23 Mart 2007 Sayı: 2007/11(11)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalist işgalin dördüncü yılında Irak…
  Newroz’un gösterdikleri
Newroz Türkiye’nin dört bir yanında coşkuyla kutlandı
Emperyalist saldırganlık ülkenin dört bir yanında protesto edildi...
“Beyazıt ve Halepçe katliamlarını unutmadık, unutturmayacağız!”
 Eğitim-Sen alanlara çıkmaya hazırlanıyor!
  Tarımda yoksulluk, kentte yoksulluk -
Yüksel Akkaya
  Parti programımızda ulusal sorun / 2
II. Bölüm
  ABD taşeronlarının Filistin sorununa “çözüm” arayışı
  ABD ve İsrail’in İran ve Suriye’ye yönelik tehditleri - Abu Şehmuz Demir
  Kapkaç, hırsızlık, çetecilik, fuhuş, uyuşturucu, yolsuzluk ve çürüme...
  “Dünyanın Bütün Dillerini Konuşuyoruz!”
çağrısı İstanbul’un dört bir yanına yayılıyor!
  Sermayenin kölesi, diplomalı işsiz olmamak için birleşik devrimci mücadeleye!
  Devrimci Yurtsever Gençlik, durumu,
görev ve sorumlulukları / III
  Bültenlerden...
  Pusulanız neyi işaret ediyor?
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD ve İsrail’in İran ve Suriye’ye yönelik tehditleri

Abu Şehmuz Demir


Beyaz Saray’daki savaş çetesinin başı ABD başkanı George Bush ve ekibi tarihe savaş tanrısına aşık olmuş aparat olarak geçmek istiyorlar. Bu savaş çetesi Afganistan ve Irak’tan sonra, yaralı bir hayvanın sağa sola saldırması gibi, İran’a yönelik de bir kudurganlık sergileyip öyle ömrünü tamamlamak istiyor. G. Bush ve ekibinin hayata geçirmek istedikleri, Amerikan değerlerinin dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da kök salıp yayılmasını amaçlayan, bu değerlere biat eylemeyenlerin ise askeri müdahalelerle bertaraf edilmesine dayanan ve ABD’nin bugüne kadar üretmiş olduğu birçok doktrinin karışımı olan G. Bush’un dış siyaset doktrini, ağırlıklı olarak Wilson ve Jacksonizm eksenli olarak şekillenmiştir.

Bu her iki doktrinin temel kavramları, yayılmacı ve saldırgan stratejiler üzerine inşa edilmiştir. Wilson’un “Amerikan yayılmacılığı” olarak ünlenen stratejisi, Amerikan değerlerinin korunması için uluslararası alanda bir takım değişiklikleri kapsıyordu. Bunlar, Amerika’nın ulusal güvenlik stratejisi doğrultusunda askeri, siyasi ve ekonomik gücünün uluslararası alanda etkili olabilmesi için, ABD değerlerini benimseyen ve koruyan hükümet ve rejimlerin işbaşına getirilmesi vb.’ni kapsıyordu. Buna mukabil kendi başına buyruk davranan ve ABD çıkarlarına çomak sokan “muhalif” rejim ve devletlerin de bertaraf edilmesi için askeri güç ile etkisiz hale getirilmesi, ABD’nin öncelikleri arasında yer alıyordu.

Bunu bugün bu bağlamda G. Bush ve ekibi sürdürüyor. Onlar ABD emperyalizminin dünyada hakim kılınması için “ilahi misyon”u adeta kurtarıcı Mesih olarak üstlendiklerini iddia ediyorlar ve dünyaya da “adalet, barış, özgürlük, insan hakları ve demokrasi” için savaştıklarını söyleyerek emperyalist yayılmacılıkta ısrar ediyorlar. Bu çerçevede ABD’nin müttefikleri ‘hayır cephesi’ne oturtulurken, Amerikanın hegemonyası için Doğu da şer ve şeytan eksenine konuldu. 2001 yılında Afganistan’ın işgalinden sonra 2003 yılında da Irak işgal edildi. Şimdi sıranın İran veya Suriye’ye geldiği çerçevesinde bir psikolojik savaş sürdürülüyor. Her ne kadar İsrail’in Lübnan’a yönelik 34 günlük savaşında bu ortam doğmuş olsa da, Suriye ve İran’a bir ders vermek zaten planlanmıştı. Velakin bu olmadı.

Bu aparatın Tel Aviv’deki refikleri ise, özellikle 2003 Irak savaşından bu yana, İran’ın dizginlenmesi için ne gerekiyorsa onun yapılması için büyük çaba içerisindeler. Irak’ın işgaliyle birlikte İran’ın ve Suriye’nin koltuğunun altına yerleşen İsrail, her iki ülkenin de sınırlarına bir adım daha yaklaşarak Irak üzerinden bu ülkelere yönelik tehdit, provokasyon, casusluk vb. faaliyetleri sürdürmektedir. Irak savaşından bu yana ABD ve İsrail’in hedefinde İran’ın dizi getirilmesi ve mümkünse dişinin kırılması var. Ayrıca ABD Ortadoğu enerji kaynakları üzerinde tek hakimiyeti sağlamak için dünyayı İran’a karşı kışkırtıyor ve İran’la boğuşmanın zeminlerini yokluyor.

Beyaz Saray’daki savaş aparatı ve Tel Aviv’deki ortaklarının Ortadoğu’ya yönelik hakimiyet stratejisinin plan ve projeleri, petrol ve ekonominin ötesinde, ideolojik boyutlar taşıyor. Birinci Körfez savaşından sonra, 1993 yılında, Ortadoğu’ya yönelik olarak “Amerika savunma stratejisi bildirgesi” olarak hazırlanan plan daha sonra Dick Cheney öncülüğünde “ABD savunma onarımı” şeklinde yeniden gözden geçirildi ve 11 Eylül saldırısından sonra “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” olarak yeniden düzenlendi. Bu strateji gereğince, ABD’nin dünya ölçüsündeki egemenliğinin pekiştirilmesi ve Ortadoğu’da “teröre destek veren” devletlere karşı mücadele edilmesi amacı doğrultusunda, Müslüman dünyasına karşı terörü destekleyenler olarak karalama kampanyası başlatılarak, hakir ve küçümseme propagandasının sürdürülmesi gerekiyor.

Bu Beyaz Adamın ırk üstünlüğüne dayanan Mesihçi anlayışın kendi dışındakini dışlayan/ötekileştiren bakışıdır. Edward W. Said, Batı merkezlerinin ve özellikle ABD’nin Ortadoğu’ya bakışlarını şöyle izah eder: “Washington’daki yüksek görevliler arasında ve diğer çevrelerde Ortadoğu’nun haritasını değiştirmekten söz ediliyor sık sık. Ne var ki bu iş genelde ‘Şark’ sayesinde Napolyon’un onsekizinci yüzyıl sonunda Mısır’ı işgalinden beri, ‘İşte Şark’ın tabiatı budur ve ona buna göre muamele etmemiz gerekir’...” söylemiyle yapılıyor. (Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Batının Şark Anlayışları)

11 Eylül saldırısından sonra, George Bush asıl niyetini söyleyerek ağzından kaçırdığı “Haçlı seferi” Beyaz Adamın bilinçaltının dışavurumudur. Batı merkezlerinin Doğu’yu yani Müslüman dünyasını sorgulayan bakışı, ona topyekûn terör ve gericilik temelinde yaklaşması tamamen ideolojik temellidir. Batı merkezli medyanın iletişim ve görsel araçlarının ilk gündem maddesi Müslüman coğrafyasına yönelik sairleştirmedir. “Terör, terörist” sözcüklerini öne çıkararak, adeta ABD’nin İran’a ve bir başka yere saldırması için kamuoyunu kışkırtıyor ve kamuoyu yaratıyorlar. Aynı medya araçları Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de vb. yerlerde her gün onlarca sivilin ABD, İsrail ve müttefiklerince öldürülmesine ya kerhen yer veriyorlar yada hiç yer vermeyip terörün iç yüzünü bizzat gizliyorlar. Bu çerçevede G. Bush ve ekibinin şu an hedefine koyduğu İran’a ve bölgeye yönelik sürdürdüğü savaş, psikolojik savaş ve kültürel saldırı faaliyetleri, ABD’nin bölge üzerinde ekonomik, askeri, ideolojik ve jeopolitik hegemonyasının pekiştirilmesidir.

Zira, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik planladığı ve ürettiği stratejilerde her ne kadar kendi çıkarları öncelikliyse de, İsrail devleti bu stratejilerin ortağı ve müttefiki olarak önemli bir yerde durmaktadır. ABD öncülüğünde Irak eksenli sürdürülen Ortadoğu’daki hegemonya savaşı İsrail’e stratejik derinlik olanakları sağlayarak yayılmacı ve işgalci emelleri doğrultusunda İran, Suriye vs. gibi ülkelerin kıskaç ve denetim altına alınması için ne gerekiyorsa yapılması doğrultusunda yürütülmektedir. Bu anlamda Beyaz Sarayın açık sözlü başkan yardımcısı ve bir o kadarda provokatif olan Dick Cheney, “umarım İsrail ABD’den habersiz İran’a bir saldırı düzenlemez” diyerek adeta İran’ı provoke etmeye çalışıyor. ABD’nin stratejik planlarının çerçevesini uluslararası müttefiklerine ve dünyaya en iyi izah eden Dick Cheney’in kendisidir. Çünkü G.Bush ve ekibinin tüm stratejik hedeflerinin planlayıcısı ve uygulayıcısıdır. Bu yılın başlarında G.Bush’un “yeni Irak stratejisi” çerçevesinde Irak’a daha fazla asker gönderme vb. gibi yaptığı açıklamalardan sonra, Dick Cheney “İran’ın bulanık suda balık avladığını herkes biliyor ve İran’ın, Irak’ta istikrarsızlık yaratma çabalarını görmek istemiyoruz” sözleriyle, bölgeye yönelik yayılmacı politikalarını izah ederek, İran karşıtı cepheye gönderme yapıyor ve İran’ı tehdit ediyordu.

Dikkat edilirse, Irak savaşı öncesi sinirleri germe savaşı denen psikolojik ve kültürel saldırı şu an İran’a (burada İran’a yönelik birkaç hava saldırısı dışında ABD’nin bir kara savaşını göze alacağını söylemiyoruz) yönelik sürdürülüyor. Yani Arap-İsrail savaşları sırasında İsrail’in başvurduğu kışkırtma, yıldırma ve korkutmayı, kendi yenilmezliğini empoze etme ve düşman psikolojisini bozmayı amaçlayan psikolojik savaş stratejisini, bugün bölgeye yönelik olarak ABD arkasına aldığı güçler ile sürdürüyor.

İran’a yönelik nükleer eksenli dayatılan süreçte İran’ın böyle bir güce sahip olup olmamasının payı olsa da, mesele salt nükleer değildir. Hatta bugün İran böyle (nükleer) bir çalışmadan vazgeçiyorum dese dahi, ABD’nin İran’a yönelik saldırgan tutumundan vazgeçeceğini söylemek zor. Bölgedeki emperyalist politika dikkatle izlendiği zaman, ABD ve müttefiklerinin yaptığı açıklamaların, İran’ın nükleer faaliyetinden ziyade bölgedeki etkinliği üzerine olduğu görülecektir. Yani ABD ve müttefikleri tarafından İran’a bölgeden “elini çek” mesajları veriliyor. Aynı mesaj bir diğer şekliyle İran ile ilişki içerisinde olan bölge devletlerine de veriliyor. Batı merkezlerinin yüksek düzeyli memurlarının bölgeye birinin gidip birinin gelmesinin, hatta geçen hafta Javier Salona’nın Suriye’ye gidişinin amacı da buydu.

Kısacası ABD ve emperyalist merkezlerin bölgeye yönelik sopa ve havuç siyaseti çok yönlü işliyor. Asıl mesele ise, İran’ın ABD karşısında elde ettiği bölgesel güçtür. İran’ın bu gücünü ABD’ye dayatması ve gel Filistin’i, Lübnan’ı, Irak’ı vs. konuları görüşelim demesidir. Bu konuda İran’ın ABD’ye gel bölgeyi ve nükleer sorunu görüşelim şeklinde kaç kez İsviçre kanalıyla gönderdiği diplomat ve aracıları ABD’nin geri çevirdiği sır değildir. Yani sözün özeti olarak, Beyaz Saray ve Tel Aviv’deki savaş aparatı, bölgedeki sorunları kendileriyle aynı masada ve koridorlarda görüşecek bir Doğu ülkesini görmek istemiyorlar.

Öte yandan ABD, İsrail ve müttefikleri, İran tarafından Ortadoğu’nun önemli stratejik noktalarında, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de ve Körfezde “köşeye” sıkıştırılmış durumda. Onlara göre, Ortadoğu’da böyle bir gücün varlığı emperyal stratejinin geleceği açısından engel teşkil yaratacağı için kabul edilemez. Hele kitab-ı mukaddesin “vaat ettiği büyük İsrail devleti” için dua eden hahamlar ve “Araplar olsa olsa İsraillilere kölelik eder” diyen ırkçı Siyonistler için asla!

İran Mollaları bunu çok iyi görüyor, ABD ve müttefikleri karşısında sorunu bilinçli olarak salt İran’ın nükleer konusu üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Çünkü bu eksende İran’a yönelik bir askeri haydutluk İslam dünyasında büyük tepkiye neden olacaktır ve yukarda da belirttiğimiz gibi “Haçlı seferi” saldırısı olarak algılanabilecektir.

Ayrıca İran ne Irak ne de Afganistan’dır. İran, engin ovaları ve yüksek dağları ile, 1 milyon 600 kilometrekarelik yüzölçümü ile, 70 milyonu aşkın nüfusuyla önemli bir güçtür ve yanısıra üç bin yıllık bir tarihe ve derin bir kültürel varlığa sahiptir. Bush’un ataları daha devlet sistemlerini bilmezken, İran Asya toprakları üzerinde Roma imparatorluğuna karşı imparatorluklar kurmuş bir ülkedir. İran kendi askeri gücünün dışında, Şii geleneği köklerine dayanan ve bin yıl önce bugünkü ABD’nin kendisi gibi yayılmacı ve sultacı olan Selçuklu devletine diz çöktüren ve Haçlı seferlere karşı güçlü direniş sergileyen Hasan Sabbah öğretisine yakınlığıyla bilinen, İran’ın elinin altında Hizbullah ve benzeri gibi güçlü, ABD karşıtı atomize olmuş insani silahlar ile kendine saldıran güç/güçlere bölgede ve dünyada kan kusturma imkanlarına sahiptir. Nitekim, ülkenin iç ve dış siyasetinde en son sözü söyleyen dini lider Ayetullah Ali Hameney; “Eğer saldırıya uğrarsak dünyanın dört bir yanındaki ABD çıkarlarını hedef alacağız” diyor ve dünya deniz ticaretinin merkezi olan “Hürmüz Boğazı ve Körfez’deki petrolün dünyaya akışını” baltalayacaklarını söylüyordu. Zaten petrol hali hazırda en ufak bir çalkantıda kapitalizmin borsa merkezlerini altüst etmekteyken, ABD’nin ve müttefiklerinin İran’a karşı askeri bir müdahale girişimi petrol fiyatlarını dramatik bir şekilde artıracağı gibi, dünya ekonomisini de olumsuz yönde etkileyecektir.

Bugün Irak’ta işgalci ABD ve müttefikleri bataklığa saplanıp kapana takılıp işleri çıkmaza girmişse, bunu büyük ölçüde Acem siyasetini ustalıkla sürdüren İran’ın kendisi bu hale getirmiştir. Batı merkezlerinin ve ABD’nin o çok güvendiği ileri teknolojisi her şey demek değildir, her ne kadar kapitalist sistemin kendisi gelişmiş ileri teknolojiye sahip olsa da, insan gücünü halen aşmış değildir. Eğer ABD ve müttefikleri İran’ı vurmaya kalkarlarsa, ABD’nin o çok güvendiği yüksek teknoloji İran dağlarında fazla bir iş göremeyecektir. Yani geçmiş emperyal güçlerin merkezden uzaklaştıkça kendi sonlarını hazırladıkları gibi, Amerika Afganistan’da ve Irak’ta içine düştüğü bataklığa bir de İran’ı eklerse, gelmiş geçmiş emperyal güçler gibi kendisi de bölgede sonunu hazırlar. ABD’nin Avrasya stratejisinin mimarlarından olan Zbigniew Brzezinski, ABD’nin bölgede geldiği konumuna gönderme yapan yazısında, “ABD’nin İran ve Suriye’yle görüşmek ihtimalini değerlendirmeyi reddetmesi, bu yönetimin strateji geliştirmek yerine slogan atmaya dayanan ‘kendi kendini dışlama’ politikasının bir parçası” diyor ve ekliyor: “Amerika Irak’ta sömürgeci bir güç gibi davranıyor. Ama sömürgecilik sonrası dönemde, sömürgeci bir savaşa girişmek kendi kendinizi yenilgiye uğratmak anlamına geliyor” ve “sömürge devri biteli çok oldu”1 diyordu. ABD’nin savaş sevdalısı G. Bush ve ekibine yönelik olarak, buna benzer biçimde kendi iç kamuoyunun yanı sıra birçok telkinler yapılıyor. Ancak, Beyaz Saray’daki savaş ekibi ve Tel Aviv’deki ortakları bu telkinleri dinlemeyecek kadar pervasız ve kibirlidirler.

Zira ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik BOP ve YOP (“Büyük Ortadoğu Planı” ve “Yeni Ortadoğu Planı”) gibi çeşitli plan ve projeleri amacına erişmesi için Ortadoğu coğrafyasında yönünü arıyor. ABD’nin Irak işgaliyle birlikte Ortadoğu’ya yerleşmesi uzun sürmese de, kısa vadede tek hakim güç olarak bölgede kalıcılaşması ve Avrasya’ya erişmesi geciktikçe, süreç bu açıdan sıkıştıkça, yeni musibet (yani felaket) ortamlarını körüklüyorlar. Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist merkezler bugün İran’ın nükleer problemini öne çıkartsalar da, bölge için petrolün ötesinde asıl hedefledikleri askeri, ekonomik, siyasi, ideolojik ve jeopolitik amacın gerçekleşmesidir.

Bunu Mollalar rejiminin Acem politikacıları iyi görüyor, buna göre de taktiksel ve stratejik olarak usta davranmaya çalışıyorlar. İran Mollalar rejiminin vitrininde radikal ve “reformcular” olarak bilinen kesimlerden kendilerine yönelik süreçle ilgili çeşitli taktiksel açıklamaları görmek mümkün. İran’a yönelik Batının izlediği çifte standarta dayalı politikalara karşı, İran’ın sağından soluna kadar her kesim, İran neden böylesi bir güçten mahrum edilmek isteniyor diyerek, İran’ın nükleer çalışmasını destekliyor. Bu anlamda halkın desteğini arkasına almış olan İran’ın sivri dilli Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, İran’ın nükleer faaliyetlerine yönelik olarak “Bu trenin geri vitesi ve freni yok” diyerek, nükleer çalışmaları sürekli ilerleyen bir trene benzetiyor.

Sonuç itibarıyla, İran Mollalar rejimi, nükleer konusunda başta kendi halkı olmak üzere bölge ve bölge dışından aldığı destek ile ABD ve müttefiklerinin saldırgan politikalarına karşı şu an dik duruşunu sürdürüyor.


1 Zbigniew Brzezinski, Yeni strateji savaş habercisi, aktaran Global Siyaset.com

(Bu yazı aracılığıyla herkesin, başta Kürt halkı olmak üzere Mezopotamya halklarının Newroz Bayramını kutlar ve bölge halklarına barış, özgürlük ve demokrasi getirmesini dilerim).

18 Mart ‘07


 

ODTÜ’de Ortadoğu paneli

Geçtiğimiz hafta yükseltilen milliyetçiliğe, şovenizme ve faşizme karşı Yaşasın Halkların Kardeşliği Günleri çerçevesinde düzenlenen etkinliğin ardından 20 Mart günü saat 16.30’da bir panel düzenlendi. Panelin başlığı ”Ortadoğu: Ateş Çemberi”ydi. Panelde ABD’nin Irak’ı işgalinin 4. yıldönümünde, Ortadoğu’da değişen dengeler, çatışmalar, çıkarlar, çıkmazlar ele alındı. Petrol, para ve dünya hakimiyeti ekseninde Ortadoğu konusu işlendi. Panel Kerkük, Musul, Türkiye’nin kırmızı çizgileri vb. alt başlıklardan oluşuyordu. Etkinliğe panelist olarak Haluk Gerger ve Temel Demirer katıldılar.

İlk olarak Haluk Gerger söz aldı. Ortadoğu’yu anlamak için Ortadoğu’nun tarihine bakmak gerekir diyen Gerger, bu bölgede yüzyıllardır süren çıkar çatışmalarını, emperyalistlerin Ortadoğu’yu nasıl şekillendirdiğini, bölüp parçalayarak yeni devletler kurduğunu, işbirlikçi iktidarlar yarattığını anlattı. Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki ilerici rolüne vurgu yaptı. 1. ve 2. emperyalist paylaşım savaşları sonucunda Ortadoğu’da egemenlik kurma noktasında birçok emperyalist devletin çıkarlarının çatıştığını söyledi. Türkiye’nin, Ürdün’ün kurulmasının, Irak ve Suriye’nin parçalanmasının tam da İngiliz ve ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğini belirtti. Tüm bunları emperyalizmin çıkarları doğrultusunda halklar arasında yaratılmaya çalışılan düşmanlığa bağladı. Halkların ortak mücadelesini savundu.

Ardından Temel Demirer, Ortadoğu’da yaşananları güncel sorunlara bağlayarak, her koşulda emperyalizme karşı ezilen halkların yanında yer alınması, ancak sınıfsal kimliğin ve tavrın da her zaman ön planda tutulması gerektiğini, bu olmadığı koşullarda reformizme kayılacağını söyledi. Bugün için Kürt halkının özgür iradesinin sahiplenilmesi gerektiğini söyleyen Temel Demirer, “bugün Kürt halkının özgürlüğü istemenin İmralı’yı kabullenmek” olmadığını söyledi. Direnişi yücelten ve bugüne kadar direnişçi kimliğiyle var olan Kürt halkının talepleri için Türk burjuvazisine ve iktidarına karşı mücadeleye devam etmesi gerektiğini dile getirdi. Kürt halkının talebinin bağımsızlık olması gerektiğini, “sadece anadilde eğitim için dağa çıkılmaz” diyerek somutladı. Barış Konferansı’na da atıfta bulunan Demirer, bugüne kadar her koşulda Kürt halkının yanında yer alanların orada olmadığını, ancak geçmişte Kürtlere terörist diyenlerin orada olduğunu söyleyerek eleştiride bulundu.

Soru-cevap kısmında canlı tartışmalar yaşandı. Yaklaşık iki buçuk saat süren panele 60’a yakın öğrenci katıldı.

ODTÜ Ekim Gençliği


Tecrit Karşıtı Birlik genelgenin uygulanması çağrısı yaptı!

Tecrit Karşıtı Birlik 19 Mart günü gerçekleştirdiği basın toplantısıyla Erol Zavar ve diğer hasta tutsakların yaşadıkları insanlık dışı muameleleri protesto etti ve devlete genelgenin uygulanması çağrısında bulundu.

Saat 13:00’te TMMOB Makine Mühendisleri Odası Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen basın toplantısında ilk sözü ÇHD aldı. Cezaevlerinin bugünkü koşullarını aktardı. Genelgenin birçok cezaevinde uygulanmadığını dile getirdi. Daha sonra EHP İstanbul İl Başkanı Fadik Bilgetekin ortak açıklamayı okudu.

Devletin yıllardır zindanlara yönelik uyguladığı politikalardan ve bu politikaların arka planlarından bahsedilen basın metninde; “Ancak yılların tanıklık ettiği bir gerçek bugün de apaçık ortadadır; siyasi tutsaklar tek başlarına da çoğuldular. Fiziki koşullar onları kimliklerinden ayrıştıramazdı. Öldüler, yaralandılar, sakat kaldılar, ama her haksızlığa ve sömürüye başkaldırmayı bildiler. Tutsaktılar ama teslim alınamadılar. Bu anlamda tecrit hücrelerini de yendiler” denilerek, devletin tüm saldırılarının tutsakların direniş duvarına çarptığı vurgulandı.

Ayrıca hasta tutsakların durumlarının gittikçe kötüleştiğinden ve bunun tecrit ve tretman uygulamalarının bir sonucu olduğundan bahsedilen açıklamada; “İşte Erol Zavar. Tam 13 kez ameliyat geçirmesine ve kanserli hücrelerin vücudun diğer organlarına sıçraması riskine karşın, üstelik safra kesesi alınmışken dahi ne modern infaz anlayışına ne de insan haklarına uygun düşmeyen bir tarzda hala F tipi şartlarında tutuluyor. Sincan F tipi hapishanesinde tutulan Zavar için dışarıda ilgili kurum ve kuruluşlara yüzlerce girişimde bulunulmasına rağmen durumunda bir değişiklik yapılmamıştır” denildi.

Basın metninin okunmasının ardından EHP, ÖDP ve TKP il başkanları söz alarak genelgenin uygulanıp uygulanmadığının takipçisi olacaklarını, gerekirse yeniden alanlara çıkarak mücadeleyi sürdüreceklerini belirttiler.

Kızıl Bayrak/İstanbul