28 Eylül 2007 Sayı: 2007/38(38)

  Kızıl Bayrak'tan
   Egemenler içerde ve dışarda saldırı hazırlığında…
  Anayasa tartışmaları üzerine...
"Yeni dönem" ve emekçileri bekleyen seçim!
Ulucanlar katliamı ve direnişi anıldı...
Novamed grevi ve öğrettikleri - Yüksel Akkaya
TİS süreçleri “elde”kini korumakla sınırlı geçti...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  “Yalanlarınızı da alın gidin!” başlıklı kampanya çalışmamız ile onbinlerce gencin mücadele
soluğu olacağız...
  Seçimler ve yeni dönem / 5 22 Temmuz seçimleri ve Kürt hareketi
  Kapitalizmde öldürmek “para eder!”
  ABD’de onbin kişi ırkçılığa karşı yürüdü
  Birmanya halkı cuntaya karşı sokaklarda...
  Dünyadan...
  Ortadoğu’dan...
  Şoven-faşist kudurganlık siyah göçmenleri de hedefliyor…
  Ortadoğu’da havalar toz duman
Abu Şehmuz Demir
  Ulusal sorun üzerine notlar/1 - Volkan Yaraşır
  Anayasa tartışmaları…
M. Can. Yüce
  Burjuvazinin hizmetinde politik bir
sanat etkinliği!
  Gericiliğe ve ırkçılığa karşı gerçeğin safında yürüyen yazar:
Emile Zola
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

10. İstanbul Bienali...

Burjuvazinin hizmetinde politik bir sanat etkinliği!

Burjuvazi üretime egemen… Burjuvazi siyasi iktidarı tekelinde bulunduruyor… Burjuvazi yazılı ve görsel medyanın hakimi… Burjuvazi ormanlara, akarsulara, doğaya el koymaya çalışıyor… Ve elbette burjuvazi sanata ve bu alandaki üretime de egemen… Bu yüzden geniş kesimlerin evlerinden dışarıya çıstak ritminde fasulye tarifi sözlü şarkıların gürültüsü yayılıyor ve bu yüzden bir piyano resitali çıkışında karşınızda yüksek topuklu ökçeleri ile süslü püslü gece elbiseleri içerisinde kadınlı-erkekli bir elit beliriyor. Sokaklarımızdaki boyalı inekler bu yüzden… Bu yüzden kitap sayfaları artık matbaa kokmuyor… Ve sözcüklerin oyuncağa çevrildiği şiirciklerin bembeyaz bir sayfanın sol alt köşesine iliştirilmesi de bu yüzden! Ve bu yüzden çıstak çıstaklara yüz buruşturan, boyalı takımla karşılaştığında sırt çeviren liberal entelektüeller, politik kavramları-gerçekleri, dünya halkları ve işçi sınıfının özlemlerini soğuran bir anlayışla Bienal düzenliyorlar.

Kapitalizm sanatı dar bir elite bahşettiği günden bu yana alt sınıflara reva görülen kültürel-sanatsal çöp yığını gerçekten mide bulandırıcı. Popüler müziğin, popüler dizilerin, popüler şiirlerin binbir örneği ile kuşatılmış olan geniş kesimler alternatifsizlikten, çıkışsızlıktan dolayı bugün şair diye İbrahim Sadri’yi, sanatçı diye Hande Yener’i tanıyor. Beğenileri gelişmediği, anlamadıkları için değil! Zira aynı kesimler toplumsal mücadelenin geliştiği yıllarda Timur Selçuk’la “Türkiye işçi sınıfına selam” diyor, Ruhi Su dinliyor, Nazım’ın şiirlerini ezberden okuyorlardı. Devrimci üretimin her türüne bir çırpıda sloganist yaftası yapıştıran liberal entelektüelitenin teorilerinin çöktüğü nokta da burası!

Politik bir sanat etkinliği olarak Bienal!

Öncelikle söze Ece Temelkuran’a teşekkür ederek başlamak gerekiyor. 16 Eylül ‘07 tarihli yazısında “mıymıntı sanatın sonunu” ilan etmemiş olsaydı, bienalin politik bir sanat etkinliği olduğu gerçeğini Koç’un şovları, küresel savaş çağında iyimserlik çağrıları ve sanatçısı anlatmadığı sürece “politik” mesajı bir yana ne söylediğini anlayamadığımız eserleri ile çok kolay gözden kaçırabilirdik. Ama Temelkuran “mıymıntı sanat”ın sonunu ilan ederken, Bienal’in taşıyıcısı olduğu politik söylem ve politik sanatta yeni bir çığır açtığını söylüyordu… Kısacası Temelkuran’ın yazısı ve benzer içerikte yazılmış daha iyi ve daha kötü yazılarla beraber gerçekten de mıymıntı sanat gözden düşmüş, mıymıntı sanata mıymıntı övgüler devri başlamıştı.

Ancak Temelkuran Bienal’in politik bir etkinlik olduğunu söylerken yerden göğe kadar haklıydı. Yalnızca bu tanımlamaya muhalif ön takısı eklememeli ve Bienal’i ait olduğu politik yer/politik duruşu üzerinden ele almalıydı.

10. İstanbul Bienali gerçekten de bu yıl söylemi ile baştan sona politik. “İmkansız değil, üstelik gerekli: Küresel savaş çağında iyimserlik!” başlığı ile düzenlenen Bienal, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren işgallerin ve işgal tehditlerinin sürdüğü bir dönemde iyimserlik çağrısı yaparak emperyalist-kapitalist sistemden yana bütünlüklü bir politik duruş sergiliyor. Bu politik duruş bizi burjuvazinin iktidar sahnesine çıkışına götürüyor. Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle beraber ilerici tüm yönleri tarihte kalmış, iktidarını işçi sınıfının tahakkümü üzerine kurmuş olan burjuva gericiliğinin de kaynağına dönüşmüştür. Bu aynı gericileşme burjuvazinin bütün bir egemenlik dönemi boyunca sanatta da çeşitli biçimler altında sürdü. Gelinen yerde ise kendini post-modernist yozlaşma olarak gösteriyor.

Bu gericileşmenin buram buram etkisi altında kalan bir etkinlik de doğal olarak işgaller karşısında iyimserlik çağrısında bulunabilmeliydi ve bulundu! Bienal’in ana söyleminin gerekçelendirildiği bütün metinlerde açıkça verilen “küresel savaşlarla yaşamayı öğrenmeliyiz” mesajı da kendini burada buluyor. Anlamsızlığın sanatsal teorisi açık bir dille kabullenmeyi dayatıyor. Karşıtlıklar yanyana mutlu-mesut yaşayabilir! Dünyada kan gövdeyi götürebilir, bütün bunlar emperyalist-kapitalist düzenin sürekliliğinden ileri gelebilir ancak yine de iyimserlik merkezde durabilir!

Bienal’in bu yılki manifestosunun yazarı Hou Hanru da, Bienal’in ne söylemek istediğini açıklarken, uzun uzadıya küresel savaş çağından ne anlamak gerektiğini anlatıyor. Tek bir eleştiri içermeden... Yeniden yapılanmanın, yeni dünya düzeninin doğal yan etkileri olarak sunulan sorunların, küresel egemen ile yerel ezilenin uzlaşması ile çözüleceğinin savunulduğu metinde Hou Hanru şunları söylüyor:: “Bu küresel savaş ve liberal kapitalizmin küreselleşmesi çağında, modernleşme ve modernlik tartışmasına tekrar can vermek ve toplumsal gelişmeyi iyileştirecek eylemci öneriler ortaya koymak imkansız değil, üstelik gerekli. Bugün modernleşme yerel koşullar ve ideallerle ilişkili çeşitli modeller üzerinde ve bireysel yerellikle küresel arasındaki uzlaşmaların alanında gerçekleştirilmeli.”

Kısacası Bienal, küresel savaş çağında (ki Bienal’in teorisyenleri savaşla salt işgalleri kastetmiyor, tersine, yerinde bir tanımlamayla sınıfsal çatışmaları, emperyalist devletler ile bağımlı ülkeler arasındaki çatışmaları da kapsayan bir dil kullanıyor) uzlaşmanın yolunu arıyor!

Karşıtların birliği: İyimserlik-Koç AŞ/Düşman sınıfların uzlaşması

Bu yılki Bienal’in sponsoru Koç AŞ. Koç AŞ önümüzdeki 10 yıl boyunca gerçekleşecek olan Bienaller’in sponsorluğunu da üstlenmiş durumda. Koç Holding adına konuşan Mustafa Koç iyimserliğin çağımızda büyük bir önem taşıdığının altını itinayla çiziyor.

Mustafa Koç doğal olarak sınıflar arası uzlaşmaya, küresel savaş çağının kabullenmeyenlere kabullendirilmesine, böylesi bir çağda öfke bilemek yerine, huşu içerisinde gezmeye önem verecektir. Koç AŞ’nin ağzından çıkan uzlaşma, ancak celladın kurbanına “hadi inat etme de boynunu uzat” demesidir.

Koç içinden geçilen süreçte iyimserdir. Zira Koç’a bağlı Otokar’ın ürettiği zırhlı araçlar bugün dünya üzerindeki 15 ordu tarafından aktif olarak kullanılmaktadır. Dahası Koç’un daha fazla zırhlı araç satmasının koşulu da küresel savaş çağının iyimser bir kabullenişiyle mümkün olacaktır.

İKSV tarafından düzenlenen Bienal’in bu yılki konseptine ilişkin belki de en özlü sözler İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Eczacıbaşı’ndan geliyor: “Gereğini yapalım ama kötümser olmayalım!”

Esasında Bienal ile, karşıtlar arasında güçlü olan lehine ve belirleyiciliğinde bir uzlaşma dayatılmaktadır. Garip bir “birarada yaşam” çerçevesi çizilmekte ve birarada yaşama hali bilinmez bir düşmanın neden olduğu bir zorunlulukmuşçasına ifade edilmektedir. Gündüz Vassaf’ın Bienal üzerine yazdığı yazıda yer alan, “Sergide dile getirilen düzenin eleştirisinin sermaye sponsorluğunda yapılmasıysa, bence artık, kim olursak olalım, hangi sınıftan gelirsek gelelim, küreselleşmenin sorunlarını birlikte paylaştığımızın kaçınılmaz bir ifadesi” cümlesi, liberal entelektüellerin bakışaçısını, gerçekte nerede durduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Sanki “küreselleşme” emperyalist kapitalizmin doğal bir ürünü değilmiş, sanki “küreselleşen sermaye”nin dişlileri arasında ezilen tek başına dünya ölçeğinde işçi sınıfı ve emekçiler değilmiş gibi yansıtılıyor. Bu nokta gerçek niyeti de ele veriyor. Zira emperyalist-kapitalist sistemin işleyişinin zorunlu bir sonucu olarak derinleşen tekeller arası rekabetin her bir ülkeye yansıması o toplumda tüm sınıfların sorunuymuş gibi lanse edilerek, bu rekabette başarıya ulaşacak bir toplumsal atmosfer talebinde bulunuluyor. Bu talebin karşılığı olacak uzlaşma ise, işçi sınıfı adına daha fazla sömürülmek dışında bir anlam ifade etmiyor.

Sermayenin güdümünde bir uzlaşma çağrısının sanata yansıması da kabaca İstiklal’in ortasına dikilmiş “cilalı bir ekmek kapısı” oluyor. Bienal’de ete kemiğe bürünen sanatsal üretim anlayışı, güdümünde olduğu sermaye sınıfının üretimden anladığıyla eş bir anlam taşıyor!

Sanat ne söyler, kime söyler?

Yıllar yılı sanata dair sorulmuş en klişe soru sanatın “ne için” olduğu sorusudur! Toplum için sanat/sanat için sanat ikilemi her zaman ilerici, toplumcu aydın ile suya sabuna dokunmayanlar arasında uzlaşmaz bir çatışma konusu olmuştur. Sanatın sanat için olduğunu ileri sürenler her zaman bir tarafın mensubu olarak üretimde bulunmuşlardır. Üretilen her sanat eseri (niteliğini, evrenselliğini ve kalıcılığını da belirleyen bir biçimde) bir sınıf için üretilmektedir.

Sanatçının dünyaya baktığı pencere üretiminin içeriğini, üretiminin içeriği ise niteliğini çok doğrudan belirleyecektir. Bu durumda, iki kampa bölünmüş dünyamızda ezilen sınıftan yana saf tutmayan bir üretim, niteliğini baştan zayıflatan bir içeriğe sahip olacaktır. Estetik, güzellik vb. kavramları içeriğinden kopartan kapitalizmdir. Yoksa öz ve biçimi birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Kapitalizm bu gerçekleri alaşağı etmiş ve karşımıza koşullanmanın ürünü koca bir beğeni kriterleri listesi çıkarmıştır. Podyumda yürüyen mankenlerden şiirlerde seçilen sözcüklere, filmlerde işlenen temalardan şiirlerde öne çıkan tekniğe kadar herşey böyledir.

Bir sanatçı tavrını “küreselleşme çağında düşman iki sınıfı uzlaştırmak”tan yana koymuş ve buna da bir sermaye grubunun sponsorluğu altında soyunmuşsa, O’nun sanat eserinin Bienal’de sergilenenlerden başka olması beklenemez. Liberal entelektüeller toplumsal sanatı her zaman basit, klişe, niteliksiz olmakla suçlar ve bu konuda boylarını aşan cümleler kurarlar… Oysa ki Nazım’ın, Hasan Hüseyin’in, Neruda’nın şairliği, Victor Jara’nın, Ruhi Su’nun müzisyenliği, Picasso’nun ressamlığı tartışma götürmez bir niteliğe sahiptir. Çağımızın post modern zırvalarının üreticileri içerisinden bu sayılanları aşan bir kişinin dahi çıkmaması şaşırtıcı değildir.

Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının varlığını sürdürdüğü sermaye düzeninde kültürel ve sanatsal etkinlik bu sınıflardan birinin hizmetinde olacaktır. Bugün olan da budur. Bienal, hizmet ettiği sermaye sınıfının altı oyulmuş değerler sisteminin bir yansısından ibarettir!