23 Mart 2007 Sayı: 2007/11(11)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalist işgalin dördüncü yılında Irak…
  Newroz’un gösterdikleri
Newroz Türkiye’nin dört bir yanında coşkuyla kutlandı
Emperyalist saldırganlık ülkenin dört bir yanında protesto edildi...
“Beyazıt ve Halepçe katliamlarını unutmadık, unutturmayacağız!”
 Eğitim-Sen alanlara çıkmaya hazırlanıyor!
  Tarımda yoksulluk, kentte yoksulluk -
Yüksel Akkaya
  Parti programımızda ulusal sorun / 2
II. Bölüm
  ABD taşeronlarının Filistin sorununa “çözüm” arayışı
  ABD ve İsrail’in İran ve Suriye’ye yönelik tehditleri - Abu Şehmuz Demir
  Kapkaç, hırsızlık, çetecilik, fuhuş, uyuşturucu, yolsuzluk ve çürüme...
  “Dünyanın Bütün Dillerini Konuşuyoruz!”
çağrısı İstanbul’un dört bir yanına yayılıyor!
  Sermayenin kölesi, diplomalı işsiz olmamak için birleşik devrimci mücadeleye!
  Devrimci Yurtsever Gençlik, durumu,
görev ve sorumlulukları / III
  Bültenlerden...
  Pusulanız neyi işaret ediyor?
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Cumhurbaşkanlığı seçimleri...

Burjuva düzenden demokrasi manzaraları

A. Aydın

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça ve Köşk başında iç dalaş kızıştıkça, burjuvazinin demokrasi anlayışı konusunda enteresan örnekler de artıyor.

Çoktandır kadim faşist partilerle milliyetçilik yarışı sürdüren ve gelinen noktada onları geçmiş durumda bulunan düzen solunda dizilmiş ‘sosyal demokrat’ partiler, artık açıktan orduyu göreve çağırıyor. Bilindiği gibi bunu en açık yapan da ‘ana muhalefet’ CHP ve başındaki Baykal’dır. CHP ve başının, düzen içinde bile kaygıyla izlenen bu milliyetçilik seferi, sosyal demokrasinin sermaye düzeni nezdindeki anlamı, önemi ve de işlevi konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.

Bilindiği gibi düzen solu, işçi ve emekçi kitleleri düzene bağlama aracıdır. Bu kitlelerin sıkıntı ve talepleri üzerinden politika yapar. Umutlarını kendine ve kendiyle birlikte hizmetinde bulunduğu sermaye düzenine bağlar. Onları oyalayabildiği sürece oyalar. Oyalayamadığı zamanlarda ise düzenin işçi ve emekçi kitlelerin taleplerini bastıracak farklı araç ve yöntemleri hazırdır. Hangisi gerekli görülürse, her türden baskı tedbiri devreye sokulur. Sermaye düzeni, devamlılık ve kalıcılığını sağlamak üzere bu havuç-sopa siyasetini, bugüne dek devresel biçimde uygulayagelmiştir.

Bir başka ifade ile, sermaye düzeninin solunun ‘sol’ ile, sosyal demokrasisininse ‘sosyal’ sorunlarla ve ‘demokrasi’ ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye’deki örneklerinden de bilindiği gibi, sosyal demokrat partilerin tüm o ‘emekten ve demokrasiden’ yana söylemleri sahtedir, kitleleri zehirleyen kocaman yalanlar olarak yakın tarihimizde yazılı durmaktadır. Bu böyle olduğu halde ve bu söylemlerin düzenin belirli ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurgulandığı, ortaya sürüldüğü bilindiğine göre, şimdi, sosyal demokrasinin bugünkü faşist yüzünün düzenin hangi ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıktığı/çıkarıldığı irdelenmek durumundadır. Yahut, bu durumda sosyal demokrasiye yüklenen eski göreve ne olduğu, ne olacağı sorgulanabilir.

Sermaye düzeni artık işçi sınıfı ve emekçi kitleleri oyalama ihtiyacı duymuyor mu? Kitlelerin refah düzeyini yükselterek düzene bağladı da şimdi daha yukarıdan, milliyetçi-şoven politikalarına mı eklemlemeye çalışıyor? Sosyal demokrasiye biçilen yeni misyon bunun gereği mi?

Refah düzeyi konusunda tam tersi bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz açıktır. İşsizlik oranları hızla artmakta, kitlelerin alım gücü daha hızlı biçimde düşmektedir. Sınıfa ve kitlelere yönelik iktisadi, sosyal, siyasal saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Dolayısıyla, sıkıntıları da istemleri de her geçen gün büyümekte. Bu da, sermaye düzeni özel bir çaba içinde olmaz, çok dikkatli taktik ve araçlar yaratamazsa, kitlelerin devrimci/sosyalist seçeneklere yönelmesinin kaçınılmazlığını gösterir.

Sosyal demokrasinin, düzen açısından bu çok riskli durumda ‘demokratik’ söylemlerini (aslında düzene karşı görevlerini) terkederek milliyetçilik kulvarına yerleşmesi aklın ve mantığın sınırlarını zorlayan bir tutum. Ancak, işçi ve emekçi kitlelerin ihtiyaç ve talepleri dışında, pek çok farklı basınç altında zorlanan sermaye düzeninde akıl ve mantık aramak da pek akılcı olmasa gerek.

Özellikle Kürt sorunu konusundaki sıkışıklığını (Ermeni sorununu da artık daha fazla buna dahil etmek gerekiyor) şoven milliyetçiliği kışkırtmak, örgütlemek, harekete geçirmek yoluyla gidermeye çalışan sermaye düzeni, demek ki sadece eski faşist kanadın güç ve imkanlarına kanaat edemiyor.

Düzen partilerinin tümünden düzen medyasına, devlet kurumlarının tamamından ‘sivil toplum’ örgütlerine hatta DKÖ ve sendikalara kadar (işte bu derece pervasızlaştılar) resmi ırkçı-şoven ideoloji etrafında kenetlenme emrediyor, bekliyorlar. Emreden ve bekleyen, tabii ki, Cumhuriyet’in ve Amerikan demokrasisinin Türkiye versiyonunun ‘koruyucu kollayıcı’ gücü ordudur. Ordunun başındaki kurmay heyettir. Yönetimde hakim güç ordu olunca, işler de emir-kumanda zinciriyle halledilecek sanılıyor. Herkes önlerinde hazırola geçsin, tekmil versin istiyorlar. Düzen ve devlet cephesinde tekmil vermeyen zaten kalmadı ama görüntüyü de kurtarmaları gerektiği için, başta hükümet olmak üzere, kimileri hala demokrasinin işleyişinden bahsetme gereği duyabiliyor.

Bunların başını, adı gereği sosyal demokrasinin çekmesi beklenir. Ancak sosyal demokrasinin bugün ana muhalefet koltuğunu işgal eden ‘en büyük’ partisinin başındaki şahsiyet onbaşılığa soyununca, sermaye düzeninin lafta demokrasisinin dahi lafını edemez hale düşmüş oldu. Baykal ve CHP’si, generaller şovenizmi işaret ettiğinde en hızlı şovenist, savaşı işaret ettiğinde en büyük mücahit kesiliyor. Kendilerinin kesilmesi de onları kesmiyor olacak ki, kitlelerin dikkatini de generallerin ağzından çıkacak sözlere çekmeye çalışıyorlar. Meclisin (cumhuriyetin pek övülen özelliklerinin başında gelen millet iradesinin) üstündeki namluların gölgesini meşrulaştırma ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde bile meclis iradesini çiğnemesi umuduyla, gözünü Nisan başında gerçekleşecek MGK toplantısına dikmiş bulunuyor.

Zaten MGK’nin normalde (her ne kadar normalse artık) ay sonunda yapılması gereken toplantıyı erkene çekmesinin nedenlerinden biri de Cumhurbaşkanlığı adaylıklarının Nisan ortasından itibaren açıklanacak ve seçim turlarının Nisan sonlarından itibaren başlayacak olması. Seçimden önce konuyu bir kez daha ve en tepedeki masaya yatırmak, balans ayarını bu kez sokak yerine yönetimin merkezinden yapmayı düşündüklerini de gösteriyor bu tercih. Ama tüm bu tercih ve tutumların gösterdiği asıl gerçek, Türkiye demokrasisinin bir ‘mızraklı demokrasi’ olduğudur. Terör üzerine kurulu Amerikan demokrasisinin taklidinden de, olsa olsa namluların gölgesinde bir Türkiye demokrasisi çıkarılabilirdi. Bırakın işçi ve emekçi kitlelerin haklarını hukuklarını, burjuva düzen ve devletin iç işleyişinde dahi burjuva demokrasisinin bilinen geçerli kuralları burada artık geçerli değildir.

Meclis iradesi diye bir şeyin olmadığı/olamayacağı, bu ülkenin yönetiminde gerçek irade sahibinin ordu olduğu, ‘sosyal demokrasi’ tarafından savunulmakta, hatta dayatılmaktadır. CHP’nin bu hali ve tutumu, burjuva demokrasisi meraklılarına ibret olmalıdır. Türkiye’nin bu demokrasi tablosundan işçi ve emekçi kitlelerin çıkarması gereken ders ise, bir kez daha, demokratik hak ve özgürlüklerin ancak ve ancak mücadeleyle kazanılacağıdır. Gerçek ve kalıcı bir demokrasi içinse, kendi sınıf iktidarlarını kurmak zorundadırlar. Yoksa, cumhurbaşkanının Ahmet mi Mehmet mi olacağının, ülkenin rejimi açısından zerre kadar değeri bulunmuyor. Bugünkü iç dalaşını ortaya çıkaran, Köşk’ün yönetim açısından önemi de değildir. Çünkü Çankaya’nın devlet katındaki gücü ve önemi, ‘birinci ve ikinci’ adamdan sonra hemen tümüyle ortadan kaldırılmış, makam tamamen göstermelik bir kuruma dönüştürülmüştür. Önceleri hepten emekli generallere ayrılan bu koltuğa, şimdilerde sivillerin de oturmasına izin çıkmakla birlikte, hangi sivilin çıkacağına ilişkin iznin yine ordudan çıktığı/çıkacağı görülüyor. Bugünün tablosunda ise Erdoğan’ın bu izni alamadığı açık. Kavga da izinsiz çıkabilir mi çıkamaz mı kavgasıdır. Mecliste çoğunluk sahibi hükümet üyeleri, demokrasiden ve demokrasilerde meclis iradesinden bahsederken, kuşkusuz sözlerine kendileri de inanmıyor. Onlar da (hatta balans ayarları hesaba katıldığında diğer düzen güçlerinden daha fazla) hakimiyetin ‘kayıtsız-şartsız’ orduda olduğunu biliyorlar. Bu yüzden bu iç dalaşın daha fazla büyümesi beklenmemelidir. Sınıf ve kitleler, düzenin bu sahte kavga oyunuyla fazla oyalanmadan, kendi talepleri etrafında birleşmeli ve sermaye düzeniyle kavgayı kızıştırmalıdır.