Düzenin krizine liberal sol reçeteler/2 Karşıtını tanımlamaktan bile aciz programlar...
TKİP Merkez Yayın Organı Ekimin krizi konu alan değerlendirmesinde,
tüm kesimleri ve kurumlarıyla burjuvazinin krizin gerçek kaynağını,
dolayısıyla sınıfsal ve siyasal sorumlularını gizlemeye çalışan kampanyası
ele alınırken, şunlar söylenmektedir: Reformist sol ile şu sıralar onunla aynı dili kullanarak İMF
programına karşı alternatif bir ulusal program ihtiyacını
dillendiren sendika bürokrasisi ise, krizin başlangıcındaki yaygın söyleme
bağlı kalarak, hem hükümeti hem İMFyi, doğal olarak özellikle
İMFyi ve onun dayatmalarına kölece boyun eğdiği için de hükümeti
suçlamakta ve sorumlu olarak göstermektedir. Fakat nedense hiçbirinin
aklına, yapısal bozuklukları ve bunun yansıması olan krizleriyle Türkiye
kapitalizminin kendisi, buna dayanan sınıf, ordu ve bürokrasisiyle bu
sınıfa hizmet eden devlet, bir türlü gelmemektedir. (Sayı:
221, Mart 01, başyazı) Liberal sol çevreler tarafından gürültülü bir propaganda eşliğinde
piyasaya sürülen (İPin Ulusal direnme programı) ya
da dışarıdan ölçüsüz övgülere konu edilen (EMEPin koşulsuz olarak
destekliği Emek Platformu Programı) programlar üzerinden
bu tutumu somut olarak görmekteyiz. Bu iki programın her biri kendi
yönünden krize alternatif olmak iddiası taşıyor. Bu kadar
ciddi bir iddianın bir parça değer taşıyabilmesi için, çözüm bahsi bir
yana, bu programların hiç değilse krizin ekonomik-sınıfsal karakteri
ve kaynağının ele alınışı konusunda isabetli bir tutuma sahip olması
beklenirdi. Oysa her iki programda da bu yok; her iki program da Türkiye
kapitalizmine, onun dayanağı olan sınıfa, bu sınıfı ayakta tutan devlete
açıkça değinmemeye çok özel bir özen g&oum;steriyor. Elbette bu tutum bilgisizlikten ya da değerlendirme yeteneksizliğinden
gelmiyor; tam tersine, burada son derece bilinçli bir tutum ve tercihtir
sözkonusu olan. Bu bile başlı başına bu programların kurulu düzeni esas
alan liberal reçeteler olmaktan öteye gidemediğini göstermeye yeter.
Doğal olarak bu durumda alternatif program olmak iddiası
da her türlü ciddiyetten yoksun kalır. Her iki program da iç cephede krizden, İMFyi körü körüne izleyen
hükümetleri sorumlu tutuyorlar yalnızca. Türkiye kapitalizmini ve burjuvazisini
krizden sorumlu tutmak bir yana, program metinleri bunları sözcük olarak
olsun bir kez bile anmamak gibi inanılması güç bir tutum gösteriyorlar. Dış cephede ise, dış güçleri bütün sorunların biricik nedeni
ve kaynağı olarak gören burjuva milliyetçi tutumundan beklenebileceği
gibi, Perinçekçi İPin programı İMFnin de ötesinde emperyalist
merkezleri suçlama ataklığı gösteriyor. EMEPli yazarların
günlerdir övmekte birbirleriyle yarıştıkları Emek Platformu Programı
bunu bile yapmıyor; emperyalizmi suçlamak ve hedef göstermekten özenle
kaçınarak, İMF ve Dünya Bankasının sorumluluğuna işaret etmekle
yetiniyor. Son yirmi yılın sorumluları Perinçekçi İPin düzenin kendisi, sınıfsal ve siyasal dayanaklarıyla
herhangi bir sorunu yok. Onun tüm sorunu teslimiyetçi hükümetlerle,
bu hükümetler tarafından uygulanan politikalarla. Halkçı-devletçi
ekonomi seçeneğini sunan Ulusal direnme programının
Giriş ve gerekçe bölümü şu paragrafla başlıyor: Türkiye ekonomisi, 24 Ocak 1980 Kararları, 12 Eylül Askerî
Rejimi, Turgut Özalın Liberalizasyon dediği Eroin
Devrimi, DYP-SHP hükümetinin İstikrar Paketi ve en son ABye
aday üyelik sürecindeki IMF üzerinden Batıya ekonomik teslimiyetten
geçerek bugünkü derin krize yuvarlanmıştır. Özetlenen dönem Türkiyenin son yirmi yılıdır. Bu yirmi yılı ekonomik
cephede 24 Ocak Kararları ve siyasal cephede faşist 12
Eylül Askerî Rejimi başlatmış ve bütün bir dönem üzerinden belirlemiştir.
Bu iki temel önemde olay bile bize, bugün içine yuvarlanılan derin
krizin sınıfsal ve siyasal sorumlularını bir arada vermeye yeter:
İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve onun devleti, özellikle de bu devletin
vurucu gücü olmaktan öte, omurgası ve beyni olarak işlev gören ordu.
Yukarıya aldığımız giriş paragrafının son yirmi yıl üzerinden özetlediği
tüm bu politikalar, işbirlikçi burjuvazinin temel ihtiyaçları ve tercihleri
çerçevesinde gündeme gelmiş, her türlü ilerici toplumsal muhalefetin
ordu merkezli olarak ezilmesi ve dizginlenmesi yoluyla da bugüne dek
engelsiz olarak uygulanmıştır. Egemen sınıf olarak Türk burjuvazisinin yönetim sürecinde bütün bir
Cumhuriyet dönemi boyunca bir süreklilik var. Dönemler ve buna bağlı
olarak ihtiyaçlar, bu ihtiyaçlara uygun düşen tercihler değişmiş, fakat
yönetimin sürekliliği hep korunagelmiştir. Uygulanan ve her bir döneme
damgasını vuran tüm temel iktisadi ve mali politikalar o günkü koşullar
çerçevesinde bu sınıfın sermaye birikimi ihtiyacına yanıt vermiş, siyasal
cephede ise bunun engelsizce gerçekleşeceği ortam devlet eliyle güvenceye
alınmıştır. Cumhuriyet döneminin 20li ve 30lu yıllarını,
Halkçı-devletçi ekonomi seçeneğine gösterilen tarihsel referanslar
üzerinden ele alınacağı için, şimdilik bir yana bırakıyoruz. Türk burjuvazisi,
50li yıllardan itibaren, emperyalizmin desteği, onayı ve
dahası yönlendirmesi ile, yaygın tabirle ithal ikameci bir
sermaye birikimi modeli uyguladı. Bu modelin ürettiği yapısal sorunlar,
devresel krizler eşliğinde, onu 70li yılların ikinci yarısında
tam bir tıkanma noktasına getirince, yine emperyalizmin onayı ve dahası
yönlendirmesi ile, bu kez, ihracata dayalı ya da dışa
açık denilen sermaye birikimi modeli gündeme getirildi. 24 Ocak Kararları bu doğrultudaki ilk büyük adımdı; ne
var ki işçi ve emekçi hareketinin örgütlü gücü karşısında serbestçe
uygulanması da kolay değildi. Yolu Pentagonda yapılan planlar
çerçevesinde faşist 12 Eylül Askerî Rejimi açtı. Yani aynı
Giriş ve gerekçenin 5. paragrafında her türlü övgüye değer
bulunarak emperyalizme karşı ulusal direnmenin temel dayanağı ilan edilen
ulusal devlet ve ulusal ordu! Bu yolun ne pahasına açıldığı; bu ülkenin devrimci birikiminin nasıl
bir acımasızlıkla ezildiği; emperyalizme karşı gerçek ulusal dirençin
nasıl kırıldığı; çok yönlü önlemlerle işçi ve emekçi hareketinin nasıl
savunmasız konuma düşürüldüğü; işçi sınıfı ve emekçilere ne türden ağır
bir fatura ödettirildiği; iktisadi, sosyal, siyasal, ideolojik ve kültürel
tüm cephelerde Türkiyenin bu dışa açık modelin ihtiyaçları
çerçevesinde nasıl yeniden yapılandırıldığı iyi-kötü biliniyor. Emperyalizmin
bölge jandarmalığı çerçevesinde üstlenilen daha ileri boyutlardaki rolü
de bunlara eklemek gerekir. Derin krizlere yılların hazırlığı Yolu açıp düzleyenler bununla da kalmadılar; aradan geçen yirmi yıl
boyunca, düzledikleri yolun yılmaz bekçiliğini de bizzat
yaptılar. Onların bu alandaki kararlılığının sonucudur ki, faşist 12
Eylül anayasasında aldatıcı ve göstermelik rötuşlar bile hala yapılamıyor.
(Ama emperyalist tekellere yağma yolunu düzleyen Tahkim Yasası türünden
değişikliklere de sessiz onay veriliyor). Aynı güçler şimdi gene en
etkili ve yetkili konumdalar, her zamanki görevlerinin başındalar. Bunu
her vesileyle tüm topluma, özellikle de işçi ve emekçi hareketine hissettirmeye
de özel bir dikkat gösteriyorlar. Aylık MGK toplantıları buna hizmet
ediyor, tüm topluma bunun mesajını iletmenin vesilesi olarak kullanılıyor. Türkiye kapitalizmi, onların bekçilik etmekten öte bizzat yönettiği yirmi yılın ardından, Perinçekçi programın ifadesiyle bugünkü derin krize yuvarlanmış bulunduğuna göre, onlara şu sıralar yeniden önemli işler de düşecek gibi görünüyor. Bunun bilinciyle ve öngörüsüyle onlar gerekli kurumsal ve yasal düzenlemeleri yıllardır aralıksız olarak zaten gerçekleştiriyorlardı. Bugünün Türkiyesinde doğrudan işçi ve emekçi hareketini hedef alan ya da muhtemel bir sosyal patlamaya karşı önlem olarak gündeme getirilen ne kadar faşist yasa ve kurumlaşma varsa, tümü de doğrudan onların çabalarının bir ürünüdür. Hep de MGK mutfağında hazırlanmakta, kesin olarak onaylanmak üzere de parlamentonun önüne sürülmektedir. Anti-terör Yasasından İller İresi Yasasına, Kriz Yönetim Merkezinden JİTEMe ve F Tipi hücrelere kadar, akla gelen tüm faşist yasa ve kurumlaşmalar için bu böyle. Ekonomiyi emperyalizm ile işbirlikçi burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarını
olanaklı ölçülerde bağdaştırmaya çalışarak yönetmek, elbette İMF ve
Dünya Bankasının işi. Bu ülkede yaşayan herkesin çok iyi bildiği
gibi, Perinçekçi İPin dalkavuklukta her türlü sınırı aştığı Türk
generallerinin buna herhangi bir itirazı yok. Tekelci burjuvazinin yönetim
aygıtındaki görev dağılımı yapısına göre, ekonomi onların işi değildir.
Her konuda her vesile ile görüş belirtmeye meraklı olanların bu konuda
dikkate değer bir tutarlıkla toplum önünde hep susmaları, bu görev dağılımı
bilincinin bir yansıması. Onların işi ekonominin kendisiyle değil, fakat
iç hizmet kanunu gereği olarak, ekonomik uygulamaların ürettiği
ve üreteceği sosyal sorunların siyasal sonuçlarıyla ilgilidirYakın tarihimizin
büyük sosyal çalkantı ve mücadelelerinin, somutta sayısız sıkıyönetim
uygulamasının yanısıra iki askeri faşist darbenin de açıkça gösterdiği
gibi. Dervişli programa destek ve Tekelci burjuvazinin sözcüleri ve basını, yirmi yıllık sürecin Türkiyeyi
yuvarladığı derin kriz durumunun yaşandığı şu günlerde artık
açıkça teknokratlar hükümeti, ara rejim vb.
tartışmalar yapıyorlar. (Şimdilik kaydıyla daha çok bir tehdit ve boyun
eğdirme aracı olarak...). Bu tartışmalarda dile gelen istem ve özlemlerin
hangi güç odağına dayanılarak yapılabildiğini ise bu ülkede yaşayan
herkes biliyor. Gerçi son MGK bildirisi bu konuda yüreklere su serperek, Ara
rejim tartışmaları yersiz diyor. Ama aynı bildiride başka şeyler,
örneğin şunlar da söyleniyor: Toplantıda, ülkemizin içinde
bulunduğu ekonomik zorluklar da görüşülmüş, bu zorlukların aşılması
ve istikrar ortamının tekrar sağlanması maksadıyla TBMM ve hükümet tarafından
yürütülmekte olan çalışmaların başarıya ulaşacağı konusunda inanç ve
görüş birliğine varılmıştır. MGK görüşü her zaman generallerin görüşü demek olduğuna göre, doğal
olarak bu beyan, generallerin Amerikadan ithal Dervişin
ağırlaştırılmış İMF programına tam desteğinin bir kez daha toplum önünde
açıkça ilanı anlamına geliyor. Bu saldırı programının yaygın bir sosyal hareketliliğe yolaçacağı,
bunun ise daha şimdiden kendini hissettirdiği ortada olduğuna göre;
Dervişli İMF programına destek verenler, ona karşı gelişecek tepkiler
karşısında da üzerlerine düşeni gereğince yapacaklar demektir. Nitekim
bu, Aydın Doğanın 50 bin dolar aylıklı memurlarından biri tarafından
ve tam da MGK toplantısının hemen ardından açığa da vurulmuştur. Güneri Civaoğlu 31 Mart 01 tarihli Milliyette yayınlanan
Çemberler başlıklı yazısına şu sözlerle başlamaktadır:
Bir sosyal patlama halinde güvenlik güçlerinin önlem ve müdahale
plan? ne olmal?? Bütün büyük kentler için böyle bir çal?şma yap?lm?ş
bulunmakta. Konu, dün MGKda son ekonomik kriz görüşülürken
masaya yat?r?lm?ş olmal?. Frans?zlar?n öngörmek yönetmektir
diye bir sözleri vard?r. Bu önlem ve müdahale plan? da o söylemin ?ş?ğ?nda
duyarl? bir devlet yönetimi tavr? olarak yorumlanmal?. Keşke, krizin
oluşmas?n? önlemek ve sonra kriz yönetimi için de böyle planlar öngörülebilseydi." Bu satılık kalem sahibi sözlerini; "Halk?n sokağa
dökülme olas?l?ğ?na karş? güvenlik güçlerinin önlem ve müdahale
planlar?, krizin daha sonraki olas? aşamalar?yla ilgilidir...
diyerek sürdürüyor ve MGK mutfağında tanımlandığı kesin olan aşamaları
tek tek sıralıyor. (Tüm devrimciler bu yazıyı bulup dikkatle incelemelidir.) Bu kadar önemli bir ifşaat, üstelik bu denli kesin bir dille, önemli
bir televizyonun yorumcusu ve önemli bir gazetenin başyazarı konumundaki
biri tarafından (MGK toplantısının ertesi günü ve bu toplantıya doğrudan
atıf yapılarak!) ortaya konuluyor ve bunu kimse yalanlamıyor. Bunun
şaşırtıcı bir yanı yok kuşkusuz; zira bu bir görev yazısıdır.
Güneri Civaoğlu gibileri burada yalnızca birer aktarıcı kukladırlar,
bu adamlara aylık onbinlerce dolar bunun için ödeniyor. Ele aldığı konunun
özel hassasiyeti (Halk?n sokağa dökülme olas?l?ğ?na
karş?!) olmasaydı, sözkonu yazar bu bilginin kritik konumdaki
bir üst düzey komutandan alındığını bile açıkça yazardı. Kaldı ki yazılanlar da şaşırtıcı değildir; zira bir Dünya Bankası memurunun
ağırlaştırılmış İMF reçetelerine tam destek verenler, elbette onun engelsizce
uygulanabilmesi için de üzerlerine düşeni yapmaya hazır olacaklar ve
buna ilişkin planlamalara şimdiden girişeceklerdir. Öyle ya, öngörmek
yönetmektir! Perinçekçi safsatanın Ulusal direnme programının Giriş
ve gerekçe bölümünde çağımızın tunç yasası kesinliğinde
bir direnme misyonu yüklediği ulusal devlet ve ulusal ordu,
doğru biçimiyle burjuva devlet ve burjuva ordu cephesindeki gerçek durum
şu sıralar işte bu. MGK, bu devlet ve bu ordunun iradesinin cisimleştiği
en yüksek ve yetkili resmi organdır. Oradan yayınlanan son bildiride
ise yeni sosyal yıkım saldırısına tam destek verilmiş, zorlukların aşılacağına
ve istikrar ortamının tekrar sağlanacağına olan inanç dile
getirilmiştir. Perinçekçi safsatanın bunun ötesinde ulusal devlet
ve ulusal orduya atfettiği tüm öteki misyonlar derin bir subjektivizmin
ürünüdür ve geçmişte olduğu gibi gelecekte de gerçeğin duvarına &ccedl;arparak
tuz-buz olacaktır. Egemen karşıtlarını bile tanımlayamayan Perinçekçi İPin sözde Ulusal direnme programı, krizin
iktisadi temelini, sınıfsal karakterini ve siyasal sorumlularını açıkça
ortaya koymaktan özenle kaçınıyor. Türkiye üzerinde hüküm süren emperyalist
köleliğe dayanak oluşturan üretim ilişkileri düzenini (somutta Türkiye
kapitalizmini), bu temel üzerinde egemen olan sınıfı (somutta işbirlikçi
burjuvaziyi), bu egemenliğin temel siyasal dayanağı (koruyucu
ve kollayıcı gücü) olan devleti ve nihayet bu devletin omurgası
ve beyni durumundaki orduyu görmezlikten geliyor. Tüm bunlar, Perinçekçi liberal safsataya göre, emperyalizmin Türkiyeyi
çökertme planı ve saldırısı karşısında dayanılacak ulusal
ya da Türkiyeli güçlerdir. Bu milliyetçi-liberal safsatanın
dilinde artık Türkiye kapitalizmi yok, ulusal ekonomi ve
ulusal piyasa var. Emperyalizme göbekten bağlı, onunla çıkar
ve kader birliği halinde Türkiyeye hükmeden bir tekelci burjuva
sınıfı yok, fakat ulusal sanayicimiz ve tüccarımız var.
Bu sınıfın egemenlik aracı, onun sınıf düzeninin koruyucusu ve
kollayıcısı (bu konumla uyumlu olarak da emperyalizmin bölge çıkarlarının
bekçisi) bir burjuva sınıf devleti ve onun vurucu gücü olan bir ordu
yok, fakat emperyalizme direnmesi çağımızın tunç yasası
kesinliğinde olan bir ulusal devlet ve ulusal or var. Peki ya karşıt güç olarak geriye kalan ne var? Elbette tüm sorunların
biricik kaynağı, başı ve sonu olarak dış güçler var. Ve
tabii bir de, nedense bu dış güçlere hep de körü körüne
uyan gafil bir takım hükümetler, onların uyguladığı Türkiye düşmanı
politikalar... Fakat bu tabloda biraz fazla kaba duran bir de çelişki
var. Son yirmi yıldır hükümetler ne kadar değişirse değişsin, gidenin
yerine hangi koalisyon bileşimiyle hangi yeni hükümet gelirse gelsin,
uyguladıkları temel politika nedense değişmiyor. Hep de kendileri dışında
belirlenmiş aynı politika ve programları büyük bir uysallıkla uyguluyorlar
bu hükümetler, adeta bir emireri itaatkarlığı ile. Elbette Perinçekçi safsata bu kaba çelişkinin herkes kadar bilincindedir,
fakat o bunu özenle görmezlikten gelir, sessizce geçiştirir. Zira devrim,
devrime dayalı çözüm diye bir sorunları olmayan bu liberal takımına
kurulu düzenin temelleriyle ve temel siyasal kurumlarıyla bağdaşabilen,
onlarla çatışmak ne kelime onlara dayanarak gerçekleşecek olan alternatif
çözümler gerekli. Üstünden atladıkları kaba çelişkiyi görseler
ve gözetseler, liberal reçeteleri zaten daha baştan, daha düşünsel formülasyon
aşamasında olanaksızlaşacak, olduğu gibi boşluğa düşecek. Ama nesnel gerçekliğin derin çelişkilerini düşünsel cambazlıklarla
kağıt üzerinde aşmak, ortaya sürülen liberal reçetenin gerçek hayattaki
akıbetini bir nebze değiştirmezmiş, onlar için ne gam! Onlar hayal ettikçe
yaşayanlar cinsinden. 12 Eylül sonrasının özeleştirel muhasebesinde
hatalarının ideolojik kaynağını derin subjektivizm olarak
tanımlamaları bu açıdan çok yerinde ve açıklayıcı. (Bu tahlil ve tanım
onlara gelecekte de, bugünkü hayallerin tuz-buz olacağı sırada da yine
lazım olacak). Özetle, Perinçekçi İPin liberal çözüm reçetesi daha baştan çürük
bir konumdadır; daha krizin kaynakları konusunda ve gerçek sorumluları
adımında çuvallamaktadır. Salt dış güçleri, milliyetçi liberal
söylemin pek tercih ettiği ifadeyle batıyı gören ve suçlayan,
ötesini düşman görmek bir yana, daha bir de tekmil millet
söylemiyle sınıfsal dayanak ve ulusal devlet ve ulusal ordu
söylemiyle de siyasal dayanak olarak gören ulusal liberal bir gerici
programdır bu. Böyle olunca, çözümlerini de bu sınıfsal ve siyasal temele dokunmadan,
tersine onunla bağdaşan bir tarzda sunması burada mantıksal bir sonuç
olmaktadır. Gelgelelim bu sunuş tarzı tümüyle subjektif ve keyfidir.
Tüm tutarsız ve eklektik yapısına rağmen,Ulusal direnme programı
adı altında ortaya konulan reform önlemlerini mevcut iktisadi yapı,
egemen sınıf ve devlet ayaktayken hayata geçirmeyi ummak, gerici liberal
bir ütopyadan başka bir şey değildir. Bunun böyle olması, teorik olarak
alındığında, bu reform önlemlerinin genel olarak kapitalizm tabanıyla
bağdaşmazlığından değil, fakat bunlara ulaşmak için vuracağı engelleri
ve dayanacağı güçleri doğru tanımlayamamasından geliyor. Bu açıdan ele
alındığında, nesnel bir temele ve kendi içinde az-çok tutarlı bir mantığa
oturan bir liberal reformlar programı bile ğil sözkonusu olan. Sermayeyi tanımlamaktan bile aciz Liberal EMEP takımının günlerdir koro halinde göklere çıkardığı, emekçi
hareketine tarihi önemde tek seçenek ve Türkiyenin sorunlarına
biricik çözüm reçetesi olarak sunduğu Emek Platformu Programının
durumu tartıştığımız açılardan farklı değil. Genel mantığı ve içeriği
yönünden İPin Halkçı-devletçi ekonomi seçeneğinin
bir benzeri olan bu program, bazı bakımlardan onun gerisinde bazı bakımlardan
ise ilerisindedir. Fakat esası yönünden benzer programlardır bunlar
ve benzer çözümler önermektedirler. Farklılık içerikte değil, gerçekleşme
biçimi ve olanağı üzerinedir daha çok. Perinçekçi İP kendi programına
yolun açılması için tüm umudunu orduya, onun ha koydu ha koyacak diye
umutla beklediği ulusal&148; ağırlığına bağlamış durumda. EP ise,
yüzünü halka dönsün diye hükümete tabandan baskı uygulamak ve onu krize
çözüm ararlarken kendi önerilerini de gözetmeye zorlamak niyetindedir. EP Programı giriş ve gerekçe işlevi gören başlangıç bölümüne
şu paragrafla başlamaktadır: Ülkemizin bugün yaşadığı kriz,
uzun yıllardır uluslararası finans kuruluşlarının güdümünde uygulanan
ekonomik ve sosyal politikanın sonucudur. Türkiyeye bu politikaları
dayatan IMF ve Dünya Bankası ile ülkeyi yönetemeyen hükümetler ardı
ardına yaşadığımız krizlerin baş sorumlusudurlar. Uluslararası finans kuruluşları, somutta İMF ve Dünya Bankası, emperyalizmin
elinde bağımlı ülke ekonomilerine kendi çıkarları doğrultusunda müdahalenin
etkin araçlarıdır. Bu müdahale emperyalist burjuvazinin ve onunla çıkar
ve kader birliği etmiş işbirlikçi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda
uygulanır. Ama EP Programı bu iki sınıfsal-siyasal gücü koca metin boyunca
tek kelimeyle olsun anmaz. Oysa bu en temel olgusal gerçek açıkça tanınıp
tanımlanmadıkça, ardı ardına yaşadığımız krizlerin gerçek
nedenleri ve kaynakları da saptanmamış olarak kalır. Böyle olunca da,
krizler karşısında emekçilerin temel ve güncel çıkarları doğru biçimde
ortaya konulamayacağı gibi, onlara mücadelelerinin odağına koyacakları
gerçek düşmanlar da gösterilememiş olur. EP Programı, Türkiye kapitalizmini, onun iç sınıfsal dayanaklarını
ve emperyalist dünya ekonomisine bağımlılığını, bu en temel iktisadi-sınıfsal
olguları atlayarak, içte hükümetleri ve dışta ise İMF ve Dünya Bankasını
hedef gösteriyor. Yani krizin gerçek kaynaklarını ve sorumlularını değil,
onlar adına kriz yöneten araçları/kurumları hedef gösteriyor. Bu tutum,
krizin özellikle başlangıç döneminde tüm düzen odaklarınca yürütülen
krizin sorumluları kampanyasında gösterilen tutumdan çok
farklı değildir. Düzen propagandası da koro halinde, krizden krize yuvarlanan
Türkiye kapitalizminin ve onun sırtında taşıdığı sınıfın sorumluluğunu
gizlemek için, benzer bir söylemle hedef şaşırtmaya ve kitlelerin öfkesini
önplandaki kaba hedeflere yöneltmeye çalışmıştı. Gerici burjuva muhalefeti
halen de tleleri salt bu hedefler üzerinden oyalama ve etkileme çabasını
sürdürüyor. Rantiyeyi suçlamanın ötesine geçemeyen bir program Daha önceki hükümetler dönemlerinde olduğu gibi 57. hükümetin
kurulduğu günden beri de uygulamaya devam ettiği ve krizler karşısında
değiştirerek sürdürmeye çalıştığı bu politikalar, ülkemizin çalışanlarının,
işsizlerin ve emeklilerin, küçük çiftçilerin çıkarlarıyla temelden çelişmektedir.
Ulusötesi sermayenin ve ülkemizdeki, bir avuç azınlığın çıkarlarının
korunmasını ve alacaklarının tahsilini hedefleyen bu programlar bir
kez daha krizle sonuçlanmıştır. Ulusötesi sermaye ve ülkemizdeki bir avuç azınlık...
Bunlar EP Programının tüm metninde daha ilerisi bulunmayan nadir
ifade örnekleridir. Ama geçerken kullanılan bu ifadelerden çıkan herhangi
bir siyasal sonuç, mücadele için açık bir siyasal hedef de yoktur. Kaldı
ki bunlarla hiç de emperyalizm ve işbirlikçi Türk burjuvazisi değil,
fakat yalnızca ağır iç ve dış borcun alacaklıları kastedilmektedir.
İç ve dış borcun güncel ağır faturasının toplum çapında tartışıldığı
(ve rantiye tabakaların yaygın biçimde hedef haline getirildiği) bir
sırada bu borcun alacaklılarını geçerken anmanın çok özel bir anlamı
da yoktur. Bu türden sözleri şu sıralar ATO Başkanı türünden asalak
tüccar takımından ya da alacaklı bankalar karşısında bunalanların şikayetlerini
de seslendiren TOBB yöneticilerind bile sık sık duymak mümkündür. İzlenen politikanın mağduru sınıfları açıkça tanımlayanlar, nedense
tersinden, bu politikanın hizmet ettiği sınıfı ve onun uluslararası
dayanaklarını açıkça tanımlamaya yanaşmamaktadırlar. Nedeni elbette
belli; EP bürokratları, samimiyetsiz muhalefet rollerinde ölçüyü kaçırmamaya
özel bir dikkat göstermektedirler. Onlar tabana kastı aşacak mesajlar
verilmemesi gerektiğini gözetecek kadar kendi konumlarının ve misyonlarının
bilincindedirler. Özetle, EP Programındaki tutarsızlık çok açık, aşırı ölçüde kabadır;
toplumun karşısına emek güçleri adına çıkanlar, karşıt güç
olarak burjuvaziyi ve onun uluslararası dayanağı olarak emperyalizmi
bile tanımlamaktan acizdirler. Bunun yapılmadığı yerde ise, emekçiler lehine hangi reform önlemlerini
formüle ederseniz edin, böyle yapmakla çok bir şey yapmış olmazsınız.
Zira bunların zorlu bir mücadeleyle bir parça olsun elde edilebilmesi
için, öncelikle işçi ve emekçi mücadelesinin yönelmesi gereken hedefleri
açıkça tanımlamak durumundasınız. Bunu yapmadığınız yerde, bu sınırlı
istemlerin belli sınırlar içinde elde edilmesi şansını da tümden ortadan
kaldırmış olursunuz. Halka ısrarla sırtını dönen hükümetlerin sırrı Bu kaba tutarsızlık EP Programının kendi iç mantığı ile yine
de tutarlıdır. Zira bu programın emekçileri açık siyasal hedeflere yöneltmek
gibi bir sorunu da, iddiası da yok. Bu EMEPli liberal takımının
ona yakıştırdığı hayali bir misyondur yalnızca. EPin ve programının
tüm iddiası, hükümeti tabandan zorlamak, emekçilerin yaşamakta olduğu
ağır sorunları da gözeten bir çizgiye çekmekten ibarettir. Nitekim programın
giriş bölümüne de buşu sözlerle açıkça ortaya konulmaktadır: Bugüne
kadar IMF ve Dünya Bankası politikalarını savunarak ve uygulayarak ülkemizi
derin açmazların içine sürükleyen hükümetler artık yüzünü halkına dönmek
zorundadır. Fakat bütün sorun da işte buradadır. Birbiri peşisıra başa geçen ve
aracısı oldukları politikalarla ülkemizi derin açmazların içine
sürükleyen hükümetler, ısrarla yüzlerini halka değil fakat tekelci
burjuvaziye, onun çıkarları gereği ve onun istemleri doğrultusunda da
İMF ve Dünya Bankasına dönmektedirler. Solcu ya da milliyetçi
geçinenler, yıllarca adil düzen diyenler ya da halkçı
etiketi taşımanın rantını yiyenler, başa geçer geçmez nedense hep aynı
ortak davranış çizgisini sergilemekte, hep de aynı programın iradesiz
uygulayıcıları olmaktadırlar. Demek ki bu dikkate değer davranışın gerisinde hükümetlerin basiretsizliğinden
öte nedenler var. İşte EP Programı, bu programın imzacıları, gerçekte
çok iyi bildikleri halde bu nedenleri bilmezlikten geliyor, suskunlukla
geçiştiriyor. Dahası, asıl sorumlu hükümetlermiş gibi hedef saptırıyor.
Böyle olunca da, emekçi hareketinin önüne de basiretsiz hükümetleri
sağduyu çizgisine çekmek, onlar yüzlerini halka dönmelerini sağlamak
türünden liberal sahte bir hedef konuluyor. Dayanaksız hayaller yaymakta Burada kuşkusuz sorunumuz, mevcut yapısı ve bileşimiyle EP gibi bir
platformdan, onun ortaya koyduğu bir programdan daha farklı bir tutumun
ya da daha ileri bir çözümün beklenip beklenmeyeceği değil. Her zaman
düzenin ve sermayenin hizmetinde olmuş, çok uzun yıllardır kapitalist
sınıfın işçi kahyaları rolünü sadakatle yerine getirmiş sendika bürokratlarının
özel ağırlığı düşünüldüğünde, bu kadarı bile EP payına oldukça ileri
bir tutumun ifadesi sayılmalıdır. EMEP ve bu çizgideki Evrensel gazetesinin EPe yaklaşımı, İPin
orduya yaklaşımının bir benzeridir. İkisi de umut bağladıkları güçlere
dalkavukluk yapmakta ve kayıtsız şartsız angaje oldukları bu güçler
hakkında kitleler içinde tümüyle temelsiz hayaller yaymaktadırlar. Tüm
çabalarını emekçi hareketinin düzen güçlerine bel bağlamasına ve düzen
içi çözümlere bağlanmasına yoğunlaştırmış durumdalar. Bu konuda adeta
birbiriyle yarışmaktadırlar. Bu tutumlarıyla da, kriz ortamının koşullarını
gitgide daha elverişli hale getirdiği devrimci seçeneğin önünü kesmeye,
işçi ve emekçi hareketinin buna dayalı bir devrimci rotaya girmesini
engellemeye çalışmış oluyorlar. Onların ulusal liberal konum ve tutumlarının
gerici işlevi kendini özellikle burada göstermektedir. (Devam edecek...) |
|||||