28 Eylül 2007 Sayı: 2007/38(38)

  Kızıl Bayrak'tan
   Egemenler içerde ve dışarda saldırı hazırlığında…
  Anayasa tartışmaları üzerine...
"Yeni dönem" ve emekçileri bekleyen seçim!
Ulucanlar katliamı ve direnişi anıldı...
Novamed grevi ve öğrettikleri - Yüksel Akkaya
TİS süreçleri “elde”kini korumakla sınırlı geçti...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  “Yalanlarınızı da alın gidin!” başlıklı kampanya çalışmamız ile onbinlerce gencin mücadele
soluğu olacağız...
  Seçimler ve yeni dönem / 5 22 Temmuz seçimleri ve Kürt hareketi
  Kapitalizmde öldürmek “para eder!”
  ABD’de onbin kişi ırkçılığa karşı yürüdü
  Birmanya halkı cuntaya karşı sokaklarda...
  Dünyadan...
  Ortadoğu’dan...
  Şoven-faşist kudurganlık siyah göçmenleri de hedefliyor…
  Ortadoğu’da havalar toz duman
Abu Şehmuz Demir
  Ulusal sorun üzerine notlar/1 - Volkan Yaraşır
  Anayasa tartışmaları…
M. Can. Yüce
  Burjuvazinin hizmetinde politik bir
sanat etkinliği!
  Gericiliğe ve ırkçılığa karşı gerçeğin safında yürüyen yazar:
Emile Zola
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ortadoğu’da havalar toz duman

Abu Şehmuz Demir

Geleneksel olarak birçok şey yaz aylarında tatil sürecine girse de, politik merkezler tatile girmez ama, politik merkezlerin başında bulunan ve politika üreten mimarlar, stratejik uzmanlar bir süreliğine tatile çıkarlar. Tekrar döndüklerinde kaldıkları yerden işe başlarlar. En iyi hasıl-ı mahsul güz hasılı dedikleri gibi, güz hasılını derleyip toplamak için kolları sıvarlar.

Güz aylarının başlamasıyla birlikte bu politik merkezler de stratejilerini hayata geçirmek için, stratejik hedefleri doğrultusunda işe koyuluyorlar. Ortadoğu merkezli gelişen dünya siyasetinin gündemi, şu son birkaç hafta içerisinde tekrar sinirleri germe ve tansiyonları yükseltme iklimine evriliyor.

20. yüzyılda Ortadoğu’nun kalbine bir çıban gibi yerleştirilen İsrail devletinin iki de bir bölge üzerinde sürdürdüğü sinirleri germe ve psikolojik savaş tehdidi, çok yönlü devam ediyor. Konu Ortadoğu olduğunda, en ufak bir kıvılcımın ateş olup sağa sola yayılabileceği göz ardı edilemiyor.

İsrail, uçaklarıyla Eylül ayının ilk haftalarında Suriye hava sahasını ihlal etmesinin ardından, Güney Lübnan sahalarında engin uçuşlar yaparak, psikolojik savaş kışkırtıcılığı ile bölgeyi savaş ortamına çekmeye çalışıyor. Yanısıra, Batılı emperyalist merkezlerden aldığı sınırsız destekle Filistin topraklarının tamamına yakınını işgal altında tutuyor. Halihazırda Gazze’yi “düşman toprak” olarak ilan etmesi ise objektif olarak Filistinliler’i kolektif olarak cezalandırması anlamına geliyor. İzak Rabin’in “Gazze Şeridi bir saatli bombadır, umarım bir gün uyandığımda Gazze’yi suya batmış görürüm” anlayışına sahip olan İsrail, Filistin topraklarında estirdiği devlet terörü ve vahşetle yetinmiyor. ABD ve müttefikleri Suriye ve İran’ı savaşa çekmek, Lübnan’ın içini karıştırarak bu ülkede bir iç boğazlaşmalar sürecinin ateşini tetiklemek için uğraşıyorlar.

Dünya medyasının büyük bir kısmını arkasına alan İsrail, kendine yönelik en ufak bir olayda büyük patırtı koparıyor. İşgal altında bulunan Filistinliler’in kendilerini savunmak için 11 Eylül’de İsrail’in Zikim üssüne düzenledikleri ve 60’ın üzerinde İsrail askerlerinin yaralanmasına yol açan eylemden sonra, İsrail uluslararası hukuku çiğneyerek, Gazze’yi “düşman toprağı” ilan etti. Avrupa Birliği tarafından finansa edilen elektrik, içme suları, tıbbi araç ve gereçlerin yanı sıra gıda maddeleri gibi insani ihtiyaçları kısıtlamaya başladı. Zikim olayında 60’ın üzerinde insanın zarar görmesini abartan İsrail, her gün Filistin halkını katlediyor. Sistematik olarak Filistin halkına devlet terörü uyguluyor.

Dahası, ABD öncülüğünde Irak’ta devam eden işgal hareketi ve bu işgal hareketinin yarattığı kaotik ortamdan kendine bir vazife çıkaran İsrail, Filistin halkı üzerindeki zulmünü en katı yöntemlerle sürdürüyor. Bunlarla da yetinmeyen İsrail, bir başka ülkenin hudutlarını ihlal ederek bölgeyi daha fazla kanlı ve kavgalı bir sürecin içine çekerek savaş haydutluğunda ısrar ediyor. Bütün bunların altında yatan neden ise, “büyük İsrail devleti” hedefli Ortadoğu istilasının gecikmesidir. Çünkü, İsrail ordusu geçtiğimiz yıl Lübnan direniş güçleri karşısında başarı gösteremeyip Mezopotamya topraklarına geri dönmek zorunda kaldı. Lübnan direnişine verdiği destekten dolayı Suriye’ye göz dağı vermesi, İsrail ordusunun dünyada ve bölgede zedelenen itibarını yeniden kazanmasını ve Suriye’yi Golan tepelerinden vazgeçirmeyi amaçlıyor.

İsrail Lübnan topraklarında aldığı tarihi “yenilgi”nin altından kalkabilmek için, bu yapay devletin mutlak destekçisi olan George Bush ve aparatı döneminden mümkün mertebe en fazla yararlanarak hedeflerine ulaşmayı düşünüyor.

İsrail, Ortadoğu’ya yönelik stratejik hedefinin önünde engel olarak gördüğü, Akdeniz’den Hazar Denizi’ne, yani Filistin’den İran’a kadar olan alanda var olan güçlerin (Hamas, Hizbullah, Suriye ve İran vs.) dize getirilmesi veya çökertilmesi için bölge üzerinde birçok noktanın fay hatlarını tetikliyor. Mısır’ın Cemal Abdül Nasır döneminde olduğu gibi Batılı müttefikleriyle birlikte İran’a yönelik psikolojik savaşı tırmandırıyorlar. Gerekçe olarak, İran’ın “atom bombası”na sahip olmak istemesini gösteriyor ve İran “terörün merkez bankası” olarak, Hamas, Hizbullah vb. örgütleri destekleyerek “bize karşı kullanıyor” diyorlar. İsrail ve Batılı güçler, İran’ı bahane ederek, hem İran’a hem de İran cephesinde yer alan güçlere yönelik sürdürülen çok yönlü faaliyetin Lübnan ayağında ateşin fitilini tutuşturmaya çalışıyorlar.

Lübnan’ın siyasal ibreleri üzerinde keyfi oynamalarla ülkedeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bloke ederek, Lübnan’ı karanlık bir sürece çekmeye çalıştıkları gibi, Lübnan üzerinden Hazar Denizi’ne kadar olan alanda huzursuzluğun yayılmasını tetikliyorlar. ABD’nin Beyrut Büyükelçisi Jeffrey Feltman, “Amerika’nın Lübnan’da isyancı olarak gördüğü birinin Cumhurbaşkanı seçilmesini resmiyette tanımayacağını” söylüyor. Oysa Lübnan Anayasası’nda cumhurbaşkanının, milletvekillerinin üçte ikisinin desteği ve tüm siyasi ve dini gruplar arasında uzlaşmanın sağlanmasıyla seçilmesi gerektiği belirtiliyor. Bu ülkenin Anayasasını dinlemeyen/dinlemek istemeyen ve Lübnan’ı karanlık sürece çekmek isteyen güçler, bu doğrultuda birçok plan ve projeye sahipler. Özellikle İsrail, David Ben Gurion’dan bu yana, Lübnan’da ayrı bir Hıristiyan devletinin oluşturulması stratejisi doğrultusunda Müslümanlar ile Hıristiyan Marunileri karşı karşıya getirerek huzursuzluk yaratma peşinde. Dilerseniz yukardaki söyleme uygun olarak David Ben Gurion’un hatıra defterinden dinleyelim: “Güney sınırı Litani’ye kadar uzanan bir Hıristiyan devleti Lübnan’da kurulmalıdır. Bu suretle İsrail’in sınırlarını Litani ırmağına kadar genişletmesi mümkün olacaktır. İsrail, Lübnanlı Şii Müslümanların topraklarını kendi sınırları içine dahil edebilecektir”. (Aktaran Asaf Hüseyin, Ortadoğu’da Devlet ve Terör)

Görüldüğü gibi İsrail’in yayılmacı ve saldırgan politikaları doğrultusunda sürdürdüğü kışkırtıcı savaş süreci bölgede huzursuzluğu her gün bir adım daha ileriye taşımaktadır. Bu anlamda Lübnan’da, özellikle iç savaştan bu yana devam eden suikastların toz dumanından kimlerin suçlu, kimlerin suçsuz olduğu, yarım asırdır belirsizliğini koruduğu gibi, ırkçı-faşist Falanjist el-ketaib milletvekili Antoine Ganim’in suikastı da toz duman arasında belirsiz kalacaktır.

Sarkozy ve Fransa

ABD ve müttefiklerinin İran’a yönelik sürdürdüğü psikolojik savaşın yanı sıra bu sürece Fransa’nın da iştirak etmesi, bölgedeki siyasal süreci önümüzdeki günlerde daha fazla tetiklemiş olacak.

Avrupa’nın geleneksel diplomasi politikalarının dışına çıkan Nicolas Sarkozy’nin Fransa’sı, sosyal ve ekonomik değişimleri katı bir tazda uygulamanın yanı sıra, dış siyasetinin antenlerini bariz bir biçimde savaş yönüne çevirerek, dış politikada hayata geçirmeye çalıştığı birçok değişimi dillendirmeye başladı.

Sarkozy iktidar koltuğuna oturduktan sonra Beyaz Saray’ın mayınlı alanına giderek, “Paris-Washington arasında yeni bir dönemin açıldığına” işaret ediyordu. Bunun üzerine Fransız Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, uluslararası toplumun İran ile nükleer programı nedeniyle çıkacak bir savaşa hazırlıklı olunması gerektiğini ve “en kötüsüne hazırlıklı olmalıyız ve en kötü ihtimalde savaştır” diyerek “İran’ın sahip olacağı nükleer silahın tüm dünya için gerçek bir tehlike” anlamına geldiğini söylüyordu. Fransız Dışişleri’nin yapmış olduğu bu açıklama, AB ülkelerinde İran’a yönelik tartışmaları hızlandıracağı gibi, önümüzdeki süreçte AB’nin dış politikası üzerindeki etkilerini de hissettirecektir.

Her ne kadar Avrupa’nın diğer belli başlı ülkeleri olan Almanya (ekonomik müeyyideye yakın bir tavır sergilemekte), İtalya, Belçika ve Avusturya gibi ülkeler İran’a yönelik şiddet uygulanmasına karşı olduklarını açıklasalar da, AB’nin ABD yanlısı Orta ve Doğu Avrupa üyeleri ile İngiltere, Fransa’nın bu çıkışına destek vermeleri ihtimal dışı değildir. Sarkozy’i hükümetinin dış politikada yapmış olduğu bu çıkış, Fransa’nın Ortadoğu’ya yönelik tarihten gelen emperyalist siyasetinin bir parçası olduğu gibi, “Avrupa” adına bölgede bir role de soyunduğunu göstermektedir. Avrupa devletlerinin her birinin bölgede ayrı ayrı çıkarları olduğu içindir ki, Fransa ABD’nin yanında böyle bir role soyunuyor. Fransa’nın bu tutumu ve AB’nin kimi ülkelerinden gelen karşı açıklamalar da gösteriyor ki, Avrupa Birliği hala ortak bir dış politikadan yoksun.

Nicolas Sarkozy, eskiye olan özleminden dolayı, Napolyon’un “beyaz savaş atına” binmek istiyor. Oysa ne Ortadoğu eski Ortadoğu, ne de dönem Napolyon dönemi. Eğer N. Sarkozy ve aparatı Ortadoğu’da Jacques Chirac’ın İran’a ve özellikle Lübnan’a yönelik yirmi yıl önceki yanlış politikalarına bir dönüp bakarsa, Chirac’ın İran Mollalarının ayağına gidip özür dileyerek Lübnan’daki Fransız rehineleri zar zor kurtardığını ve daha sonra Batılı müttefiklerini şaşırtmış olan Chirac’ın “Fransa’nın enine boyuna düşünmeden Ortadoğu politikasını değiştireceğini sananlar hata yapmaktalar” (Asaf Hüseyin, age) dediğini görecektir.

Fransa’nın tarikat üyesi Nicolas Sarkozy ve hükümetinin İran konusunda enine boyuna düşünmeden yaptığı bu açıklamanın altında yatan nedenlere baktığımızda, İsrail ve ABD’nin bölgede başta İran olmak üzere, Suriye ve Lübnan’a yönelik olası bir savaş hazırlıklarının işaretlerini görürüz. Artı, Fransa, olası bir Ortadoğu savaşında bölgedeki ekonomik varlıklarını koruyabilmek amacıyla, Beyaz Saray’daki mütekebbir neo-con politikacılara ve Tel-Aviv’deki siyonist politikacılara dostluk elini uzatma mesajı verse de, Ortadoğu söz konusu olduğunda, Fransa-ABD ikilisinin politikalarının süreç içerisinde karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.

Dünya siyasetinde iki yılı aşkın bir süredir devam eden İran eksenli hengamelere, İran mollalar rejimi, “Bu tehditleri ciddiye almıyoruz” diyerek yanıt veriyordu. Buna ek olarak, ülkenin iç ve dış siyasetinde en son sözü söyleyen dini lider Ayetullah Ali Hamaney, Meclis-i Hubregan (Dini Uzmanlar ve Alimler Meclisi) toplantısında yaptığı bir açıklamada, Fransa’yı kastederek, “Bizi tehdit edenler şunu bilsin ki, İran’a saldırmak vur kaç taktiği ile mümkün değil ve kim bize saldıracak olursa sonucuna da katlanması gerekir” (24.09.07, İrib) diyordu.

Daha önce de altını çizmiştik. İran’a yönelik atılacak herhangi bir adım, başta Ortadoğu olmak üzere birçok sahada mayın tarlalarına adım atmak demektir. İran’a yapılacak bir saldırıda, saldırıyı yapan ve saldırıya katılan güçlerin, bırakın Ortadoğu’yu, dünyanın birçok yerinde kendi vatandaşlarının huzur içinde olamayacaklarını hesap etmeleri gerekiyor. Çünkü böyle bir durumda İran, savaş ve işgal mantığıyla hareket eden ve Ortadoğu insanının zaten nefretini kazanmış olan ABD ve müttefiklerine karşı, elinin altındaki güçler ile her taraftan fitili ateşler. Milli piyangonun kime ve nerede, nasıl çıkacağı ise belli değildir ve saldırı yapan devletleri hayretler içerisinde bırakabilir.

27 Eylül ‘07


ABD-İsrail saldırıları yoğunlaştı...

“Suriye muhalefeti” ülkeye dönüş kararını ilan etti

İsrail savaş uçaklarının 6 Eylül’de Türk hava sahasını kullanarak Suriye’yi taciz etmesiyle başlayan gerginlik devam ediyor. İsrail ordusu, geçtiğimiz hafta da Suriye’ye yönelik tacizlerini sürdürdü. Bu defa tacizin gülünç bir gerekçesi vardı: “İsrail ordusu radarlarının izlediği bir Suriye uçağının izi kaybedilince savaş uçakları havalandı”.

Küstahça saldırılarını çoğu zaman açıktan yapmayı tercih eden siyonist şefler, Türk hava sahasını kullanarak gerçekleştirdikleri saldırıyla ilgili suskun kalmışlardı. Bu sessizlik büyük ihtimalle, onlara “hava koridoru” açan Türk Genelkurmayı’nın talebi üzerine gerçekleşmişti. Zira Türkiye’nin hava sahasının ihlal edildiği kesin olduğu halde olaya dair tek söz etmeyen generallerin İsrail’le suç ortaklığı yaptığından kuşku duyulmuyor. AKP hükümetinin “sert açıklama” yapıp suskunluğa gömülmesi de, suç ortaklığının bir başka göstergesi sayılıyor.

Ankara’da sessizlik devam ederken, Tel Aviv’de durum değişti. Patavatsızlıklarıyla bilinen ırkçı-siyonist Likud partisi şefi Netanyahu, operasyondan başından beri haberdar olduğunu, bu konuda Başbakan Ehud Olmert’e destek verdiğini ve kendisini kutladığını açıklayarak “belirsizliğe” son verdi.

Suriye’nin taciz edilmesi, emperyalist-siyonist güçlerin İran’a yönelik saldırı hazırlığının “ilk aşaması” kabul ediliyor. Durum böyleyse eğer, birbiriyle “çatışırken” Amerikancılık’ta yarışan AKP ile Genelkurmay’ın şimdiden ABD-İsrail savaş arabasına bindiği söylenebilir.

Bu arada Suriye halklarını hedef alan emperyalist-siyonist güçlerin tacizleri devam ederken, kendilerine “Suriye muhalefeti” misyonu biçen bazı gerici güçlerin de ortalıkta boy vermeye başladığı gözleniyor. Washington ve Londra’daki savaş kundakçılarıyla arası iyi olan “muhalif” güçlerin, tam da ABD-İsrail saldırganlığının giderek arttığı bir süreçte Suriye’ye dönme hazırlığına başlaması dikkat çekici bulunuyor.

Kuruluş kongresini 4-5 Haziran 2005’te Londra’da gerçekleştiren “muhalefet”, “Kurtuluş Cephesi” adıyla tek çatı altında birleştiğini ilan etmişti. Geçtiğimiz günlerde ikinci kongresini Berlin’de gerçekleştiren “Kurtuluş Cephesi”, bu kez “ülkeye dönüş” kararı aldığını duyurdu. İddiaya göre, Suriye’deki bazı muhalif kesimler de gerici cephenin “ülkeye dönüş” kararına destek veriyor.

Suriye Müslüman Kardeşler örgütü ile eski devlet başkanı yardımcısı Abdulhalim Haddam etrafında toplanan güçlerden oluşan gerici cephe, hedefini, “Suriye’de demokratik yollardan rejim değişikliği gerçekleştirmek” şeklinde açıklıyor.

Suriye gibi gerici rejimle yönetilen bir ülkede “demokratik yollardan rejim değişikliği gerçekleştirmek” söylemi kulağa hoş gelebilir. Ancak cephe bileşenlerinin niteliği gözönüne alındığında, bu sözlerin bir kıymet-i harbiyesi olmadığı hemen anlaşılır.

Taraflardan biri olan Müslüman Kardeşler gibi anti-komünist/şeriatçı bir örgütün “demokratik dönüşüm”den söz etmesinin ciddiye alınacak bir yönü bulunmuyor. Suudi Arabistan ve Taliban iktidarı dönemindeki Afganistan’a bakılarak Müslüman Kardeşler örgütünün Suriye halklarına neler vaadettiği anlaşılabilir. Haddam ise, 25 yıl boyunca, şimdi “diktatörlük” olarak tanımladığı rejimin “ikinci adamı” idi. Bu makamı terketmesi öyle diktatörlüğü reddedip demokrat olmasıyla ilgili değil. Tersine, Haddam, ancak iktidardaki konumunu yitirdikten sonra “muhalif” oldu. Bu haliyle “muhalif” güçlerin Suriye’ye vaadettikleri “demokratik dönüşüm”, ancak emperyalist orduların Irak’ta ihraç ettikleri “demokrasi ve özgürlüğe” benzetilebilir.

Bu iki gerici gücün omurgasını oluşturduğu “muhalif” güçlerin emperyalist merkezlerden medet umması şaşırtıcı değil. Eğer iktidara gelmeyi başarabilirlerse, kıbleleri ABD emperyalizmi ve batılı müttefikleri olacaktır. Nitekim emperyalist güçlerle iyi anlaşan “Kurtuluş Cephesi” şefleri, Golan Tepeleri’ni 40 yıldır işgal altında bulunduran İsrail’e karşı tutum almış değiller.

Emperyalist-siyonist güçlerin Suriye’yi taciz ettiği günlerde sesini yükseltmeye başlaması, bu “muhalif” güçler adına utanç vericidir. Suriye halklarına değil de emperyalist merkezlere mesaj iletme kaygısı taşıyan bu tutum ise, “Kurtuluş Cephesi” şeflerinin şimdiden soysuzluğun dip çukurunda dolaştığını gösteriyor.

Suriye işçi ve emekçilerinin gerici rejimden kurtulmak gibi bir sorunları olduğu açıktır. Ancak bu kurtuluşun emperyalist merkezlerden medet uman gericiler eliyle gerçekleşmeyeceği de yeterince açıktır. Gerici Baas rejimine karşı mücadele, ancak emperyalist-siyonist güçler ile işbirlikçilerine karşı mücadeleyle birleştirilebildiği zaman Suriyeli işçi ve emekçilerin özgürleşme davasına katkı sunacaktır.