Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/3 H. Fırat Riskli ülke olmanın gerektirdiği 11 Mart tarihli Hürriyette bir haber var, başlığı şöyle: Türkiye,
risk liginde ilk ona girdi. Haberde ise şunlar söyleniyor:
Türkiye haftalık The Economist dergisi tarafından yapılan
Riskli ülkeler araştırmasında en riskli ilk 9 ülke arasında
yer aldı. The Economistin 3 ayda bir yaptığı 100 ülkeyi kapsayan
araştırmasında Türkiyenin risk notu 100 üzerinden 53 oldu. Araştırmada
en riskli ülke 95 puanla Irak oldu. Irakı, Myanmar, Kenya, Endonezya,
Pakistan, Rusya, Romanya, Kolombiya ve Türkiye izledi. The Economistin
araştırmasında ülkelerin politik yapısı, ekonomik politikaları, borçlanma
riskleri ve bankacılık sistemleri temel kriter olarak ele alınıyor.
Araştırmada Brezilya, Güney Afrika, Mısır, Hindistan gibi ülkeler Türkiyeden
daha az risk puanı aldı... Emperyalist sermayenin bu tür yayın organları bu değerlendirmeleri
boşuna yapmıyorlar. Bu tür değerlendirmeler, riskli ülke
damgasını yiyen ülkelerle girişilecek yeni ilişkilerin çerçevesini de
koyuyor ortaya. Risk liginde ilk on sıraya girmek demek,
emperyalist ekonomi ve finans çevreleri nazarında aşırı riskli bir ülke
olarak görülmek ve dolayısıyla buna uygun bir yeni muamelenin konusu
olmak demektir. Böyleleri, yani riskli ya da daha da kötüsü
aşırı riskli ülkeler, yeni borçlar için aynı alacaklıların
kapısına dayandıkları zaman, kendilerine buna göre davranılır, bu yeni
konumlarının gerektirdiği ve meşrulaştırdığı çok daha ağır koşullar
dayatılır. Bunu salt iktisadi ya da mali anlamda söylemiyorum. Salt uluslararası
ilişkiler ya da dış politika alanındaki dayatmalar anlamında da söylemiyorum.
Bu kadarı yeterince açık. Daha da önemli olan, iç politik yaşama ilişkin
dayatmalar ya da aynı anlama gelen beklentilerdir. Emperyalistler borç
vermek ya da sözkonusu ülkelere başka biçimler içinde sermaye girişi
yapmak için bu aşırı kârlı yatırımlarına yeterli güvence de ararlar.
Bunun için de sözkonusu riskli ülkede siyasal istikrar isterler.
Buna yönelik bir siyasal kararlılık, bu kararlılığın
göstergesi olan somut uygulamalar da beklerler. Bunun ne anlama geldiğini
bu ülkede yaşayan bizler çok iyi biliyoruz. (Bu konu üzerinde, Ulucanlar
katliamı ve yakın dönemde ise 19 Aralık katliamı vesilesiyle durmuştum.
Konuyu Türkiyenin yakın tarihi içinde genel bir çer&cceil;eveye
oturtarak, faşist baskı ve terörün kurumlaşması ve katmerleşmesi ile
emperyalist merkezlerin beklentileri arasındaki kopmaz bağı ortaya koymuştum.)
Bu ülkede polis rejimi neden günden güne, yıldan yıla sürekli pekiştiriliyor,
militarist baskı aygıtları neden sürekli güçlendiriliyor? Emekçi kitlelerin
hak arama yollarını tıkayan faşist yasaların ardı arkası neden kesilmiyor,
valiler olağanüstü hale özgü yetkilerle neden donatılıyor? F tipi hapishaneler
neden gündeme getiriliyor, bunları kabul ettirmek için neden vahşi katliamlara
başvuruluyor? Bu soruları uzatmak mümkün. Evet, hep de siyasal
istikrar adına ve siyasal kararlılık gösterisi halinde
gerçekleştirilen tüm bu baskıcı, kanlı, kirli siyasal icraatlar niçin?
Elbette genel planda sömürü ve vurgun koşullarını güvenceye almak, fakat
daha özel ve güncel planda emperyalist odaklara gerekli güveni ve güvenceyi
vermek için. Emperyalistler bu güvenceyi somut biçimde görmek isterler,
dahası, bu güvencli koşulların nasıl yaratılacağı ile de bizzat ilgilenirler.
Buna ilişkin planları da onlar hesabına ilgili emperyalist siyasal-militarist
kuruluşlar yaparlar ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi uşak takımına uygulatırlar.
Bizde ikinci emperyalist savaş sonrası dönemde hep olageldiği gibi.
Eskiden İngiliz Kraliyet donanması ya da daha sonraki bir evrede ABD
donanması, kendi emperyalist sermayelerinin denizaşırı yatırımlarının
güvencesi sayılırdı. İkinci emperyalist savaş sonrasında bu işi artık
bizzat bağımlı ülkenin işbirlikçi rejimlerine yaptırıyorlar. Yeni-sömürgeci
bağımlılık ilişkileri ve yöntemler diyoruz biz marksistler buna. Türkiyenin
ekonomisi ve maliyesinin İMF ve Dünya Bankası tarafından yönetildiği
bir durumda iç ve dış politikasının emperyalist ellerin dışında kalması
zaten düşünülemez. Ekonomik ve mali cephede İMF ve Dünya Bankasının
yaptığını, siyasal cephede, iç ve dış politika cephesinde, CİA ve Pentagon
karargahları yapıyor. Giderek bunu daha açık hale de getiriyorlar, son
kriz bunun görülmesine de vesile oldu. ABDden fiili başbakan atamakla
kalmıyorlar, emperyalist basında Türkiyede siyasal yapıya yeni
bir biçim verenin sorunlarını da açık açık tartışıyorlar ve bunun için
Başkanın Türkiyeye bir siyasal danışman (siz bunu
siyasal komiser olarak düşünüceksiniz) atamasından sözedecek kadar da
pervasızlaşıyorlar. Bu işi halihazırda ABD Ankara büyükelçisi zaten
fiilen üstlenmiş durumda, iş konutunda başbakan kabul etmek noktasına
varmış bile. Riskli ülkeye yeni krediler, riskin emperyalist aşırı kârlar
için ortadan kaldırılması, bu konuda yeterli güvenli ortamın yaratılması
ölçüsünde veriliyor. Bu ülkede öyle programlar uygulanıyor ki, bu programların
engelsiz uygulanabilmesi için kitlelerin dizginlenmesi, elinin-kolunun
bağlanması lazım. Kitlelerin dayatılan zamlara, ardı arkası kesilmeyen
vergilere, düşük ücrete, işsizliğe, tüm bunların ifadesi olan açlığa,
yoksulluğa ve köleliğe razı edilmesi, istemeden de olsa katlanması lazım.
Oysa işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelede kazanacağı her başarı, sermayenin
aşırı kârlarının düşmesi, kaynakların bir biçimde ve bir ölçüde olsun
işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşulları için kullanılması anlamına
gelir. Bu aşırı kârları düşürmekle kalmaz, emperyalistlere borç
ödeme servisinde de zaafiyet yaratır. İşte bunun mutlak biçimde engellenmesi
lazım. Bunun engellenmesi için de halihazırda mücadele eden güçlerin
ezilmesi lazım. Bu nokta çok önemlidir; mücadele eden bu güçler, her
zaman mücadeleye çekilecek yeni güçlerin de güvencesidir. Mevcut olanı
ezer ve teslim alırsak, geridekini böylece yıldırır, mücadelenin başarı
kazanacağı konusunda umutsuzluğa d¨şürür, sonuçta teslimiyete ve köleliğe
razı etmiş oluruz, diye düşünüyor düzenin egemenleri. Devrimcilere son yıllarda yönelen acımazsızlığa da buradan bakmak,
şu günlerde F tipi dayatmasında başarı kazanmak için girişilen katliamları,
sergilenen aşırı vahşeti de bunun üzerinden kavramak gerekir. Dolayısıyla,
hep vurgulaya geldiğimiz gibi, birkaç bin devrimciyle devlet arasındaki
çatışma gibi görünen, sistem tarafından öyle sunulan olgu, gerçekte
Türkiyenin yaşadığı bütün bu ekonomik, mali ve sosyal sorunların
siyasal bir yansımasından başka bir şey değil. Uluslararası tefecilerin, yani emperyalist mali merkezlerin riskli
ülkelere borç verebilmesi için, bu borcun ödeneceğinin garantiye alınması
lazım. Devlet bunu nasıl garantiye alacak? İşçi sınıfı ve emekçilerin
elini kolunu bağlayarak... Zammı uygulayamazsa, vergiyi ve düşük ücreti
dayatamazsa, sosyal kısıntılar karşısında işçi sınıfının ve emekçilerin
ses çıkarmasını engelleyemezse, bütün o kaynaklar nasıl yaratılacak,
borç ödeme servisi aksamadan nasıl işleyecek? Vergi sorununa ara değinme Örneğin, neden durmadan dolaylı vergi koyar ya da varolanları sürekli
artırırlar. Çünkü dolaylı vergiler emekçileri soymanın, bununla devlet
bütçesindeki boşlukları hafifletmenin en kolay ve etkili mekanizmalarıdır.
Komünistler her zaman kapitalist düzende dolaylı vergi soygununa şiddetle
karşı çıkmışlardır, bunun yerine daha Komünist Manifestodan beri
artan oranlı gelir ve servet vergisini savunmuşlardır. Dolaylı vergiler
her zaman temel tüketim maddelerine biner ve bu nedenle de geniş emekçi
kitlelerin soyulması anlamına gelir. Bundan dolayıdır ki, Partimizin programı, işçi sınıfı ve emekçilerin
en acil demokratik ve sosyal istemleri arasında bu soruna de yer verir.
Bütün dolaylı vergilerin kaldırılmasını talep eder ve bunun yerine artan
oranlı bir gelir ve servet vergisi uygulaması ister. Bu, işçi sınıfını
ve emekçileri vergi soygunundan korumaya, vergi yükünü kapitalistlere,
toprak sahiplerine ve tefeci rantiye takımına bindirmeye yönelik bir
istemdir. Partimizin programı vergi sorunuyla ilişkili olarak ek bir
hüküm daha içerir. İnsanca yaşamaya yetecek bir asgari ücret uygulaması
talep ederek bunun vergiden tümüyle muaf tutulmasını ister. Bu, asgari
geçim standardına ancak yetebilen her türlü kazancın vergi dışı tutulması
olarak da anlaşılabilir. Eğer bugün Türkiyede yoksulluk sınırı 600 milyon lira ise (ki
bu son kriz öncesine ait bir rakamdır, şimdi bu sınır 1 milyar liraya
dayanmıştır), buna göre asgari ücretin de en az 600 milyon lira olması
demektir bu. Ve bunun kesin olarak tümden vergi dışı bırakılması gerekir.
Zira bu miktardan vergi alınırsa, kendiliğinden o asgari yaşam standardının
altına düşülmüş olur. Kriz karşısında devrimci ve Biz devrimcilerin sorunu hiçbir zaman düzeni kendi içinde ihya etmek,
düze çıkarmak olamaz. Devrimcilik demek düzeni değiştirmek, bu iddiayla
kitlelerin karşısına çıkmak demektir. Bizim için temel devrimci hedef
kurulu düzeni, mevcut sınıf egemenliği sistemini yıkmak, bir başka sınıfın
egemenliğini, işçi sınıfının devrimci iktidarını kurmaktır. Dolayısıyla
biz, bütün temel ve taktik sorunlara buradan, bu stratejik hedef ekseninden
bakarız, taktik tutum ve tercihlerimizi de bunun üzerinden saptarız.
Soruna devrimciler olarak ve devrimci bir stratejik bakışaçısıyla yaklaşmadığınız,
taktik tutum ve tercihlerinizi de buna göre saptamadığınız zaman; sol,
hatta hatta devrimcilik adına düzen içi çözümlere yöneldiğiniz zaman,
o düzenin yedeği olmaktan öteye bizzat bir parçası olursunuz. Siz mevcut ekonomik düzeni ve sınıf ilişkileri sistemini kendi yapısı
ve mantığı içinde veri alıp buna uygun düşen sözde makul çözümler ileri
sürerseniz, dolaysız olarak o düzene hizmet etmiş olursunuz. Siz krizi
tam da kapitalist iktisadi ilişkilerin özsel yapısı ve çelişkileriyle
değil de tutup hükümetlerin yanlış ve basiretsiz politikalarıyla izah
ederseniz; şu politika değil de bu politika uygulansaydı sonuç hiç de
böyle olmazdı derseniz; mevcut ekonomik yapının yapısal çözümsüzlüklerini
gizlemiş olursunuz. İşçilerin ve emekçi kitlelerin bilinçlenmesine değil,
tersine temel gerçeklerden uzaklaşıp sersemlemesine, çözümü hala düzenin
kendi içinde aramasına hizmet etmiş olursunuz. Mevcut ekonomik düzenin
öze ilişkin çelişkilerini ve sınıf yapısını bir yana bırakır, rant
ekonomisi yeine üretim ekonomisi olursa bugünkü krizler ve yıkım
olmaz; tersine, sanayileşme, kalkınma, istihdam ve dolayısıyla refah
olur, ekonomi iç dengelerine ve tempolu gelişme seyrine kavuşur derseniz,
sol adına burjuvaziye en büyük hizmeti yapmış olursunuz. Tüm bunlar,
siz bunu açıkça böyle formüle etmemiş olsanız bile, temel sınıf ve iktidar
ilişkilerinde köklü devrimci bir değişim olmaksızın da Türkiye ekonomik
istikrara uaşabilir, buna bağlı olarak da sosyal ve siyasal istikrar
kazanır, yani Türkiye kapitalizmi, yani kurulu düzen, yeniden dengesini
bulur, oturur, düze çıkar demiş olursunuz. Bu, böyle bir tutumla ortaya çıkmak, sosyalist sol ya da devrimcilik
adına inanılmaz gibi görünüyor; ama reformist sol çevrelerin şu günlerde
kriz karşısında gösterdikleri tepkilere ve geliştirdikleri tutumlara
bakarsanız, tam da buna benzer bir durumla karşılaşırsınız. Krize devrimci alternatif, devrimci sınıf Peki, alternatif bir ulusal program ya da sendika bürokrasinin
şu günlerde hazırlanmasından sözettiği emek programı alternatif
bir çözüm değilse eğer, bu durumda emekçiler kriz karşısında taktik
planda çaresiz mi kalacaklar, emekçilerin bu gelişmeler karşısında taktik
bir alternatifi olmayacak mı, diye sorulacaktır. Elbette ki olacaktır.
Ama bunun için öncelikle doğru hareket noktalarına sahip olmanız, doğru
tespitlerden yola çıkmanız ve devrimci bir stratejik bakışaçısı ile
hareket etmeniz gerekir. Doğru devrimci bir taktik tutumun ve alternatifin
zorunlu, olmazsa olmaz önkoşullarıdır bunlar. Buradaki fark, devrimci
olan ile her türden reformist-liberal sol akım arasındaki farkı verir
bize. Mevcut kriz, soyut bir ulusal ekonominin değil, fakat belli bir egemen
sınıfın, işbirlikçi tekelci burjuvazinin damgasını taşıyan bir iktisadi-sosyal
sistemin, daha sade bir ifadeyle, emperyalizme göbekten bağlı ve bağımlı
Türkiye kapitalizminin krizidir. Temel hareket noktası bu olmalıdır.
Bu herkesin bilmesi gereken, normalde ve normal durumlarda bilir de
göründüğü en temel gerçektir, bir bakıma işin alfabe kısmıdır. Bu iktisadi
sistem, onun birbirini izleyen krizleri, işçi sınıfına ve emekçilere
durmadan gönüllü ya da zorla ödenmek üzere ağır bir ekonomik ve sosyal
fatura üretir. Devrimci tavır, bunalımın kurulu düzenin kendi temelleri
üzerinde nasıl atlatılabileceği sorununu kendine hiçbir biçimde dert
etmeksizin, bunu derdin sahiplerine bırakarak, krizin faturasını ödemeyi
reddetmektir; emekçileri bu tutuma, buna uygun düşen istemlerle areket
etmeye ve mücadeleye girişmeye çağırmaktır. Kuşkusuz bu, kurulu düzene karşı işçileri ve emekçileri devrimci sınıf
mücadelesine çağırmak anlamına gelir. Ama bir devrimci parti ya da akım
da zaten başka türlü davranamaz, başka bir şey yapamaz, yapmamalıdır.
Krize düzenin kendi sınırları içinde çözümler aramak, bulmak ve önermek,
asla devrimcilerin tutumu olamaz. Bu düzenin kendi partilerinin aldatıcı
bir işi olabilir ancak. Tersine, devrimcilerin tutumu, ekonomik bir
krizi, düzenin yapısal sorunları ve çözümsüzlüklerini emekçilere anlatmanın,
onları bundan hareketle düzenin temellerine karşı mücadeleye çağırmanın
vesilesi olarak kullanmaktır. Böylece ekonomik krizi devrimci bir siyasal
krize çevirmektir. Devrimci bir partinin asli görevi ve uğraşı, işçileri ve emekçileri
sermaye sınıfına, onun adına ülkeyi yönetenlere karşı; bu kriz sizin,
sizin düzeninizin krizi, biz bu faturayı zam olarak, vergi olarak, işsizlik
olarak, sosyal hakların kısıtlanması olarak, toplamında yoksulluk ve
sefalet olarak, ülkemizin emperyalizme tümden köleleşmesi olarak ödemek
istemiyoruz demeye, buna uygun düşen istemlerle hareket etmeye, bunlar
için mücadeleye atılmaya çağırmak olmalıdır. İşçi sınıfı ve emekçiler
kurulu kapitalist düzenin krizinin karşısına, bu krizin faturasının
kendilerine ödettirilmesini reddederek çıkabilirler ancak. İşçi sınıfı burjuvazinin karşısına, karşı bir sınıf olarak çıkmak,
kurulu düzen karşısında tüm emekçiler adına alternatif güç olarak hareket
etmek zorundadır. Sınıf elbetteki bugünkü durumda ve kendiliğinden bunu
yapamaz. Ama işte devrimci olmak iddiasındaki partilerin görevi, her
vesileyi ve özellikle de krizleri en uygun fırsatlar olarak kullanıp
işçi sınıfını bu tutum ve davranış çizgisine adım adım çekmek olmalıdır.
Her türlü fırsat bunun için kullanılmaz, özellikle de krizler bunun
için bulunmaz fırsatlar olarak değerlendirilmezse, işçi sınıfı ebediyen
kurulu düzenin kölesi olarak kala kalır. Krizin fiziksel ve moral yıkıcı İşçi sınıfı ve emekçiler bugün için öncelikle kendilerini sosyal yıkım
saldırısından korumak, bunun fiziki ve moral yıkıcı sonuçlarından kurtarmak
zorundadırlar. Krizin faturasını ödemeyi reddetmekle, Krizin faturası
kapitalistlere! sloganına pratik bir anlam kazandırmakla olanaklıdır
bu. İşçi sınıfı ve emekçiler yıkımın faturasına karşı direnmeyi başarabilirlerse
eğer, böylece bu yıkımın fiziki ve moral açıdan yıkıcı ve yozlaştırıcı
etkilerinden de kendilerini bir ölçüde koruyabilirler. Partimizin programının Emeğin korunmasına ilişkin taktik
bölümünde, İşçi sınıfının fiziki ve moral yozlaşmadan korunması
için... denilir. Bu ne anlama gelir, nedir fiziki ve manevi yozlaşmadan
korunma? Ne anlama gelir, örneğin fiziki yozlaşma? Çalışan kitlelerin
çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesine bağlı olarak onların fiziki
yaşam koşullarında meydana gelen bozulmaların toplamıdır fiziki yozlaşma.
Örneğin, yoksulluğun derinleşmesiyle birlikte Türkiyede veremin
yeniden arttığı söyleniyor. İşte bu, kötü ve ağır çalışma koşulları
içinde bulunmanın, buna karşılık düşük gelirle yaşamanın, sürekli yoksullaşmanın,
böylece iyi beslenememenin, barınamamanın ve korunamamanın çalışan sınıflar
üzerindeki etkisinin dolaysız bir göstergesidir ve fiziki yozlaşmaya
uç bir örnektir. Yaşam standartları yönünden ve bedenen sağlıksız işçi
sınıfı yığınlarının ve giderek kuşaklarının birbirini izlemesi, fiziki
yozlaşmaya örnek bir durumu anlatır. Manevi yozlaşma da bunun bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Yokluktan
ve yoksulluktan dolayı, daha iyi bir eğitimden öteye genel olarak kültürel
yaşamdan da yoksun kalırsınız. Daha çok çalıştırıldığınız, sürekli fazla
mesai yaptığınız için okumaktan, kendinizi çok yönlü olarak eğitmekten
geri kalırsınız, kültürel-sosyal etkinliklere katılmak olanağı bulamazsınız.
Bu sizin sosyal ve düşünsel yaşamınızı sınırlar, daha da kötüsü tümden
ortadan kaldırır. Size kala kala dertlerinizi unutmak için içmek, bulabildiğiniz
kadarıyla kahvehanede zaman öldürmek, futbol vb. ile deşarj olmak kalır.
Mesele bununla da kalmaz, çürümeye ve kokuşmaya varır işler ve ilişkiler.
Yoksulluk fuhuşu yaygınlaştırır. Tüm değerler altüst olur, bayağılık
ve yozlaşma alır başını gider. Aile düzeni bozulur, aile ilişkileri
yozlaşr, paramparça olur. Hırsızlık, lümpenleşme, dalavere, ikiyüzlülük
vb. yaygınlaşır. Tüm bunlar hep yoksulluğun yarattığı manevi ve kültürel
dejenerasyonun sonuçları olur. Emekçiler fiziksel olarak bozulmakla
kalmazlar, manevi cephede de bir yozlaşma ve çürüme ile yüzyüze kalırlar. Programımızın Emeğin korunması bölümü işçi sınıfını
fiziki ve manevi yozlaşmaya karşı korumak derken, tam da ağır
çalışma ve yaşam koşullarının sınırlanması yoluyla işçi sınıfının ve
onun yeni kuşaklarının sağlığını, zihnini ve maneviyatını bir parça
koruma ihtiyacını anlatmaya çalışır. İşçi sınıfı ve emekçiler mücadele
ettikleri ölçüde, kısa vadede sermayenin saldırıları karşısında kendilerini
bu açıdan koruyabilirler. Daha uzun vadede ise, tam da bu kısa vadedeki
başarıların sağladığı güçle iktidar mücadelesine yürüyebilirler. Örneğin,
Türkiyede 7 saatlik işgününü kabul ettirmiş bir işçi sınıfı, bunu
başarmasını sağlayan mücadele süreci içerisinde büyük bir siyasal bilinç
ve örgütlülük kazanmış demektir. Devrimci olanla reformist olan Tarihe baktığımızda, işçi sınıfının bu türden taktik kazanımlarının
temelden farklı iki sonuç yarattığını görüyoruz. Birincisi, işçi sınıfı
bu kazanımların etkisiyle, bunların yarattığı görece iyi yaşam koşulları
ve bunun sağladığı tatmin duygusuyla devrimci dinamizmini, düzene karşı
devrimci iktidar arayışını yitirir, sonuçta uysalca düzene bağlanmış
olur. Öyle koşullar olur ki, burjuvazi bu kazanımlara katlanır, ama
işçi sınıfını da bu yolla ehlileştirmiş, kurulu düzenin temellerine,
genel çerçevesine razı etmiş olur. Ama öyle durumlar da olur ki, işçi
sınıfının zorlu mücadeleler içinde elde ettiği bu türden kazanımlar,
kısa vadede onun çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmekle kalmaz,
işçi sınıfı kitleleri bu mücadele sayesinde bilinç ve örgütlenme düzeylerini
daha da yükseltirler ve böylec kapitalist düzene karşı daha köklü bir
mücadeleye girişmek olanağı elde ederler. Bu bizi devrimci partiler ile reformist partilerin izlediği mücadele
çizgisi arasındaki temelli farka getiriyor. Bu konu ilkesel ve pratik
açıdan çok önemli olmakla birlikte, burada ayrıntısına girmeden, yalnızca
temel ilkesel farklılığa işaret etmekle yetineceğim. Siz kısa vadeli
acil istemlerinizi ve kazanımlarınızı düzeni uzun vadede yıkmak üzerine
de kurabilir, bu doğrultuda kullanabilir, böylece mücadeleyi bu devrimci
bakışaçısıyla da yürütebilirsiniz. Ama tersinden de, aman düzenden bir
şeyler koparıp alalım, durumumuzu bir an önce biraz, bir parça olsun
iyileştirelim de, sonrasına sonra bakarız demek, buna uygun düşen bir
davranış çizgisi izlemek yoluna da gidebilirsiniz. Devrimci partiler
ile reformist partiler arasındaki temel ayrım noktası, temel bakışaçısı
farkı kendini bu kritik davranış ve tercih üzerinden gösterir işte. Biz devrimciler, bu düzeni kendi temelleri ve egemen sınıf ilişkileri
içinde düze çıkarma iddiası taşıyan ulusal program, alternatif
program türünden liberal çözümlerle ortaya çıkmayız. Üretime,
istihdama, sanayileşmeye, kalkınmaya, dolayısıyla ülkenin sözde müreffeh
gelişmesine dayalı düzen içi çözüm reçeteleri ileri sürmeyiz. Bu türden
iddiaları, buna dayalı sözde çözümleri emekçilerin aldatılması, boş
ve yararsız hayallerle sersemletilmesi sayarız. Bu alternatif programlarda ortaya konulan çözümlere, kamu çıkarını
gözeten, gelir uçurumunu gideren, istihdamı artıran, bilgi ve teknolojiyi
geliştiren, sanayileşmeyi ve dolayısıyla ülkenin kalkınmasını sağlayan
çözümler, vb. deniliyor. Böyle demek, sorunu böyle ortaya koymak, ekonomik
işleyişte toplumsal çıkar ve ihtiyaçlar ilkesini egemen saymak demektir.
Peki temel sınıf ilişkileri değişmeden kaldığı sürece, sermaye üretim
araçları ve temel zenginlikler üzerindeki tekelini koruduğu sürece,
özetle burjuva sınıfının egemenlik ilişkileri değişmediği sürece bu
olanaklı mıdır? Kapitalist düzende ekonominin işleyiş mantığı ülke kalkınmasına, toplumsal
sorunların çözümüne, bu temelde temel toplumsal çıkarlara değil fakat
kâra dayanır. Kapitalizmin işleyiş mantığına kâr kaygısı, azami kâr
ilkesi egemendir. Burjuvazi hiçbir zaman kendi içinde üretimi artırma,
sanayii geliştirme, istihdam sorununu çözme gibi iktisadi ve sosyal
kaygılarla hareket etmez. O her zaman azami kârı nereden ve nasıl elde
edebilirim, elimdeki sermayeyi en hızlı ve en kârlı biçimde nasıl büyütebilirim
mantığıyla hareket eder. Önemli bir sanayi işletmesine yatırım yaptığı
zaman, bu sanayi işletmesini kurayım, memleket kalkınsın ve de istihdam
artsın diye yapmaz bunu. Oraya yatırım yapmanın yeterince kârlı olup
olmadığına, yeterli bir artı değer sömürüsü olanağı yaratıp yaratmadığına
bakar. Bugün KİTleri haraç mezat satıp özelleştirirken bunu nasıl gerekçelendiriyorlar?
Bu işletmeler yeterince kârlı değil, dahası kâr esasına göre çalışmıyor,
bu nedenle elden çıkarılması zorunlu diyorlar. Kapitalistlerin davranışına
her zaman azami kâr mantığı egemen olduğu içindir ki, tekelci burjuvazinin
en güçlü kesimlerinin elindeki bankalar, topladıkları mevduatı ve kontrol
ettikleri sermayeyi götürüp istihdam yaratmak ve ülke kalkınmasına katkıda
bulunmak üzere sanayiye yatıracağına, tutup devlete borç olarak veriyorlar.
Çünkü bu iş daha kârlı, en kestirme ve en güvenceli yoldan bir vurgun
alanı. Üç ay borç veriyorsunuz, karşılığında %198 bileşik faiz alıyorsunuz,
devletin tam güvencesi altında. Bu durumda, sanayi yatırımının meşakkatlerine
katlanmaya değer mi? Nereden çok kâr vars, sermaye oraya akıyor, şu
sıralar devletin borç kağıtlarına yatırım yapmak en kârlı iş, parası
olan ya da parayı kontrolüne alan tam da bunu yapıyor. Son on yıldır,
Sabancıların, Koçların yıllık kârlarının %50sinden
fazlası tam da faizlerden ya da mali spekülasyonlardan oluşuyor ve bundan
kendileri hiç de şikayetçi değil. Denebilir ki, biz de alternatif politikalar
çerçevesinde, tam da bunu ortadan kaldırmak istyoruz. Ama bunu başarmak
için öncelikle alternatif koşullar yaratabilmelisiniz; mevcut sınıf
ilişkilerini hiç değilse etkili bir biçimde darbelemediğiniz sürece,
sizin kağıt üzerindeki iyi niyetli programlarınızın hiçbir anlamı kalmaz,
herhangi bir hükmü olmaz. Bunu başarabilmek için de, tüm dikkatinizi
işçiler ve emekçiler arasında devrimci sınıf mücadelesi ruhu, bilinci
ve davranışı geliştirebilmeye vemek durumundasınız. Bunu yapmak yolunu
tuttuğunuzda ise işler zaten tümüyle farklı bir mecraya girer. Bu durumda
siz, temel hareket noktası doğası gereği düzeni düze çıkarmak olan bu
türden iç alternatif sevdasını bir yana bırakır, düzenin krizini devrimci
bir kriz olarak derinleştirme tutumunu, devrimci sınıf mücadelesi yolunu
tutmuş olursunuz. Reformist alternatiflerin Denilecektir ki, temelde burjuvaziye hizmet ediyor olsalar da, devletler,
sosyal politika çerçevesinde buna yönelemezler mi, emekçilerin
tabandan gelen baskısıyla buna bir ölçüde yöneltilemezler mi? Belli
sınırlar içinde elbette. Fakat işte bunun için de bir kez daha zorlu
bir sınıf mücadelesi ve bunun burjuvaziyi bu çerçevede belli tedbirler
almaya zorlaması, buna mecbur etmesi gerekir. Oysa yapılan iş, bu yolu
tutmaktan çok, yanlış, basiretsiz ve krizin nedeni olarak nitelenen
politikalar karşısında, doğru, ülkeye ve toplumun geniş çalışan kesimlerine
yararlı olduğu iddia edilen politikaları, deyim uygunsa düzenin egemenlerinin
takdirlerine sunmak oluyor. İzlenen politikalara sınıf mantığı, sınıfsal
anlamı ve sonuçları üzerinden yaklaşılacağına, başarısına ve sonuçlarına
buradan bakılacağına, sınıflar üstü bir bakışaçısıyl hareket ediliyor.
Sanki iflas eden politikaları birileri bilgisizlikten ya da basiretsizlikten
uyguluyormuş gibi yaklaşılıyor soruna. Siz üretime, istihdama, toplumsal çıkara ve refaha, çalışan kitlelerin
temel maddi ve kültürel ihtiyaçlarına dayalı bir ekonomi derseniz, farkında
olun olmayın sosyalizm istiyorsunuz demektir. Sosyalizm, iktisadi planda,
kabaca, ekonomiyi kâr ilkesinden ve plansız-anarşik yapıdan kurtarmak,
işçi sınıfı ve emekçilerin maddi ve kültürel ihtiyaçlarına göre yeniden
düzenlemek ve planlamak demektir. Fakat bunu başarabilmek için de öncelikle
temel üretim araçlarının kapitalistlerin elinden alınıp kamu malı haline
getirilmesi gerekir. İnsanlar yaşamak ve geçinmek için hayatı zaman içerisinde sürekli kolaylaştırmak
zorundalar. Üretim ihtiyacı temelde buradan gelir. Ama üretime egemen,
ona karakterini veren verili üretim ilişkileri sermaye sınıfının damgasını
taşıdığı zaman, orada kâr dürtüsü ve ilkesi belirleyici olur. Sizin
ekonomiyi bu dürtü ve ilkenin köleliğinden kurtarabilmeniz için, öncelikle
burjuvaziyi devirmeniz, onun elindeki ya da denetimdeki tüm bir üretim
aygıtına elkoymanız lazım. Bunu yaptığınız zaman, kâr ilkesine göre
değil de toplum çıkarına göre hareket etmenin gerekli ve zorunlu koşullarını
yaratmış olursunuz. O zaman gerçekten üretici güçlerin engelsizce gelişmesini
sağlamak, tekniği geliştirmek, verimliliği artırmak, zenginlikleri sınırsızca
çoğaltmak ve dolayısıyle hayatı kolaylaştırmak, genel toplumsal refahı
arırmak, herkese iş sağlamak, herkese insanca yaşayabileceği iktisadi,
sosyal ve kültürel yaşam koşullarını yaratmak olanağı bulur, her adımda
bu kaygıyla hareket edersiniz. Reformist solun alternatif ulusal programı ise, burjuvaziyi
devirmeksizin burjuva sınıf çıkarlarını ve tercihlerini dışlayan mucizevi
bir mantığa sahip. Siz ranta ve faize değil fakat üretime ve istihdama,
dolayısıyla onun sağlayacağı toplumsal refaha dayalı ekonomi istiyorsunuz.
Ama bunu böyle istemekle, işin aslında kapitalizm kendi temel dürtüsünü,
davranış mantığını terketsin diyorsunuz. Bunu istemeniz gerçekten güzel!
Ama bu salt iyiniyetli bir istek sorunu değil ki. Karşınızda egemen
konumda bir sınıf duruyor. Bütün iktisadi ve mali gücüyle, egemen ideolojisi
ve kültürüyle, devleti ve tüm öteki baskıcı kurumlarıyla... Kapitalist
sınıfın, kapitalist ilişkilerin egemenliği devam ediyorken, ekonomiyi
kapitalist kârın mantığından kurtarmayı düşünmek hayalciliktir. Biz
bundan dolayı bu programları sadece burjuva liberal değil,fakat aynı
zamanda ütopik olarak da niteliyoruz. Çünkü bunların bu mantık çerçevesinde
hiçbir gerçekleşme şansı yok. (Devam edecek...) Okurlara not: Bu sayfalarda yayınladığımız Düzenin krizine liberal sol
reçeteler ortak başlıklı dizi yazımızın 4. bölümüne gelecek
sayıda devam edeceğiz... |
|||||