23 Kasım 2007 Sayı: SYKB 2007/01(45)

  Kızıl Bayrak'tan
   Faşist–şovenist cendereyi parçalamak için!
  DTP’ye kapatma davası...
İnkar ve imha politikasına zorunlu
Amerikan tadilatı!
2. Tersane İşçileri Kurultayı’na hazırlanıyoruz...
Telekom greviyle sınıf dayanışması büyüyor!
İşçi ve emekçi hareketinden...
  Kızıl Bayrak’a yeniden toplatma ve yayın yasağı!
  Sermayenin “Mesleki Eğitim Planları”nın
geçmişi, bugünü ve yarını
  20. Yılında Komünist Hareket...
  Emperyalist/siyonist güçlerin yeni bir seremonisi: “Annapolis Konferansı”
  Savaş kundakçıları gerici Pakistan rejimini
dizayn ediyor!.
  Dünyadan...
  İran ve yaptırımlar
Abu Şehmuz Demir
  Mirabeller’den Haticeler’e özgürlük
mücadelesi sürüyor!
  Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü etkinliklerinden...
  Ekim Gençliği’nin “Yalanlarınızı da alın gidin!” kampanyası sürüyor…
  Kürdistan cephesinde durum... - M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Uğur Kaymazlar’ın hesabını soracağız!

Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin dünyasını kuracağız!

Uğur Kaymaz Mardin Kızıltepe’de yaşayan 12 yaşında bir çocukken, bir gün evden terlikleriyle babasının kamyonunun yanına çıktığı sırada kurşunlanarak öldürüldü. Ardından terörist olduğuna dair açıklamalar yapılan Uğur, acımasız bir devlet terörünün kurbanı olmuştu. 12 yaşında bir çocuğun ölümünün sorumluluğunu üzerinden atmak isteyen devlet “terörist” propagandasında ısrar etti. Hatta silahlı çatışma iddialarında bile bulundu.

Sonra Kaymaz’ı katleden polisler mahkemeye verildi. Uzunca bir süreç başlamış oldu. Kaymaz ailesi ve davayı takip eden duyarlı kesimler için tam bir kaçma-kovalamaya dönüşen bu süreçte, duruşmalar güvenlik gerekçesi ile Mardin’den Eskişehir’e taşındı. Devlet terörünü aklama kurumu olarak işletilen mahkemelerden dışarıya bilgi sızmaması için duruşmaların halka açık işletilmesi mahkeme kararıyla ve sözde kamu yararı için yasaklandı.

Ancak, sermaye düzeninin içeriden dışarıya bilgi sızmasını, mahkemelerde dökülen pisliklerinin kamuoyuna duyurulmasını engelleme çabasına rağmen içeriden dışarıya leş kokuları sızıyordu. Dışarıda mahkemenin sonucunu bekleyen, Uğur Kaymaz’a sahip çıkanlara sıkılan biber gazını bastıran bir çürüme kokusuydu bu. 2004 Kasım’ında katledilen Kaymaz’ın katilleri, cinayetin üzerinden 3 yıl bile geçmemişken aklandılar. Böylece sermaye düzeni bundan sonra yeni cinayetlerin önünü açacak tarihi bir içtihat yaratmış oldu: “Bu ülkede Kürt öldürmek suç değil! Kürt öldürmenin cezası yok ama Kürt olmanın cezasını Kürt olan ölü ya da diri çekmek zorunda!”

3 yıl sonra…

Kaymaz’ın katledilmesinin üzerinden 3 yıl geçti… Ve 3 yılın ardından bugün coğrafyamızda hakim kılınmaya çalışılan atmosfer yeni cinayetlere, katliamlara gebe. Genelkurmay muhtıralarıyla dizginlerinden boşalan şoven kirlilik, halkların bilincini dumura uğratıyor. Son bir aydır sokaklarda linç gösterileri ve “katledelim-öldürelim” hezeyanları yaşanırken, televizyon ekranlarından yine o anlamsız “ölü ele geçirme” cümlesi sıklıkla duyulur oldu… Özcesi kokuşmuş ve çürümüş sermaye devleti, kurulduğu günden bu yana sürdürdüğü inkar ve imha politikalarına bir kez daha sıkı sıkı sarılmış bulunuyor.

Özellikle Hakkari Dağlıca’da yaşanan çatışmanın ardından PKK’nin eline geçen askerler ile ilgili olarak gelişen süreç şoven histeri halinin ulaştığı düzeyi gözler önüne serdi. Türkiye’ye geri gönderilen 8 asker hakkında “keşke ölselerdi” anlamına gelen onlarca cümle kuruldu. Askerlerin hayatta kalması sermaye düzeninin kirli sözcülerinde derin bir üzüntüyle karşılandı. Zira, “Sermaye düzeni için makbul “mehmetçik” hayatta kalan değil, sorgulamadan ölendi”!

12 yaşındaki bir çocuğa 13 kurşun yağdırırken eli titremeyen, 12 yaşındaki bir çocuğu katletmesini “o zaten teröristti” diyerek meşrulaştırmaya çalışan bu zihniyetten hesap sorulamadığı müddetçe, çocuklar sokaklarda öldürülemeye devam edilecek, tıpkı 8 askerin başına geldiği gibi insanların yaşamları üzerine kumar oynanacak, emperyalistlerle sürdürülen kirli pazarlıklarda masaya emekçi gençleri yatırılacaktır...

İşçi ve emekçiler, kendi kanı-canıyla beslenen bu düzenin efendilerinin yaşam kaynağını kesmek için bugünkü sessizliğe son veremedikleri sürece, bunun Uğurlar’ın bedeninde yeni bir kurşun olacağını, unutmamalıdırlar.

Uğur Kaymazlar’ın hesabını sormak için harekete geçtiğimizde ise, özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin dünyasını kurma mücadelesinde önemli bir mesafe almış olacağız.


19 Aralık katliamı gerçeği bir kez daha ortaya serildi...

Yargılananlar yargılıyor!

19 Aralık’ta “Hayata Dönüş” adı altında gerçekleştirilen kanlı operasyonla ilgili davanın 35. celsesi 15 Kasım’da gerçekleştirildi. Duruşmaya “sanık” olarak katılan tutsakların verdikleri ifadeler bir kez daha 19 Aralık ve onu takip eden günlerde cezaevinde gerçekleşen katliamın boyutlarını gözler önüne serdi.

Sanıklardan Melek Tukur, katliam gerçekleştiği sırada “örgüte yardım ve yataklık suçundan” Ümraniye Cezaevi’nde olduğunu belirtti. Katliam gününü anlatan Tukur, hemşire olduğunu ve operasyon esnasında yaralananlara ilk müdahaleyi kendisinin yaptığını belirtti. 19 Aralık’ta sabaha karşı gerçekleşen katliamın perde arkasını, ilk müdahaleyi yaptığı tutsakların sağlık durumları hakkında bilgi vererek anlattı.

Yaralananlardan Serdar Turan’ın elinin üç parmağının ve avucunun yarısının koptuğunu, buna bir el bombasının neden olduğunu düşündüğünü belirten Tukur, Turan’ın yaralarını yorgan ipliği ile diktiğini anlattı. Tukur ayrıca aynı davada sanık olan ve kendisinden önce ifade veren Binnaz isimli “sanığın” da ilk tedavisini yaptığını ve yaralanmaya kimyasal silahların yol açtığına emin olduğunu söyledi. Binnaz’ın pantolonunda tek bir yanık izi olmamasına rağmen, vücudunun açıkta kalan yerlerinde oluşan asit yaralarına benzer ağır yanıkların kimyasal silahla oluştuğunu düşündüğünü belirtti. Kurşunla yaralananların da olduğunu, hemen hemen herkesin yaralandığını dile getirdi.

Yine “sanık” sandalyesinde oturan ve katliamı Ümraniye Cezaevi’nde karşılayan Bülent Özdemir 19 Aralık’ı anlatırken, o günün izlerini hala taşıdığını, o gün kendisine sıkılan kurşunun hala belinde olduğunu belirtti. Özdemir 19 Aralık gecesi kendisi ile aynı cezaevinde bulunan ve operasyondan sağ kurtulamayan tutsakların nasıl ve nerede katledildiklerini anlattı. Ercan Polat’ın çatıdan açılan delikten uzatılan silahla açılan ateş sonucu öldüğünü belirten Özdemir, Umut Gedik’in gazdan zehirlenerek öldüğünü, Alp Ata Akçaöz’ün ise hapishaneden çıkılırken tek atışla katledildiğini söyledi. Kendisinin ve Rıza Poyraz’ın E Blok’un girişinde vurulduğunu belirten Özdemir, Ahmet İbili’nin koridorda iki taraflı açılan ateş arasında kaldığını söyledi. Ahmet İbili’nin vurulduğu yerde karşılıklı ateş açan askerlerin birbirlerini de vurduğunu belirten Özdemir şunları söyledi:

“Cezaevi üstünde helikopterler uçuyorlardı, bir ara dışarı çıktığımızda çok yakında olduklarını ve projektörlerle bizleri taciz ettiğini gördüm. Yüzlerce arkadaşımız çeşitli yerlerinden yaralandı. Birçok arkadaşımızın vücudunda ş arapnel parçası var, iki arkadaşımız da gözlerini kaybetti, biz bu olayın mağduruyuz, cezaevinde olduğumuz sırada her akşam sabah normal sayımlar alınıyordu. Bizlerin mahkemelere gidiş geliş kayıtlarımız vardır, tedavi için revire gittiğimizin kayıtları da vardır. Cezaevinde normal bir işleyiş vardı, bizler tutuklu idik idareciler de hapishaneyi idare ediyorlardı, koğuşlar arasında bizim başka koğuşlara geçişimiz de mümkün değildi, herkes kendi koğuşunda cezasını çekiyordu...”

Katliamın üzerinden 7 yıl geçti... Katliamın tek sorumlusu olan sermaye devleti hala 19 Aralık gecesi üzerine bombalar yağdırdığı, kurşun sıktığı, kimyasal silahlarla yaktığı insanları yargılamaya devam ediyor, hala onları sanık sandalyesine oturtuyor. Böylece katliamın arka planının daha fazla gün yüzüne çıkmasını sağlıyor.