Kriz ve devrimci sınıf çizgisi/1 H. Fırat Güncel kriz, Türkiyenin yaşamakta olduğu ağır ekonomik sorunlara
çözüm getirmek iddiası taşıyan ve 14 aydır uygulanmakta olan İMF programının
iflasını belgeledi. Burjuvazinin, onun adına ülkeyi yöneten hükümetin
iddiası, bu programın uygulanması durumunda ekonomik dengelerin yerine
oturacağı, kapitalist ekonomideki yapısal bozuklukların bir ölçüde olsun
giderilebileceği, bunun ise özellikle enflasyonun düşmesi yoluyla işçi
sınıfına ve emekçilere zaman içerisinde nefes aldırtacağı vb. idi. Bu
büyüklüğü ölçüsünde temelsiz iddiayla 14 aydır uygulanan ekonomik saldırı
ve sosyal yıkım programı, işçi sınıfına ve emekçilere ağır bir fatura
anlamına geliyordu. Bu fatura emekçilere ödettirildi, fakat 14 ayın
sonunda sonuç tam bir iflas oldu. Bu bugün artık genel kabul görüyor,
progrın asli sahipleri de dahil buna. Sonu gelmeyen fedakarlık talepleri Öncesi bir yana, 24 Ocak Kararları diye bilinen ve ancak
faşist 12 Eylül askeri rejimi koşullarında uygulanabilen saldırıdan
beri bu ülkede gündeme getirilen her yeni saldırı programı, ekonomik
sorunlara çözüm bulmak iddiasına dayanıyor, bunun çok geçmeden emekçilerin
yaşamında da bir düzelme yaratacağı yalanı ise bunu tamamlıyor. Ama
her uygulama, ortaya bir başarı çıkarmak, kapitalist ekonomide bir parça
olsun bir denge ve düzelme yaratmak bir yana, her seferinde yeni ve
öncekinden daha ağır bir kriz batağıyla sonuçlanıyor. Bir bakıma son kırk-elli yılın kısır döngüsüdür bu. Bu açık olgu, Türkiyenin
bağımlı kapitalist ekonomisinin yapısal bozukluklar ve çözümsüz sorunlarla
yüzyüze olduğunun tescilinden başka bir anlama gelmemektedir. Onyıllardır
kendini yineleyip duran bu kısır döngünün özü özeti ise şudur: Uygulanan
ekonomik programlar, kapitalist ekonominin yaşamakta olduğu sorunlara
bir çözüm getirmekten çok, ortaya çıkan ekonomik ve sosyal faturanın
emekçiler ödetilmesi yoluyla çarkın dönmesini sağlamaktadır yalnızca.
Ekonomi krize battıkça ortaya bir fatura çıkarıyor, bu fatura her seferinde
emekçilere bir biçimde ödettiriliyor ve böylece çark dönüşünü ağır aksak
da olsa sürdürmüş oluyor. Önceki dönemin sorunlarını çözmek iddiasıyla gündeme yeni bir ekonomik
modelin getirildiği son yirmi yıla bakalım. 1980 yılı başında
gündeme getirilen 24 Ocak Kararlarından beri her seferinde kitlelerden
fedakarlık isteniyor; her seferinde aynı yalan yinelenerek,
biraz sabır gerekli, halk bu sabrı gösterir ve gerekli fedakarlıklara
katlanırsa arkası düze çıkmak olacaktır, bundan ise bütün bir toplum
yararlanacaktır, deniliyor. Ama aradan yirmi yılı aşkın bir süre geçiyor,
bu süre zarfında krizler birbirini izlemekle kalmıyor, her yeni kriz
bir öncekinden daha ağır ve yıkıcı sonuçlar yaratıyor. Ne ülke düze
çıkıyor, ne de halkın yaşam koşullarında en ufak bir düzelme yaşanıyor.
Tam tersine, çalışan kitlelerin yaşam koşulları her açıdan kötüleşiyor
ve kendi deyimleriyle ülke iflas noktasına geliyor. Bizzat kurulu düzenin egemenleri her yeni krizi bir öncekinden daha
ağır bir biçimde nitelemekten geri durmuyorlar. 94 yılında da
bir kriz yaşandı; krizin ağır sonuçlarından hareketle bizzat tekelci
burjuvazinin sözcüleri, onu Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi
olarak niteliyorlardı ve bu yerinde bir nitelemeydi. Bunun faturası
o dönem 5 Nisan Kararları ile emekçilere ödettirildi. Fakat bu ağır
faturaya rağmen sonuçta hiçbir şey düzelmedi ve bugün ülke yeni bir
ağır krizin batağında debeleniyor. Bugün 14 aydır uygulanan saldırı
programından da öteye, bizzat ülkenin iflas ettiği söyleniyor artık.
94 yılında Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi diyorlardı, şimdi
ülkenin iflası diyorlar. Artık krizin ağırlığını vurgulamaktan öteye
ülkenin iflas noktasına geldiğini söylemek durumunda kalıyorr. Buradan net bir sonuç çıkıyor: Türkiye kapitalizminin sorunları yapısal
ve çözümsüzdür. Türkiyenin kapitalist ekonomisi onyıllardır hep
aynı sorunlarla muzdariptir ve bu kendini döne döne her seferinde daha
da ağırlaşan krizlerle ortaya koyuyor. Enflasyon ve hayat pahalılığı,
büyüyen bir işsizlik ve gelir dağılımı uçurumu, düşük ücretler ve zaten
çok sınırlı sosyal hakların bile gaspı, yoksulluk ve kültürel gerilik,
yaygınlaşan fuhuş ve çok yönlü bir manevi dejenerasyon, tam da bu ekonominin
kitlelere sürekli ağırlaşan faturası oluyor. Sürekli ağırlaşan bir borç batağı tablosu Bu arada iç ve dış borçlar sürekli büyüyor. Üstelik anapara ve faiz
olarak sürekli ödendiği halde büyüyor. 12 Eylül döneminde Türkiyenin
dış borcu 15 milyar dolar civarındaydı. 90 yılında 50 milyar doları
bulmuştu. Şimdi ise 120 milyar dolara ulaşmış durumda. Dört yıl önce
bu borçlar 80 milyar dolardı. Emekçilerin sırtından sürekli borç ödendiği
halde, aradan geçen dört yıllık süre içinde bu borç tutarı %50 artmış
durumda. Ağır faiz koşulları ile alınan ve bir kısmının geri ödemesi
daha da ağır koşullarla elde edilebilen yeni borçlarla yapılabilen bir
dış borç batağı tablosudur bu. Dahası var. Eskiden daha çok dış borç yükünden söz edilirdi, şimdi
bunu tamamlayan bir de çok ağır bir iç borç yükü var. Bunun tutarı ise
60 milyar doları bulmuş ve sık sık gündeme getirilen yeni borçlanmalarla
da bu rakam sürekli şişiyor. Ulusal gelire oranlandığında bunun ürkütücü
bir iç borç tablosu olduğunu konunun uzmanları söylüyorlar. Özetle bu, tam bir iç ve dış borç batağı tablosu. Devletin tüm vergi
geliri (yuvarlak rakamın 17 katrilyon TL olduğu söyleniyor) neredeyse
olduğu gibi bu dış ve iç borcun faiz ödemelerine gidiyor. Son devalüasyon
paranın değerini bir anda %40a düşürdüğüne ve dalgalı kur sistemiyle
bu düşüş günden güne devam ettiğine göre, bütçe gelirlerinin dolar cinsinden
yapılması zorunlu dış borç ödemelerine artık yetmeyeceği, devalüasyon
ölçüsünde bu borçların değerlendiği de ayrı bir sorun. Tüm öteki devlet
giderleri (yuvarlak rakam 7.5 katrilyon TL, ki bu rakam faize ödenen
meblağın yanında son derece mütevazi kalıyor) bütçe açığı olarak tanımlanıyor
ve bunların yıllık olarak karşılanması için de sürekli yeni borçlanmalara
gitmek bir zunluluk oluyor. Bu giderlere kaynak sağlama
adına doğrudan ve dolaylı vergilerle, zamlar yoluyla halka çıkarılan
fatura da cabası. Eğitime, sağlığa ve öteki sosyal alanlara ayrılan
zaten son derece sınırlı bütçelerin sürekli kısılması ise bu faturanın
bir başka ödetilme biçimi oluyor. Günden güne ağırlaşan kısır döngü Günden güne ağırlaşan bir kısır döngü bu. Türkiyenin dış borcunun
120 milyar dolar olduğu bir dönemde, GSMHsı, yani yıllık ulusal
geliri yalnızca 200 milyar dolar. Kaldı ki son devalüasyonla birlikte
bu rakam 200 milyar doların da çok altına düşmüş durumda. Devalüasyon
öncesinde kişi başına yıllık ulusal gelirin 3200 dolar civarında olduğu
söyleniyordu, şimdi bu 2500 dolar civarına inmiş durumda. Bu toplam
ulusal gelirdeki bir düşüşün ifadesidir. Kriz sonrasında toplam ulusal gelirin 160 milyar dolara düştüğü söyleniyor.
Ve sizin 160 milyar dolarlık yıllık ulusal gelirinize karşılık 120 milyar
dolar tutarında bir dış borcunuz var. Dış borçlarınızın toplam ulusal
gelirinize oranı %75 düzeyine çıkmış. İşte ülkenin iflasa götürülmesi
kendini burada gösteriyor. Kapitalist dünyanın uluslararası standartlarına
göre, toplam dış borcun yıllık ulusal gelire oranının %50ye yaklaştığı
ya da bunu aştığı her ülke, çok borçlu ve dolayısıyla yüksek riskli
bir ülkedir. Böyle ülkelere yeni borçlar çok ağır koşullar ve güvenceler
karşılığında verilir artık. Bu da ülkenin iflasa götürülmesinin bir
başka göstergesidir. Dahası bu borçların %30u kısa vadeli borçlardır. Kısa vadeli
borç kısa süre içinde ödeme zorunluluğu anlamına geliyor. Bu ise ağır
koşullarda yeni borçlanma demektir. Çok borçlu ve dolayısıyla yüksek
riskli bir ülke olduğunuz için de, bu yeni borcu size verecek olanlar,
salt ekonomik ve mali açıdan değil, siyasal açıdan da size ağır koşullar
dayatırlar. ABD büyükelçisinin bu ülkenin başbakanını elçilik konutuna
çağırma küstahlığı göstermesi bunu sembolize ediyor ve orada hiç de
ekonomik ve mali sorunlar değil, fakat tam da siyasal sorunlar tartışılıyor.
Kredi musluklarını elinde tutanlar burada Türkiyeye kendi koşullarını
dikte edip dayatıyorlar. Ağır borç yükü üzerinden kendini gösteren mali
köleliğin siyasal köleliği daha da ağırlaırması anlamına geliyor bu.
Ekonomik krizin Türkiyeye siyasal faturasıdır bu. Amerikalı stratejistlerin
işi, Başkanın Türkiyeye bir siyasal komiser tayin etmesinden
sözetme noktasına vardırmaları bu açıdan boşuna değil. Aynı kıskaç iç borç ödemeleri cephesinde yaşanıyor. Birkaç gün önce
yeni hazine bonoları piyasaya çıkarıldı, üç ay süreli olarak. Günü gelmiş
iç borç ödemelerine kaynak bulmak için. Bir anda devlet hesabına 3 katrilyon
lira borç alıyorsunuz. Bunlar kısa vadeli borçlar ve çok ağır faiz yüküyle
alınabiliyor, birleşik faiz tutarının %198 olduğu açıklanıyor. Ama üç
ay sonra bu 3 katrilyonu da geri ödemek zorundasınız, bunu ödemek içinse
ağır koşullarla yeniden borçlanmak, ya da halkın sırtına yeni dolaylı
vergiler ve zamlar bindirmek zorundasınız. Kendini sürekli yeniden üreten yapısal sorun Türkiye bir borç köleliği içerisinde; Türkiye kapitalizminin temelinde
bu var, yapı bununla işliyor, çark bununla dönüyor. İkinci emperyalist
savaş sonrası dönemde, özellikle de 1950li yıllardan itibaren,
Türkiye kapitalizmi hızlı bir gelişme süreci içerisine giriyor. Burada
izlenen sermaye birikimi modeline ithal ikameci sanayileşme
deniliyor yerleşmiş dilde. İthal ikameci sanayileşme, düne
kadar dışarıdan hazır olarak ithal edilen bir malı bundan böyle içeride
üretmek yolunu tutmak anlamına geliyor. Ama nasıl? Kendi sanayi altyapınız,
gelişmiş teknolojiniz, buna uygun bir bilgi birikimi ve eğitilmiş insan
malzemeniz olmadığı için; dışarıdan aldığınızı içeride üretmek adına,
işin aslında, dışarıdan o güne kadar hazır aldığınızı, yine dışarıdan
ithal edeceğiniz yatırım ve ara malları ile bundan böyle içeride &ml;retme
yoluna gitmiş oluyorsunuz. Yani bir takım tali girdiler sayılmazsa,
işin aslında, mamül mal yerine onun hazır parçalarını dışarıdan alıp
içeride montaj etme yoluna gidiyorsunuz. Geçmişte, 60lı
yıllarda, Türkiye solunun bu tür bir sanayileşme iddiasını montaj
sanayi olarak eleştirmesi de bundandır. Kritik girdileri bakımından büyük ölçüde dışa bağımlı bir sanayileşme
oluyor bu. Otomobil üretiyorsunuz, ama motorunu, bir dizi başka ana
girdisini dışarıdan getirmek zorundasınız. Bunları dışarıdan getirmek
için de dövize sahip olmak zorundasınız, ki benim burada sözü getirmek
istediğim asıl nokta da bu zaten. Eğer dış ticaretinizde bir denge varsa
ya da daha da iyisi fazlanız varsa, pek sorun yok, dövizi verip o malları
alabiliyorsunuz. Değilse, bu ithalat girdilerini karşılamak için döviz
bulmak zorundasınız. Bunu ürettiğiniz sanayi mallarını dışa satarak
bulamazsınız, zira montaja dayalı ve esas olarak da yüksek gümrük duvarlarıyla
korunmuş iç pazara yönelik sanayi mamülleriniz için dışarıda pazar bulamazsınız. Tarım ürünleri ihracatı, artı turizm gelirleri, artı 60lı
yıllardan itibaren işçi dövizleri katkısı, ülke olarak döviz ihtiyacınızın
ancak bir bölümünü karşılayabiliyor. Geri kalanı için dışarıdan bir
biçimde borçlanmak zorundasınız. Borç alıyorsunuz, ama bu bir kerelik
bir durum değil, bunu sürekli yinelemek durumundasınız. Zira dış ticaretiniz
hep açık veriyor; turizm gelirleriniz ile işçi dövizleriniz bu açığı
bir parça hafiflettiği halde, bu açık ithal ikameci sanayileşmenizin
ilerlemesine paralel olarak sürekli büyüyor. Birikmekte olan borçları
ödeyebilmek için de durmadan yeniden dış borç almak zorundasınız. Ve
siz, dış borç alıp hem ithalat gereksinmelerini karşılıyorsunuz, hem
de aldığınız dış borçların vadesi gelmiş olanlarını ödüyorsunuz. Dolayısıyla
alınan bor&edil; kar topu gibi durmadan büyüyor. Ekonominiz büyüdükçe
ithalat girdisi ihtiyacı artıyor, girdi ihtiyacı arttıkça döviz ihtiyacı,
dolayısıyla borç ihtiyacı artıyor. Ve içine girdiğiniz borç sarmalı
durmadan faiz yükü üretiyor, borçlarınız bunun da etkisiyle şiştikçe
şişiyor. Buraya kadar söylediklerim sadece sorunun ekonomik ve mali mekanizmasına,
bu cephede ürettiği sorunlara ilişkindir. Daha bir de bunun başta siyasal
olmak üzere tüm öteki cephelerdeki sonuçları var. Emperyalist merkezlere
borçlandığınız ölçüde onlara olan bağımlılığınızın siyasal, diplomatik
ve askeri cephelerinde, bir bakıma bu ekonomik olandan da ağır bir fatura
ile yüzyüze kalıyorsunuz. Ağırlaşan ekonomik ve mali bağımlılık beraberinde
ağırlaşan bir siyasal bağımlık da getiriyor. Böylece yuları yıldan yıla
daha vahim biçimler ve boyutlarda emperyalist merkezlerin eline vermiş
oluyorsunuz. Türkiyenin ikinci emperyalist savaş sonrası bütün
bir tarihsel süreci bununun ibret verici bir örneğidir. Emperyalist köleliğin sınıf dayanağı Bunu kritik önemde bir olguyla birlikte ele almak durumundayız; tam
da bu aynı süreç, Türk burjuvazisinin emperyalizmle işbirliği içinde
kurduğu sömürü ve talan mekanizmalarıyla görülmemiş boyutlarda semirip
palazlanmasına tanıklık etmiştir. Bugün Türkiyenin herşeyine hükmeden
tekelci büyük burjuvazi ülkeyi emperyalizmin çiftliği haline getirmiş,
ülke kaynakları yağmalanmış, ülke borç batağı içinde bugünkü iflasa
sürüklenmiş, işçi sınıfı ve emekçilerin bu süreç içinde adeta kanı emilmiş,
ama işte tüm bunlar sayesindedir ki, emperyalizmle çıkar ve kader birliği
eden sınıf, yani tekelci sermaye kodamanları bugünkü muazzam iktisadi-mali
güce erişmişlerdir. Başka bir ifadeyle, bu aynı süreç onlar yönünden,
büyük oranda kârlar ve vurgunlaa ilerleyen başarılı bir sermaye birikimi
süreci olmuştur. Bu unutulursa, sorunların kaynağı salt emperyalizmle açıklanırsa, milliyetçi
liberal sol kesimlerle aynı konuma düşülür. Böylece emperyalizmin ülkeyi
köleleştirmesini olanaklı kılan üretim ilişkileri, bu üretim ilişkilerine
dayanan, bu temel üzerinde hüküm süren sınıf egemenliği sistemi gözlerden
gizlenir. Emperyalizme keskin karşıtlık perdesi altında sınıf işbirliği
çizgisine dayalı milliyetçi liberal bir konumda hareket edilir. Bu konum
ise tüm milliyetçi keskinliğine rağmen, burjuva liberal çizgi üzerinden
emperyalizmle uzlaşmaya varır. Emperyalizmle ilişkilerin temelden yıkılması
ve tasfiyesine değil, fakat bağımlılık biçimi ve düzeyinin gözden geçirilmesine
dayalı bir ulusal liberal çizgidir bu. Bunu en iyi Perinçekçi İPin
bugünkü konumu ve çizgisi üzerinden gör&uul;p izlemek mümkün. Borç köleliğinin siyasal bedelleri Borç batağının ülkeyi bugün getirdiği noktaya dönüyorum. Kriz batağından
bir parça olsun çıkılabilmesi için şu sıralar Amerikadan acil
kredi alınması gerektiğini yineleyip duruyorlar, ülkeyi yönetenler.
15-20 milyar dolar kredi bulurlarsa çok rahatlayacaklarını, krizin yıkıcı
etkilerini dizginleyebileceklerini söylüyorlar. Tabi bulamadıkları bir
durumda ise herşeyin iyice başaşağı gideceği sonucu bu söylemin kendisinden
kendiliğinden çıkıyor. Bu vaziyette, İMF ve Dünya Bankasını da
kendi denetiminde tutan ABDden kredi dileniyorlar. ABD, bu kadar
değilse de bu paranın bir kısmını size sağlayabilirim, ama şu şu koşulla
deyip kabul edilmesi pek de kolay olmayan ağır dayatmalarını koyuyor
pazarlık masasına. Bunlar salt ekonomik ve mali koşullardan ibaret de değil, bu kadarını
zaten İMF ve Dünya Bankası üzerinden dayatıyor ve zorlanmadan kabul
ettiriyor. ABD emperyalizmi için sorun bundan da öte, tam da ağır siyasal
koşullar/dayatmalarla ilgilidir. Bu döneme ilişkin bölgesel ihtiyaçları
ve buna dayalı tercihleri nelerse onları bir bir masaya koyuyor. Fırsatını
bulmuşken Türkiyeli işbirlikçi uşak takımına tam da bunları dayatıyor.
Parayı ancak bu koşullarla verebilirim diyor ve hiç kuşkunuz olmasın,
tercih sizin, siz bilirsiniz... diye de gönlü rahat bir
biçimde ekliyordur, kapalı kapılar arkasında süren o kirli, tehdit ve
şantajla içiçe pazarlıklarda. Bunu elbette ki Türkiyenin iç siyasal
yaşamına ilişkin istemler tamamlıyordur; bu parayı veririz, ama siz
de kendi işçinizin-emekçinizin elini kolunu iyi biçimde bağlamasını
başarmalısınız; iç s&ml;mürü ve soygun çarkını tam olarak güvenceye
almalısınız ki, verdiklerimizi bize yarın tüm faizleriyle geriye ödeyebilmenizin
bir garantisi olabilsin vb... İMFnin bütün bir işi, işlevi de ekonomik ve mali cephede zaten
bu değil midir? İMF reçetelerinin tek gerçek işlevi, uluslararası sermaye
çevrelerinden (emperyalist devletlerden, büyük bankalardan ya da bizzat
İMFnin kendisinden) aldığınız borcun vadesi geldiğinde gerisin
geri ödenebileceği koşulların ekonomik ve mali düzenlemelerle güvenceye
alınmasıdır. İMF reçeteleri her zaman buna hizmet eder, bunu güvenceye
alır. Bu reçetelere atfedilen öteki herşey kitlelerin aldatılmasından
ibarettir. İMF reçeteleri gereğince ücretleri düşürmek gerekir, çünkü bu yolla
kâr ve sömürü oranı artırılarak daha büyük kaynak yaratılır. Yeni vergiler
koymak, dolaylı vergileri çoğaltmak gerekir, zira böylece ek gelir kaynağı
edilir. Toplu tensikatlarla çalışan sayısını azaltmak gerekir, çünkü
bu hem sömürü oranını artırmanın bir imkanı olur, hem de eğer sözkonusu
olan devlet işletmeleriyse bu yolla devlet harcamaları azaltılmış ve
bu kaynakları başka türlü (doğal olarak en başta borç ödemeleri için)
kullanmak olanağı yaratılmış olur. Eğitimden, sağlıktan, öteki sosyal
harcamalardan kısmak gerekir, çünkü devlet ancak böyle tasarruf sağlayabilir
ve emperyalist alacaklılarına karşı yükümlülüklerini aksatmadan gerçekleştirir.
Bunun özelleştirme boyu, kamu hizmeti alanlarını yerli ve uluslararası
tekeller için bir sömürü ve vurgun alanı haline getirme hesapları da
bunun ayrı bir boyutu. Küçülen devletin büyüyen işlevi Devleti küçültmek gerekir diyorlar, bu ülkenin tüm sermaye
uşakları, emperyalist merkezlerden aldıkları kalıpları yineleyerek.
Bununla, devletin ekonomiden çekilmesi, dolayısıyla KİTleri devretmesi,
sosyal harcamalarını alabildiğine azaltması, kamu hizmetlerini kârlı
bir sömürü alanı olarak tekellere devretmesi vb.ni kastediyorlar.
Devleti küçültmek derken bundan asla devletin baskı ve terör aygıtını
küçültmeyi anlamıyorlar, tam tersine, bunu devletin asli görevi
olarak görüyorlar ve devlet ekonomiden elini çekerse, yani bu anlamda
küçülürse, böylece kendi asli görevine dönmüş olur ve daha
iyi hizmet verir, diyorlar. Bu hizmetin ne olduğunu iyi biliyoruz. Bu nedenledir ki, tüm piyasa liberalleri devletin küçültülmesini istemek
bir yana, tahkim edilmesi konusunda tam bir görüş birliği içindedirler.
Ordunun, polisin, yargının, diyanet örgütünün küçültülmesini, hapishane
yapımının durdurulmasını isteyen yok bunlar arasında. Arada diyenler
varsa da, bu ya demokrat görünme samimiyetsizliğinin ya da bizi ABD
yönetse daha iyi, ki küreselleşmenin gereği budur diyecek kadar uşak
ruhlu olmanın ürünüdür. Ama tekelci burjuvazi ile onun adına ülkeyi
yönetenlerin tercihleri bu konuda yeterince açık, net ve gerçekçidir. Onlar sosyal yıkım politikalarının ne anlama geldiğini ve hangi sonuçları
üreteceğini çok iyi biliyorlar. Bundan dolayıdır ki, özelleştirmeler
yoluyla ekonomik alandan çektikleri ve sosyal fonksiyonlarını iyice
budadıkları, bu açılardan gerçekten giderek küçülen devletlerini,
öte yandan bir baskı ve terör aygıtı olarak devasa boyutlarda büyütmek
için herşeyi yapıyorlar. Sosyal harcamaları kısıyorlar, ama orduya,
polise, zindanlara ayırdıkları kaynakları sürekli artırıyorlar. Eğitim
ve sağlıktan kısıyorlar, ama silahlanmaya ve diyanet işleri örgütüne
ayırdıkları kaynakları sürekli artırıyorlar. Bu bir sınıfsal bakış ve
tercihtir, burjuvazi ne yaptığını çok iyi biliyor. (Devam edecek...) |
|||||