28 Eylül 2007 Sayı: 2007/38(38)

  Kızıl Bayrak'tan
   Egemenler içerde ve dışarda saldırı hazırlığında…
  Anayasa tartışmaları üzerine...
"Yeni dönem" ve emekçileri bekleyen seçim!
Ulucanlar katliamı ve direnişi anıldı...
Novamed grevi ve öğrettikleri - Yüksel Akkaya
TİS süreçleri “elde”kini korumakla sınırlı geçti...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  “Yalanlarınızı da alın gidin!” başlıklı kampanya çalışmamız ile onbinlerce gencin mücadele
soluğu olacağız...
  Seçimler ve yeni dönem / 5 22 Temmuz seçimleri ve Kürt hareketi
  Kapitalizmde öldürmek “para eder!”
  ABD’de onbin kişi ırkçılığa karşı yürüdü
  Birmanya halkı cuntaya karşı sokaklarda...
  Dünyadan...
  Ortadoğu’dan...
  Şoven-faşist kudurganlık siyah göçmenleri de hedefliyor…
  Ortadoğu’da havalar toz duman
Abu Şehmuz Demir
  Ulusal sorun üzerine notlar/1 - Volkan Yaraşır
  Anayasa tartışmaları…
M. Can. Yüce
  Burjuvazinin hizmetinde politik bir
sanat etkinliği!
  Gericiliğe ve ırkçılığa karşı gerçeğin safında yürüyen yazar:
Emile Zola
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ulusal sorun üzerine notlar/1

Volkan Yaraşır

Ulusal sorun kavramı ilk kez 20. yüzyılın başında Çarlık Rusya’sı, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çokuluslu devletlerin sınırları içindeki ulusal baskı ve egemenlik ilişkilerinden doğan sorunları tanımlamak için kullanıldı.

Çarlık Rusya’sı, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı ulusların, bağımsız devlet kurma mücadeleleriyle tartışılmaya başlanan ulusal sorunlar devrimci hareketlerin politik programlarında hızla yer aldı.

İmparatorlukların çözülme süreci, farklı siyasal güçlerin politik hedeflerine1 bağlı olarak, ulusal soruna farklı biçimlerde yaklaşmalarına yol açtı. Özellikle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” kavramı üzerinde yürütülen tartışmalara ve tezlere muğlak içerikler yüklendi.

Bu kavrama yaklaşım üç temel yönelimde kendini dışa vurdu.

Emperyalist devletler için, sömürge alanlarını genişletmek ve hegemonyalarını yaymak doğrultusunda “yeni” doğan ulusların doğal hakkıydı.2 Ve “federalizm” anlamına gelmekteydi.

Reformcu ve “milliyetçi” sosyalistler için ise bu hak, ezilen ulusun kültürel özerkliğine indirgenmişti. Bu indirgemenin temel nedeni politik programlarıyla bağlantılıydı. Mevcut devlet “aygıtını” yıkmak yerine sadece onu ele geçirmeyi amaçlayan reformcu ve “milliyetçi” sosyalistler ulusal soruna da bu sınırlılık içinde yaklaştı.

Devrimci ve sosyalist hareketlerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini kabul etmesi ve bu ilkeyi siyasetlerinin temel bileşeni olarak formüle etmesi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sona erdiği ve emperyalizm çağına geçildiği koşullarda, özellikle I. paylaşım savaşının yaşandığı dönemde oldu.

Emperyalizm çağı ve ulusal sorun

Kapitalizm 1860’lardan sonra yeni bir aşamaya girdi. 1880’lerden sonra daha net izlenebilir bir biçimde, hem kapitalist sistemin geneli, hem de kapitalist devletlerin niteliğinde önemli değişimler meydana geldi. 1860 öncesi kapitalizm ile 1900 başlarındaki kapitalizm karşı karşıya getirildiğinde, sözü edilen değişimin sadece üretimin yoğunlaşması ile tamamlanmadığı, aksine bu yoğunlaşma sürecinin daha önceden tanınmayan ancak zamanla tüm sisteme egemen olan yeni bir aşamayı ifade ettiği ortaya çıktı. Bu yoğunlaşma süreci, 1890’larda kendini “tekel” olarak ifade eden dev şirketlerin oluşumunu sağladı. 1860 öncesi kapitalizmin belirleyici özelliği olan meta ihracı 1900’lerin başında sermaye ihracına dönüştü. Bu görünüşteki basit değişme, sözü geçen dünyada tüm sistemin yeni baştan organize olmasının da olanaklarını yarattı. Otto Bauer ve Kautsky gibi önemli siyasi kimliklerin Marksist ekonomi kuramına bir katkı ve Kapital’in devamı olarak nitelendirdikleri Finans Kapital adlı eserinde Rudolf Hilfending, sanayi sermayesiyle banka sermayesinin içiçe geçmesiyle bu yeni dönemin serbest rekabetçi dönemden ayrıldığını, tekel oluşumları ile ekonomiye egemen olan yeni bir organizasyonun meydana geldiğini söyler. Lenin, bu kuramı siyasi bir perspektifle değerlendirerek, kapitalizmin yeni bir aşamaya ulaştığını ifade eder ve bu yeni aşamayı şöyle tanımlar: “Emperyalizm tekellerinin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” 3

Lenin’in tanımından da anlaşılacağı gibi, emperyalizm döneminin temel argümanı “tekel”dir. Tekel, üretimin gittikçe daha da yoğunlaşması ve sermayenin gün geçtikçe merkezileşmesi anlamına gelmektedir. Serbest rekabetçi dönemin kendine ait mekanizması içinde doğan bu tekeller, rekabetin doğal sonucu olarak rakipleri karşısında güçlenip ekonomik sistemi denetim altına almayı başarmış, bu güçlü yapıları ile kapitalizmin serbest rekabete dayalı eski sistemini tasfiye ederek, kendilerinin belirleyici olduğu yeni kapitalizm yaratmışlardır. Tekeller ortaya çıktığı çağda ekonomik açıdan stratejik belirleyiciliği olan kömür ve demir gibi hammadde kaynaklarını ele geçirerek, uluslararası alanda stratejik bir konum elde etmişler, daha önceden basit işlerle uğraşan bankalarla birleşerek finansal bağımsızlığa ulaşmışlar, 1900’ün başlarına doğru ise neredeyse denetimsiz bir güç haline gelmişlerdir.

Tekellerin ekonomide bu derece güçlü bir organizasyona dönüşmesi, kısa sürede siyasi mekanizma üzerindeki etkilerini artırdı. Gelişmiş kapitalist ülkeler, 1890’lardan sonra tekellerin denetlendiği dev bir sömürgeci güç halini aldı. Devletlerin ulusal ve uluslararası politikaları da bu dev tekellerin ihtiyaçları çerçevesinde şekillendi. Bu süreç, bütün coğrafyaların hammadde ve pazar açısından yeniden paylaşımı anlamına geldi.

Kısacası Lenin’in deyimiyle emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Emperyalizm, tekellerin egemen olduğu, devletin onların denetimine girdiği ve dünyanın bu oluşumların ihtiyaçlarına göre yeniden paylaşıldığı, emperyalist ülkelerde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkinin, burjuvazi lehine değiştiği, emperyalizmin anavatanlarındaki bunalımların sömürgelere ihraç edildiği, merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın arttığı ve sermayenin yapısının hızla değiştiği, buna bağlı olarak da siyasi yapıda her anlamda yozlaşmanın, gericileşmenin başladığı dönemdir.

Emperyalizm, siyasi demokrasiye ilişkin taleplerden bir tanesini oluşturan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dahil olmak üzere, bütün olarak demokrasinin inkarı anlamını taşıdı.

Kapitalizmin bu evresinde ulusal sorun üç değişik biçimde kendini gösterdi.

Metropollerde rekabetçi döneme haiz ilerici burjuva ulusal hareketler bu dönemde sona erdi. Burjuvazi hem kendi ülkesinde, hem de sömürgelerdeki ulusları ezen, asimile eden bir tarzda hareket etti. Ulusal hareketler burjuvazi için egemenliğini yaymanın aracı olarak kullanılmaya çalışıldı.

Devrimciler için ise metropollerdeki ulusal sorun “siyasi bakımdan özgür anavatana geçiş değil... kapitalizm olarak olgunlaşmış anavatanda sosyalizme geçiş” sorunu olarak ele alındı.

Metropollerin dışında ulusal soruna ilişkin ikinci ülke tipini Habsburg İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sına bağlı coğrafyalar ve özellikle Doğu Avrupa ülkeleri oluşturdu. Bu ülkelerde ezen ulusa karşı, ezilen ulusun/ulusların anadil ve siyasal özgürlükler mücadelesi burjuva demokratik nitelikte gelişti.

Devrimciler için bu ülkelerdeki görev, ezen ve ezilen uluslardan işçilerin mücadelesini birleştirebilmek ve burjuva demokratik reformlara genel olarak toplumsal devrim hedefini destekleyecek içerik kazandırmak oldu. Bu anlamda ulusların kaderlerini tayin hakkının savulması vazgeçilmez bir koşul olarak ele alındı.

Ulusların kaderlerini tayin hakkı özünde proletaryanın birleşik hareketini yaratmayı hedefler

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı devrimciler için proletaryanın birleşik hareketinin yaratılması ve dünya devriminin olanaklarının artırılması açısından önem taşır. Devrimciler, burjuva milliyetçiliğinden farklı olarak ayrılmayı ve ulusal kimliğin bağımsız tek başına hedef haline getirilmesini onaylamaz.

Çünkü insanlığın kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplumla mümkündür. Bu her türlü tahakküm ve iktidar ilişkisinin reddi anlamına gelir.

Böylesi bir süreç ulusların ve halkların bütünleşmesi ve baskı altındaki bütün ulusların tam kurtuluşu yani özgürlüğüyle doğru orantılıdır. Ulusların kaderlerini tayin hakkı bu anlamıyla ayrılma özgürlüğünü kullanmayı içerir. Bu da gönüllü birliğe giden yolu açacaktır. Çünkü ulusların bütünleşebilmeleri için önce özgür olmaları gerekir. Ancak insanlık bu aşamadan sonra sınıfların ve devletin ortadan kalktığı komünal düzene ulaşabilir.

Salt ulusal kültürel özerklik çerçevesinde bir yönelim, özünde burjuva siyasetini kapsar.

Ulusların kaderlerini tayin hakkı ise işçi sınıfının siyasetini temsil eder. Ve bu iki yaklaşımın birbiriyle bağdaşması mümkün değildir.

Her ulusal kültür aynı zamanda o ulusun egemen sınıfının damgasını taşıyan egemen kültürü ifade eder. Burjuva milliyetçiliği için ulusal kimliğin mutlak bir amaç olarak desteklenmesi ulus içindeki kendi egemenlik programının desteklenmesidir.

Enternasyonalizm, anadili kullanma hakkı dahil, tüm ulusal kültürel kimlik haklarının geliştirilmesini desteklemesi ise ikili bir yön taşır. Çeşitli uluslardan emekçilerin katkısına açık ve evrensel bir proleter kültür tüm ulusal kültürel hakların eksiksiz bir kullanımı yoluyla yaratılabilir. Bu evrensellik hedefi, ulusal kültürel hakların gelişiminin desteklenmesinin, milliyetçiliğin desteklenmesi biçimine dönüşmesini engeller.

(Devam edecek...)