9 Şubat 2007 Sayı: 2007/05(05)

  Kızıl Bayrak'tan
   Tırmanan bölgesel gerici savaş karşısında güncel devrimci görevler
  “Derin devlet” tartışmaları
neye hizmet ediyor?
  DİSK ve 2007!
  Merkez Bankası Başkanı uyardı, Türk-İş ağalarına peşreve çıkmak şart oldu!..
Birleşik Metal-İş ve “ulusal çıkarlar”
Kadınlara yönelik etkinlikler ve 8 Mart çalışmalarından...
Ücretsiz, nitelikli kreş istiyoruz!
 Hrant’ın katili sermaye devleti!
  Güçlü politik ve örgütsel bir hazırlıkla 8 Mart’ı ve baharı kazanmaya!
  Dünyadan...
  Emperyalistler Ortadoğu’dan defolsun!
  Eğitim-Sen Program Kurultayı üzerine notlar...
  Sermayenin kasasında “bilim insanlığı”
  İstanbul’da Devrim Okulu tartışmaları
  Bertold Brecht (10 Şubat 1898- 14 Ağustos 1956): Proleter sanatın çalışkan işçisi... - A Aras
  Dünyanın bütün dillerini konuşuyoruz!
  Bir cinayet ve ortaya çıkardığı gerçekler -
M. Can Yüce
  Günlük Kızıl Bayrak sitesi Ocak ayı rakamları:
  Basından...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Tırmanan bölgesel gerici savaş karşısında güncel devrimci görevler

Bölge ve ülke olarak karmaşık, belirsizliklerle dolu ve gitgide sertleşen bir çatışma ortamına doğru ilerleyen bir sürecin en kritik günlerini yaşıyoruz. En özlü ifadeyle süreç, giderek halklar arası boğazlaşmaları da tetikleyecek bir biçimde gelişen bir bölgesel savaşa doğru tırmanmaktadır. Bu tırmanışa herbir gerici bölge ülkesinin iç politikasında gericiliği tırmandırması eşlik etmektedir. Bir başka ifadeyle, Ortadoğu’nun herbir ülkesi, bu savaşın dolaysız bir parçası ve tarafı kılınmış bulunmaktadır. Ya Irak’ta olduğu gibi işgal altındadır, ya İran, Suriye, Lübnan gibi hedef tahtasındadır. Ya da savaşta, emperyalistlerin yanında “cephe gerisi”nde bir rol oynamaktadırlar. Herbiri bu barbarca saldırılardan ya pay kapma, ya da çıkarlarını koruma ve pekiştirme peşindedir. Bugün saldırılara hedef olan ülkelerdeki gerici sınıfların tek derdi ise, bir şekilde egemenliklerini sürdürmekten ibarettir.

Kısacası, bölgede olup da tarafsız kalan bir tek ülke bulmak artık mümkün değildir. Sözkonusu olan; güç dengeleri, çıkar ilişkileri gereği yalnızca bölge ülkelerinin değil, dünyadaki tüm devletlerin, demek oluyor ki tüm gerici egemen sınıfların, bir şekilde taraf olduğu bir savaştır.

Somut olarak Ortadoğu’da cereyan eden bölgesel çapta bir savaşın tırmanmakta olduğuna işaret ettiğimiz yerde, bir yanda emperyalist haydutlar ve işbirlikçileri, diğer yanda direnen halklar biçiminde beliren bir saflaşmanın gerçekleştiği bir durumda, karmaşıklık ve belirsizlik tanımlaması bir çelişki değil midir? Düz bir mantıkla bakıldığında evet, bu bir çelişki gibi görünür. Oysa, eğer sözkonusu savaş, emperyalist haydutlar ile egemenliklerini korumak dışında başka bir şeyin peşinde olmayan bölgenin gerici sınıf iktidarları arasındaki bir çatışma olmaktan çıkarılmaz, ezenlerle ezilenler, sömürülenlerle sömürenler, ezilen halklar ile emperyalistler ve işbirlikçileri arasında bir hesaplaşmaya dönüştürülememişse, böyle bir devrimci alternatif kanal açılamamışsa, bu durumda tabloda belirsizliklerin olması son derece olağandır. Galibi kim olursa olsun, bu sınırlarda cereyan eden bir savaş, yalnızca yeni belirsizliklerle sonuçlanır. Yeni gerici boğazlaşmalara fırsat, zemin ve mazeret yaratır. Tüm bunlar emperyalist bir saldırı ve işgalin, gerici egemen sınıfların egemenliği ve önderliği altındaki bir direnişle püskürülemeyeceği gerçeği ile birarada değerlendirildiğinde, ne kastettiğimiz daha iyi anlaşılır.

Tüm gericilere karşı bir bayrak açmanın yakıcı önemi

Halihazırda Ortadoğu’da boy veren çatışmalara yerli ve yabancı egemen sınıf ve klikler arasındaki çıkar ve hesapların damgasını vurması, işçi ve emekçilerin bağımsız siyasal bir güç ve taraf olarak henüz bu çatışmada sınıfsal bir ağırlık koyamaması, emperyalist işgal ve saldırılara karşı sürdürülen mücadelenin içine hapsolduğu gerici cendereden kurtulamaması, belirsizliklerin gerisindeki başlıca etkendir. Fakat bu belirsizliklere rağmen, önümüzdeki birkaç yılın siyasal gidişatını ve toplumsal atmosferini belirleyecek olan bu kritik sürecin nasıl seyredeceğini, ortaya çıkacak olası sonuçları kestirmek hiç de çok güç değildir.

Mevcut haliyle sürdüğü koşullarda sözkonusu çatışmaların her halükarda bölge halklarına ve işçilerine yıkımdan başka bir şey getirmeyeceği kesindir. Kapsamlı ve çok yönlü emperyalist saldırılar ya bölgenin işçi ve emekçi halklarının damgasını vuracağı bağımsız ve devrimci bir mücadeleyle püskürtülür ve emperyalistler bölgeden kovularak, gerici iktidarlar devrilerek, böylece toplumsal bir devrime giden yeni bir sürecin önü açılır ya da emperyalist saldırganlar eninde sonunda bir şekilde emellerine ulaşırlar. Uzun vadede ortaya çıkacak olan bu iki olasılığın dışındaki tüm olasılıklar, geçici ve iğreti kalmaya mahkumdur. Örneğin, bu süreç, emperyalistler ile miadını doldurmuş bölgenin gerici rejimleri arasında varılacak bir uzlaşma ve anlaşmayla da sonuçlanabilir pekala. Nitekim bunun en başta bölgemizde olmak üzere pek çok yerde sayısız örneği de var. Ya da bölgenin gerici devletleri emperyalistler arası çelişkilerden, ABD’nin başarısız kalmasından da yararlanıp bir süre daha egemenliklerini de sürdürebilirler. Ama bunlar, asla uzun vadede kalıcı bir çözüm olmayacaktır. Eğer emperyalist haydutlar yenilgiye uğratılacaksa, halklar arasında gerici boğazlaşmaya son verilecekse, bunun yalnızca bir tek koşulu var.

Onca bedele rağmen belirsizliklerden ve emperyalistlerin hazırladığı sondan kurtulmanın yegane yolu, emperyalist işgalcilere, onların yerli işbirlikçi ve uşaklarına, bölgenin gerici iktidarlarına karşı devrimci bir mücadele cephesi açmak, tüm gericilere karşı bir bayrak yükseltmektir.

Emperyalist haydutlara ve onların işbirlikçi uşaklarına karşı bu bayrağı Türkiye’den yükseltmenin gitgide daha da yakıcı bir ihtiyaç haline geldiği bir süreçten geçiyoruz. Zira, sermaye iktidarı, kendi sefil çıkarları için bu sert çatışmaların cereyan ettiği bölgede yeni serüvenlerin peşinde koşarken, aynı zamanda bu serüvenin önünü döşeyecek gerici bir toplumsal atmosfer yaratma, bunun siyasal koşullarını olgunlaştırma çabası ve arayışına hız vermiş bulunmaktadır. Şimdiye kadar bu yönde atılan adımlardan sonuç alınamaması, esas olarak sermaye iktidarının bu yönelime sahip olmamasından değil, fakat öncelikle en temelde ABD ile yaşanan bir takım pürüzlerin giderilememiş olmasından kaynaklanıyordu. Kürt sorunu etrafında yaşanan bu pürüzlerin giderildiği koşullarda Türkiye, eş başkanlığını yürüttüğü bu kanlı projenin hayata geçirilmesi için bizzat süngüsüyle de üstüne düşeni yapmaktan geri kalmayacaktır.

İşbirlikçi burjuvazinin son üç yıldaki çabaları ve gitgide artan ABD ziyaretleri bu pürüzleri gidermeye yöneliktir. Son dönemde iktidar ve güç odakları tarafından peşpeşe yapılan açıklama ve açılımlar, buraya varmaktadır. Bu açılımların hepsinin, şaşmaz biçimde Türkiye’nin yerel ve “ulusal” sınırlarda kalan savunma eksenli politikalarda ısrar etmekten vazgeçip, bir an önce temel güç odaklarıyla birlikte bölgesel ve emperyal bir politikaya geçiş yapmanın taşıdığı hayati önem noktasında odaklaşması dikkat çekicidir. Bu görüşü dillendiren yetkili ve etkili ağızlar gelinen yerde bunun çoktan beridir bir tercih olmaktan çıkıp bir zorunluluk haline geldiğini eklemekten de geri durmuyorlar. Bir başka anlatımla, onlar yıllardır klasik yöntemlerle üzerine gittikleri ve çözmeye muktedir olamadıkları köklü toplumsal ve tarihsel sorunların ve bu sorunlar üzerinden boy veren çatışmaların, gelinen yerde kendi boylarını aştığını da itiraf etmiş ediyorlar. Dün “Irak’taki Kürt oluşumu bir realite” diyenler, şimdi “ulusal güvenliğimiz ve ulusal çıkarlarımız için bu savaşa katılmamız kaçınılmaz” diyorlar.

Son dönemlerde yapılan bütün hazırlıklar (Güney sınırına 240 bin askerle yapılan yığınak, İran’a karşı İsrail ile alttan alta yürütülen operasyon hazırlıkları, Lübnan’da üstlenilen rol, NATO’da alınan yeni görevler, AB gündeminin bir anlamda rafa kaldırılması vb.) emperyalizm karşısında bu zorunlu boyun eğiş doğrultusunda atılan pratik adımlardır. Görünen o ki, eğer yürürlüğe girerse, sınırları ve koşulları ABD tarafından belirlenecek bir PKK operasyonuyla bu yönelişin önündeki önemli bir pürüz giderilmiş olacaktır. ABD sermaye iktidarının işini bir parça kolaylaştırmak için bu kadarını yapmaya hazırdır. Hatta Türkiye’nin Kerkük konusundaki bazı hassasiyetlerini bile gözetebilir. Zira, o, gelinen yerde tüm hesaplarını Türkiye’nin de içinde yer alacağı bir bölgesel savaş üzerinden yapmaktadır. Türkiye’nin, Irak sınırının içlerine doğru tek bir adım bile atması, sınırlı da olsa bir operasyon yapmasının koşulu, ABD’nin hizmetinde İran’a karşı harekete geçmeye hazır olmasıdır. Bir başka ifadeyle Türkiye’nin Irak vizesi, yönünü İran’a dönmesinden geçmektedir. Önümüzdeki birkaç ay içinde tüm bu hesaplar iyice netleşecektir.

Tüm bu gelişmeler, egemen sınıfların kirli hesap ve çıkarlarının üstünü örtmeye dönük olarak yürürlüğe koydukları gerici kamplaştırma girişimlerinin fazlasıyla karşılık bulduğu bu kritik süreçte, şovenizme karşı mücadelenin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Ulusal güvenlik ve çıkarlar edebiyatıyla başlayan, Kürt düşmanlığıyla biten zehirleyici şovenist bir atmosfer yaratılmadan, bu kirli hesaplar çok kolayından tutmayacaktır. Ama bir kez tuttuğu ölçüde, emekçi yığınların bu zehrin sersemletici etkisinden çok kolayından sıyrılamayacağı, başka halklara karşı kullanılacağı ve tüm hesapların bu yönde olduğu ortadadır. Hrant Dink’in cenazesinin kitlesel biçimde sahiplenilmesi de göstermektedir ki sokaklara çıkmadan, eyleme geçmeden şovenist dalganın önüne bir barikat çekilemez.

Bu son olay ve tüm bu gelişmeler, 1 Mayıs’a kadar olan süreci nasıl bir politik eksen üzerinden örgütlememiz gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Çifte sömürü ve baskı altında ezilen emekçi kadınlar, varlığı inkar edilen ve işgal ve savaşlarla yıkıma sürüklenen halklar, ağır çalışma ve yaşam koşullarına mahkum edilen işçi sınıfı ve emekçiler, özünde ve esasında aynı sorundan -sermaye iktidarına tabi olmaktan- kaynaklı farklı görünümleri olan ortak bir kaderi paylaşmaktadırlar. Mücadelelerini ortaklaştırmadan, kaderlerini de değiştiremezler.