23 Mart 2007 Sayı: 2007/11(11)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalist işgalin dördüncü yılında Irak…
  Newroz’un gösterdikleri
Newroz Türkiye’nin dört bir yanında coşkuyla kutlandı
Emperyalist saldırganlık ülkenin dört bir yanında protesto edildi...
“Beyazıt ve Halepçe katliamlarını unutmadık, unutturmayacağız!”
 Eğitim-Sen alanlara çıkmaya hazırlanıyor!
  Tarımda yoksulluk, kentte yoksulluk -
Yüksel Akkaya
  Parti programımızda ulusal sorun / 2
II. Bölüm
  ABD taşeronlarının Filistin sorununa “çözüm” arayışı
  ABD ve İsrail’in İran ve Suriye’ye yönelik tehditleri - Abu Şehmuz Demir
  Kapkaç, hırsızlık, çetecilik, fuhuş, uyuşturucu, yolsuzluk ve çürüme...
  “Dünyanın Bütün Dillerini Konuşuyoruz!”
çağrısı İstanbul’un dört bir yanına yayılıyor!
  Sermayenin kölesi, diplomalı işsiz olmamak için birleşik devrimci mücadeleye!
  Devrimci Yurtsever Gençlik, durumu,
görev ve sorumlulukları / III
  Bültenlerden...
  Pusulanız neyi işaret ediyor?
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Pusulanız neyi işaret ediyor?

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz/ ya da dünyamıza inecek ölüm” diyor mısralarında Nazım Hikmet. Tarihin tozlu sayfalarını karıştırdığımızda; yeni çağlar yaratan, var olanları sonlandıran olayların aslında şu mısrada yer alan ölü yıldızlara hayatı taşıma mücadelesinden doğduğunu görürüz. Ve sayfaları karıştırmaya devam ettikçe; yenilgilerin, bekleyişlerin, umutsuzlukların ise dünyaya inmesi beklenenin, beklerken hiçbir şey yapılmayan, kolların sükunetle açılarak karşılanan ölüm olduğunu görürüz.

Bir ölü yıldıza hayat taşımamış bu mısra, ama kafasında ışık taşıyana pusulalık etmiştir “beklemek ölümdür” diyerek, kendisi sayfada yıllardır beklemesine rağmen…

Bir pusulalık eder bu mısra okuyanlara, ta ki Nazım’ın kaleminden dizelere aktığından beri…

Bu pusula; yoksulluk, sömürü denizinde yüzen kapitalizm gemisinin dümeninin burjuva sınıfının elinde olduğu müddetçe, geminin hep o denizde yüzeceğini, karaya ulaşamayacağını, insanların “yaşamak” için ya o gemide kaldıklarını ya da atlarlarsa boğularak öldüklerini, ama tüm bunlara karşın yüreğinde yeni bir dünya özlemi taşıyanların dümeni ele geçirmesi gerektiğini söyler.

Bu pusulada dört tane yön yoktur, salt iki yön vardır; ya mücadele, ya teslimiyet!..

Mücadele; “her ne olursa olsun” kendisine mutlaka bir kaynak bulup doğan, baharda eriyen kar sularıyla çoğalıp ulaştığı ve aktığı toprakları bereketli kılan bir ırmaktır.

Teslimiyet; avucundan şekeri alınacak diye sadece bir küçük şeker için minik gövdesiyle direnen bir çocuktaki dirençten bile zerre kadar taşımayan boş vermişliktir, vurdumduymazlıktır.

Mücadele; gecenin karanlığına inat cılız da olsa ışığı ile o karanlığı aydınlatma çabasında olan sokak lambasıdır, onun ışığıdır.

Teslimiyet; doğanın kendisine sunduğu, özel bir çaba sarf etmeksizin içinde barındırdığı ışığını bile paylaşmaktan, ortaya çıkarmaktan vazgeçmiş ateş böceği kadar, bu denli umarsızlıktır.

Bir ateş böceğinin kendinde olanı bile kendisine yük sayması; bir kaplumbağanın sırtında onu koruyan kabuğunu fazlalık gibi görmesi; uzayda bir doğru parçasının oluşması için bir noktanın, bunun için olmazsa olmaz bir başka noktaya olan gereksinimini reddetmesi ve daha niceleri nasıl ki “olan”a aykırıysa; kişilerin de dünyada ve hayatlarında kapitalizmin yarattıklarına duyarsız kalması, teslimiyeti de bu denli tuhaf bir “sonuç”tur.

O denizde yüzmenin ve geminin dümenini ele almaktan vazgeçmenin bizlere hiçbir şey getirmeyeceğini, yaşananlar zaten göstermektedir.

Kapitalizmin yarattığı yoz kültür atmosferinden böylesi yoğunlukla aldıkları nefeslerden boğulmayanlar, görmek istemedikleri gerçekliklerin herhangi bir tanesini duysalar dahi yanıp sönmeyecek ateş böceği tembelliklerini anında terkedip, hızla duymamak için duvar örmekte, kulaklarını kendi hayatlarının yok oluş çığlıklarına tıkamaktadırlar.

Örülen duvarın yüksekliği ve kalınlığı artmaktadır. Oysa örülen duvar, kişileri gerçeklik kaçışlarına yaklaştırırken, kendilerinden ve yaşamlarından uzaklaştırmaktadır.

Kurulan bütün düşler, yaşanmak istenen güzellikler, henüz anne karnında olan bir bebek gibi daha doğmasına izin verilmeden katledilmektedir. Ve bu ölü düşler, güzellikler, ölüp anne karnında kalınca anneyi de zehirleyip öldüren bebek gibi yaşamları zehirlemekte, yok etmektedir. Yani, kapitalizm, insanlardan güzellikleri değil, onlarla birlikte kaynağını da çalmakta ya da yok etmektedir...

Siz de sözkonusu geminin yolcularından birisiniz ve bunları okurken, sadece oturduğunuz yerden olanları size bu yazı özetledi. Misafirliğin yok olduğu bu zamanda, bu satırları konuk ettiniz, dinlediniz. Düşündünüz mü hiç, sizin pusulanız neyi işaret ediyor?

Kararsızım, ortadayım diyorsanız; kapitalizmin yarattığı çatlakları doldurmakla uğraşanların yıllardır kulaç attıkları, ancak hiçbir yere varamadıkları yerdesiniz demektir.

Güneşe gitmek, ulaşmak imkansız denilir; ama aslında güneşe ulaşmak sunduğu ışığı tutmaktır, güneş ışınlar toplamıdır ve o ışının her birini tutacak mutlaka bir insan vardır.

İşte, düşüncelerinizi karasızlık rüzgarından sıyırıp beyninizde güneşin aralanmasına izin vermenizle, yüzünüzü döneceğiz ve yakalayacağınız ışık bellidir aslında; o ışığın adı mücadeledir! Yani, dünyamıza inmesini beklemediğimiz ölüm yerine yıldızlara taşıyacağımız hayatı var edecek olan sosyalizm güneşinin bir tutamıdır. Yani, her bir insanın kucaklayacağı o ışıkla kavuşulacak olan aydınlık, umut dolu günlerdir. Bu sistemin çarklarında öğütülmeden, canlılık fışkıran düşüncelerin insanlık için yoğrulması, üretmesi demektir. Yani, her insanın taşıdığı sol memenin altındaki cevahirin kirlenmeden sevgi için, kendinden başka acılar ve mutluluklar için çarpması demektir. Çocuklarımızın umutsuzluk nedir bilmeden, daha hüznün solgun yüzüne bakmadan büyümesidir. Kulakların bomba seslerini değil daha güzel ve yaşanılası bir dünyanın şarkılarını duydukları günlerdir. Yani, yekpare çimenlerde deli bir tay gibi coşkuyla yılmadan yeni bir kavuşmaya koşan yüreklerdeki yanan özlem ateşinin aynı mutluluğa aynı anda çarpması; bir gökkuşağının yedi rengini aynı anda gören gözler gibi yaşamın bütün yemişlerini, güzelliklerini paylaşması demektir...

Mücadele, bizi kendi yarattığı kimlikle içine almaya çalışan, kendi yaşamımıza ve kendimize dahi vize koydurtan kapitalizme karşı, en arka sokaklara kaçarak düşlerimizden firar etmek değil, bizim olanı bize ödünç verilmiş gibi gösteren ve yaşamımızı satım sözleşmesine dönüştürmek isteyen anlaşmaya imza atmamak, konulan vizeyi reddetmektir.

Yani, ölü yıldızlara hayatı götürmektir, ölümü beklemek değil!

Siz de okudunuz o mısrayı…Siz de fark ettiniz yolcusu olduğunuz gemiyi ve denizini… Siz de fark ettiniz imkansız dediklerinizin aslında tam da bizim ellerimizde olduğunu... İmkansız sandığımız değiştirilemezleri değiştirecek kişilerin bizler olduğunu bilmeliyiz. Bizi ölümü gösterip sıtmaya razı eden, denizini gösterip atlayarak ölmemizi isteyen kapitalizme karşı seçeneksiz değiliz, seçeneğimiz mücadele…

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz

Ya da dünyamıza inecek ölüm...”

Yani, ya teslim olup dayatılan hayatları yaşayacağız, ya da mücadele edip gövdesiyle umut denizini yaran gemiler yaratıp, ufku gürbüz çocukların yanaklarındaki kızıllığa boyalı gökyüzüne doğru yol alacak, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünyayı var edeceğiz!

Rojan


Bin yıl sonra sürgün…

Bu sokaklarda artık darbuka sesleri, klarnet sesleri olmayacak. Artık kapı önü sohbetleri, çekirdek çıtlatmaları olmayacak. Gacılar, “a be” ile başlayan dedikodular yapmayacak demli çaylar eşliğinde. Sulukule halkının yerinde, Romanların yerinde, kendine yabancılaşmış, aynı tip, aynı marka insanlar olacak. Utanç duvarları olacak, kameralarla donatılmış. Yüksek güvenlikli sitelerinde, kimden korundukları bilmeden süren hayatlar olacak. Ya da eşi olmayan keskinlikte görünmez sınırlar olacak; iki aynı tip komşu yerleşme arasında…

Bugün “kentsel dönüşüm” bahanesiyle dönüştürülen yer Sulukule ise, dün Alibeyköy’dü, Zeytinburnu’ydu, yarın Haydarpaşa olacak. Gözden ırak tutulmak istenen bugün Romanlarsa, dün gecekondu sahipleriydi, yarın yine bu zenginliği yaratan emekçiler olacak. Ve hayatı var edenler, hep oradan oraya ötelenenler olacak.

‘Çingene tarihinin kalbi’ olarak nitelendirilen Sulukule, Romanlar’ın en eski yerleşim yerlerinden biri. İstanbul’un, Bizans kenti olduğu dönemlerden beri Sulukule ve civarını Romanlar yurt edinmiş. Şimdiyse sermayenin gözüne kestirdiği, merkezi ve rantı yüksek bölgelerden biri. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Toplu Konut İdaresi (TOKİ) işbirliğiyle hayata geçirilecek ve 80 bin dönüm alanı kapsayacak bir proje söz konusu. “Tarihi çevreyi koruyoruz” demagojisiyle buradaki dokuyu koruyacaklarını iddia ediyorlar. Sanki tarihi çevre insanlardan bağımsız korunabilirmiş gibi... Ama bunun da çözümünü bulmuşlar. Bu dokuyu yaratanları buradan kovup, buraya yapılacak 300 bin YTL’lik Türk evlerinde yaşamanın maddi koşullarına sahip olanları buraya ikame etmek.

Bunu yaparken de çok demokratiklermiş gibi bir hava estirtiyorlar. Katılımcılık, paylaşımcılık, saydamlık gibi süslü kelimelerle gözler boyanıyor. Çeşitli “alternatifler” sunuyorlar mesela. Bölgede ikamet eden mülk sahibi ya da kiracıların isterse yapacakları katkı payı ile orada yaşamaya devam edebileceklerini söylüyorlar. Romanlar, bu katkı payını karşılayabiliyor olsalar neden bu sağlıksız konutlarda oturmak istesinler ki? Diğer bir alternatif de mülk sahiplerinin, istemeleri halinde belirlenecek olan rayiç üzerinden kamulaştırma bedelini alabilecekleri. Yani alacakları 8.500 YTL enkaz bedeli ile şehrin başka bir bölgesinde, gecekondu yapıp, orada yaşama “özgürlüğü” tanıyorlar. Ta ki orası da bir rant alanı halini alıp, tekrar oradan sürülene kadar. Bir de mülklerini TOKİ’ye devredenler TOKİ’nin kendilerine sunacağı yeni, modern bir siteye yerleşebilecekler. Şehrin çeperlerinde, İkitelli’de, yaşam pratiklerinden, işlerinden çok uzak bir bölgeye gidebileceklerini söylüyorlar, tabii bedelini ödediğin ölçüde.

Bugüne kadar “kentsel dönüşüm” adı altında birçok proje yapıldı. Yeri geldi deprem bahane edildi, “depreme dayanıklı konutlar yapacağız” dendi. Zeytinburnu için projeler üretildi. Eskizlere ticaret merkezleri, oteller çizildi. Sonra oradaki insanlara yol göründü. İşlerini, evlerini, hayatlarını değiştirdiler. Çok bir şey yoktu zaten iki göz oda, asgari ücret… Giderken de bavullarına, geçmişlerini, komşularını, yaşamlarını koydular. Yeri geldi “bunlar illegaldir, hazine arazisi üstüne konumlanmıştır, hepsini yıkacağız” dendi. Ama bunu diyenler boğaz sırtlarındaki villa konduların lafını bile etmediler. Ya da seçim zamanı tapu vaat edenler de onlardan başkası değildi. Sonuç olarak devlet arazilerini, süper lüks konutların inşası için burjuvaziye peşkeş çekenler, iyi-kötü başını sokacak bir yeri, emekçilere çok gördüler.

Gecekondu yerleşmeleri, geneli itibariyle standartların altında, niteliksiz alanlardır. Gecekondu yıkımları konu olduğunda da savunulan bu sağlıksız konutlar değildir. Barınma hakkıdır. Yaşam hakkıdır. Kapitalizm, özel mülkiyet düzeni bu sorunu çözmeye çalışmaz. Aksine daha da derinleştirir. Her alanda olduğu gibi, konut projeleri de burjuvazi için üretiliyor. Emekçilere yaşam alanı sunmak yerine de şehrin dışına itilmeleri tercih ediliyor...

T. Ufuk