlarına buradan bakılacağına, sınıflar üstü bir bakışaçısıyl hareket ediliyor. Sanki iflas eden politikaları birileri bilgisizlikten ya da basiretsizlikten uyguluyormuş gibi yaklaşılıyor soruna.

Siz üretime, istihdama, toplumsal çıkara ve refaha, çalışan kitlelerin temel maddi ve kültürel ihtiyaçlarına dayalı bir ekonomi derseniz, farkında olun olmayın sosyalizm istiyorsunuz demektir. Sosyalizm, iktisadi planda, kabaca, ekonomiyi kâr ilkesinden ve plansız-anarşik yapıdan kurtarmak, işçi sınıfı ve emekçilerin maddi ve kültürel ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemek ve planlamak demektir. Fakat bunu başarabilmek için de öncelikle temel üretim araçlarının kapitalistlerin elinden alınıp kamu malı haline getirilmesi gerekir.

İnsanlar yaşamak ve geçinmek için hayatı zaman içerisinde sürekli kolaylaştırmak zorundalar. Üretim ihtiyacı temelde buradan gelir. Ama üretime egemen, ona karakterini veren verili üretim ilişkileri sermaye sınıfının damgasını taşıdığı zaman, orada kâr dürtüsü ve ilkesi belirleyici olur. Sizin ekonomiyi bu dürtü ve ilkenin köleliğinden kurtarabilmeniz için, öncelikle burjuvaziyi devirmeniz, onun elindeki ya da denetimdeki tüm bir üretim aygıtına elkoymanız lazım. Bunu yaptığınız zaman, kâr ilkesine göre değil de toplum çıkarına göre hareket etmenin gerekli ve zorunlu koşullarını yaratmış olursunuz. O zaman gerçekten üretici güçlerin engelsizce gelişmesini sağlamak, tekniği geliştirmek, verimliliği artırmak, zenginlikleri sınırsızca çoğaltmak ve dolayısıyle hayatı kolaylaştırmak, genel toplumsal refahı arırmak, herkese iş sağlamak, herkese insanca yaşayabileceği iktisadi, sosyal ve kültürel yaşam koşullarını yaratmak olanağı bulur, her adımda bu kaygıyla hareket edersiniz.

Reformist solun alternatif “ulusal program”ı ise, burjuvaziyi devirmeksizin burjuva sınıf çıkarlarını ve tercihlerini dışlayan mucizevi bir mantığa sahip. Siz ranta ve faize değil fakat üretime ve istihdama, dolayısıyla onun sağlayacağı toplumsal refaha dayalı ekonomi istiyorsunuz. Ama bunu böyle istemekle, işin aslında kapitalizm kendi temel dürtüsünü, davranış mantığını terketsin diyorsunuz. Bunu istemeniz gerçekten güzel! Ama bu salt iyiniyetli bir istek sorunu değil ki. Karşınızda egemen konumda bir sınıf duruyor. Bütün iktisadi ve mali gücüyle, egemen ideolojisi ve kültürüyle, devleti ve tüm öteki baskıcı kurumlarıyla... Kapitalist sınıfın, kapitalist ilişkilerin egemenliği devam ediyorken, ekonomiyi kapitalist kârın mantığından kurtarmayı düşünmek hayalciliktir. Biz bundan dolayı bu programları sadece burjuva liberal değil,fakat aynı zamanda ütopik olarak da niteliyoruz. Çünkü bunların bu mantık çerçevesinde hiçbir gerçekleşme şansı yok.

(Devam edecek...)

Okurlara not:

Bu sayfalarda yayınladığımız “Düzenin krizine liberal sol reçeteler” ortak başlıklı dizi yazımızın 4. bölümüne gelecek sayıda devam edeceğiz...