23 Kasım 2007 Sayı: SYKB 2007/01(45)

  Kızıl Bayrak'tan
   Faşist–şovenist cendereyi parçalamak için!
  DTP’ye kapatma davası...
İnkar ve imha politikasına zorunlu
Amerikan tadilatı!
2. Tersane İşçileri Kurultayı’na hazırlanıyoruz...
Telekom greviyle sınıf dayanışması büyüyor!
İşçi ve emekçi hareketinden...
  Kızıl Bayrak’a yeniden toplatma ve yayın yasağı!
  Sermayenin “Mesleki Eğitim Planları”nın
geçmişi, bugünü ve yarını
  20. Yılında Komünist Hareket...
  Emperyalist/siyonist güçlerin yeni bir seremonisi: “Annapolis Konferansı”
  Savaş kundakçıları gerici Pakistan rejimini
dizayn ediyor!.
  Dünyadan...
  İran ve yaptırımlar
Abu Şehmuz Demir
  Mirabeller’den Haticeler’e özgürlük
mücadelesi sürüyor!
  Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü etkinliklerinden...
  Ekim Gençliği’nin “Yalanlarınızı da alın gidin!” kampanyası sürüyor…
  Kürdistan cephesinde durum... - M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kürdistan cephesinde durum...

M. Can Yüce

Genel olarak Kürdistan sorunu, gündemin ilk sıralarını işgal etmeye devam ediyor. 5 Kasım Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra olayların taktik yönelimlerinde kimi yeni gelişmeler gözlemlemekteyiz.

Belli ki, ABD ve TC belli konularda anlaştılar. Bu anlaşma noktalarını kısaca özetlemekte yarar var. Bir: TC, PKK’ye karşı ABD’nin onayı ve sağlayacağı istihbarat desteğiyle çerçevesi, sınırları ve hedefleri kesin belirlenmiş hava ve kara operasyonları yapabilecek. İki: Buna karşılık, TC, Güney’e kapsamlı bir askeri işgal hareketine girişmeyecek. Üç: Irak ve Güney yönetimi, PKK’nin hareket alanlarını ve yeteneklerini sınırlandıracak, bu konuda TC ile işbirliği içinde olacaklardır. Dört: Kerkük’ün statüsünü belirleyecek referandum ertelenecek…

Anılan görüşmeden sonra Güney Kürdistan yönetimi, Ankara’ya bir heyet gönderdi. Ancak TC, bu heyeti Güney yönetimi olarak değil, “Partilerin temsilcileri” olarak kabul etti. Bu heyetin TC’ye, PKK’ye karşı aldıkları ve alacakları önlemleri içeren bir paket sundukları anlaşılıyor. Anılan bu iki olaydan sonra Güney yönetimi, Artuş Mülteci Kampı’nı daha sıkı bir denetime aldı, PKK’nin yasal çalışma olanaklarını sınırlandırdı, iletişim, lojistik ve diğer kanallarını kapatan önlemler aldı.

Bütün bunlar, PKK açısından ilk planda daraltma, tecrit ve giderek belli politikalara zorlama anlamına geliyor. Bunun başarılı olup olmayacağı ayrı bir konudur, ancak PKK açısından daha zorlu bir sürecin gündemde olduğu çok açık… İkincisi, bir kez daha görüldü ki, Güney partileri, KDP ve YNK’nin kafasında genel Kürdistan sorunu değil, parçalarının durumu ve geleceği vardır, bunun için her türlü politik yönelime girebilirler. Geçmişte bunu yaptılar, bugün devletleşme sürecinde de bunu yapabilirler…

Bu, sınıfsal konumlarından, stratejik duruşlarından ve genel ittifaklar anlayışından kaynaklanıyor. Politik çizgilerinde bağımsız olmayanların, politik ve ekonomik olarak dış güçlere, büyük güçlere bağımlı olanların başka türlü davranmalarını beklemek mümkün değildir. Devrimci yurtsever güçler, Güney yönetimini oluşturan partilerin bu parçacı, bağımlı ve bu bağlamda her türlü olumsuzluğa açık yapılarını bilmek, ham hayallere kapılmamak, kendilerini buna göre konumlandırmak durumundadırlar. PKK’nin şu anda içinde bulunduğu olumsuz konum, Güney’i zorlayan eylemsel pratikleri ve İmralı üzerinden yaşadıkları tasfiye süreci, Güney partilerinin vurguladığımız politik yapılarının gerekçesi, bunu aklayıcı bir unsuru olarak ortaya konulamaz… Bunu da not etmek gerekir…

Parçacı anlayışların ve bunun ulusal kurtuluş davasına vurduğu ve vuracağı darbelerin ciddiyetini kısaca vurguladıktan sonra değerlendirmemize devam edelim. PKK’nin mevcut durumunu ortaya koymadan önce bir iki noktanın daha altını çizelim. Ortaya çıkan sınırlı operasyon onayı, istihbarat desteği, Güneyliler’in PKK’yi sınırlandırma ve tecrit çabaları, bütün bunlar, TC’nin temel istemlerine denk düşüyor mu?

Bu soruya olumlu yanıt vermek olanaklı değildir. Çünkü TC’nin stratejik hedefi, Güney partilerinin ve yönetiminin konumundan bağımsız olarak Güney Kürdistan’ın mevcut varlığıdır! Ama ABD’ye rağmen bu varlığı ortadan kaldırmak da olanaksız gibi bir şeydir. Güney Kürdistan’daki devletleşme olgusu ve sürecini, TC, kendi inkârcı devlet-ulus çizgisi açısından stratejik bir tehdit ve tehlike olarak değerlendiriyor. Bu olgunun, inkârcı sistemini günlük olarak yalanlayıp deşifre ettiğini düşünüyor. O nedenle fırsatını bulduğunda ve koşulları oluştuğunda Güney’i ortadan kaldırma planlarını devreye sokacağı kesindir. ABD de “sınırlı operasyon” onayı ve istihbarat desteği sözüyle TC’nin kullanmak istediği “PKK kartını” elinden almak, en azından geçersiz kılmak istemiş; kendisinin Irak’taki varlığını ve kurmaya çalıştığı dengeleri zorlayacak bir işgal hareketinin bahanelerini etkisizleştirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla TC’nin “kazandığı başarı” sınırlı ve kendisini tatmin etmekten uzak görünüyor. Belki de bu “sınırlı başarıyla” ayağa kaldırılan iç kamuoyunu belli ölçülerde tatmin yoluna gidebilirler. Yine Güney yönetimini PKK’ye karşı belli önlemler aldırmaya zorlaması, KDP ve YNK’nin Kuzey Kürtleri’ni etkileme şanslarını da sınırlandırmış oluyor.

PKK’nin durumu ise tam anlamıyla bir paradokslar bütünüdür. İki temel ucu var. Bir: PKK, İmralı üzerinden teslimiyet ve tasfiye sürecine alınmış, Kürt halkının asgari politik ve stratejik istemlerinden uzaklaştırılmış, tek derdi af ve kimi kültürel kırıntılar karşılığında devlet ve düzenle bütünleşme olan bir harekete dönüştürülmüştür! Kendi çeşitli belgelerinde de sayısız kez ortaya konulduğu gibi, bu hareketin bu “programdan” başka bir çizgisi kalmamıştır! Bu hareket, aynı zamanda 30 yıllık birikimlere, kazanımlara, Kürdistan sorununun devrimci dinamizmine dayanmakta ve bunları birer silah olarak kullanmaktadır. Yine bu hareket, süreç içinde tek kişiye dayalı, her türlü farklılıkları bastırma ve tasfiye politikası ve pratiği üzerine oturan, her türlü seçeneğin ortaya çıkışını bastırmayı meşrulaştırma kültürü ve tarzını uygulayan bir iktidar sistemi ile yönetilmektedir. Bu iktidar sistemi ve kültürü sayesinde Kürdistan devrimci dinamikleri ve potansiyelleri üzerinde tam bir denetim kurmaktadır.

İki: ’70’li yılların devrimci programıyla ortaya çıkan PKK, mücadelesi ve pratiğiyle Kuzey Kürdistan sorununun kendisini Ulusal Kurtuluş Mücadelesi olarak ifade ettiği tek kanal olmuştur. Sorunun devrimci yönü ile kurulan iktidarın despotik yapısı hep bir karşıtlık içinde de olsa bu tek kanal özelliği derinleşerek devam etmiştir! Bugün de İmralı teslimiyet ve tasfiyesine, onun dayandığı iktidar sistemine rağmen Kürdistan sorunu devrimci özelliklerinden bir şey kaybetmemiş, halkımızın temel talepleri çözümsüz olarak durmaktadır ve bunlar ulusal, bölgesel ve uluslararası gündemin değişmez maddelerinden biri olmuştur. Yani özünde devrimci olan Kürdistan sorunu bütün ağırlığı ile gündemdedir ve bu, tarihsel süreç ve güncel gerçeklikler nedeniyle PKK kanalıyla kendisini dışa vurmaktadır. Bir yanda devrimci bir sorun, ama öte yanda düzen tarafından kabul edilme ve düzenle bütünleşme arayışında olan bir hareket ve iktidar sistemi tarafından kontrol edilen bir sorun, işte can alıcı paradoks budur! Bu paradoks, aynı zamanda devrimci enerjinin ve dinamiklerin tüketildiği, saptırıldığı, ufkunun karartıldığı bir sürece de tekabül ediyor.

Bu paradoksun her gün dayatarak hatırlattığı en önemli ihtiyaç şudur: Devrimci bir seçeneğin olmayışı! Devrimci dinamiklere ve potansiyellere sahip Kürdistan sorununun kendisini ifade edeceği ve akacağı devrimci bir kanalın yokluğu en temel sorun olarak durmaktadır. Bu ihtiyaç aşılmadığı sürece tasfiyeci hareket Kürdistan sorununu ve dinamiklerini denetlemeye, tekelinde tutmaya ve umutsuzluk girdabında tüketmeye devam edecektir!

Biraz açmakta yarar var: 2004 ortalarından bu yana bir çatışma süreci var. Peki, çatışma süreci neden başladı? 1999’da savaş ve silahlı mücadele üzerine söylenenler, bu konuda alınan kongre kararları, program ve strateji belgelerinde vurgulananlar hakkında tek bir söz edildi mi? Savaş ve silahlı mücadele teorik ve ilke olarak reddedilmemiş miydi? Peki, sonra ne oldu? Sonra çatışma süreci başlatıldı, çok sayıda eylem oldu, yüzlerce kayıp ve yaralı… Peki, bu çatışmaların, eylemlerin bir programı, dayandığı bir askeri strateji var mı? Eğer yoksa eylemler kime hizmet ediyor, hangi politikaların ürünüdür?

Daha öncekileri bir yana bırakalım, en son Hakkâri’de gerçekleştirilen, resmi rakamlara göre 12 ölü ve çok sayıda yaralının olduğu, 8 askerin esir alındığı eyleme ve sonrasında yaşanan gelişmelere bakalım: TC, Meclisinden Güneye işgal hareketi yapabilmek için yetki tezkeresi çıkartıyor. Devlet iç ve dış politikasını Güney hareketine göre oluşturuyor, bunun için ırkçı şovenizm kampanyalarını geliştiriyor. Buna karşılık İmralı Partisi, “Öcalan’ın sağlığını ve tecridini odağına alan” ‘Edi Bese’ kampanyasını açıyor. Bir yandan Güney’in ve bir bütün olarak Kürt halkının hedeflendiği bir kampanya, diğer yandan halkın dikkatlerini dağıtan, enerjisini boş bir alana akıtan başka bir kampanya… Devletin Güney’e saldırmak için bastırdığı bir dönemde Hakkâri’de bir eylem gerçekleştiriyor… Yapılan açıklamalara bakılırsa bu eylem dikkatleri Öcalan’ın durumuna çekmek içinmiş! Yine bu dönemde M. Karayılan, yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağını, savaşın hiçbir şeye çözüm olmadığını belirtiyor. Mademki silahla hiçbir sorun çözülmüyor, o zaman ne yapmak istiyorsunuz? Neyin mücadelesini veriyorsunuz? Af edilmek ve düzene kabul edilmek için silahla çırpınmanın bir anlamı var mı? Ondan öte salt bunun için ölmek ve öldürmek cinayet suçu değilse nedir?

Çok açık ki, Kürtler’in temel istemlerini içeren bir politik programa ve askeri stratejiye dayanmayan savaş, silahlı mücadele veya çatışmanın cinayetten öte düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlamı yoktur!

Kürt halkı ve yurtseverleri, İmralı Partisi’nin hiçbir politik programa ve askeri stratejiye dayanmayan eylemlerini sorgulamalıdır. Bunu yapmadıkları sürece içinden geçmekte olduğumuz ağır sürecin sorumluluğundan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.

Bu süreci uzaktan gözlemleyenler, son eylemelere bakarak “İmralı’nın aşılması” biçiminde değerlendirmelerde bulunuyorlar. Bu tür değerlendirmeler, hayal güçlerini zorlamanın ürünleridir. Kurulan iktidar sisteminin kendi içinde devrimci dönüşümü veya devrimci tarzda aşılması mümkün değildir, iktidar sisteminin kendisi bu “olanaksızlığı” yaratma, bunu yeniden yeniden üretme mekanizmaları üzerine kuruludur! Bu iktidar sistemi, kendisiyle birlikte var olma, ya da kendisiyle birlikte her şeyin sonunu getirme ve bitirme kurgusuna dayalıdır! Gücü de güçsüzlüğü de bu noktada, daha doğrusu bu paradoksta gizlidir! Yoksa teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliğin, devlete hizmetin, düzenle bütünleşme çırpınışlarının “tanrısallık” düzeyinde kutsanması mümkün olabilir miydi?

Kürdistan devrimci dinamizmi canlı ve ayaktadır; ancak ne yazık bu, yönünü devlete ve düzene kırmış bir kanala akıyor. Bu akış, nedensiz değildir, tarihsel bir arka planı vardır, tarihsel bir sürece dayanıyor. Bu devrimci akışı gerçek mecrasına yönlendirmek için devrimci bir seçeneğin yaratılmasından başka bir gelişme şansı ve umudu da yoktur. Bu şansı ve umudu yaratmak, geliştirmek ve büyütmek devrimci sosyalistlerin tarihsel görevidir!

20 Kasım 2007