1 Aralık 2006 Sayı: 2006/47 (47)
  Kızıl Bayrak'tan
   Dinler-medeniyetler arası çatışma değil devrimci sınıf kavgası!
  Emperyalist dünyanın efendileri ile yerli uzantıları İstanbul’da buluştu…
  Cargill Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası’nı değiştirtti...
  TEKEL’de özelleştirme adımları hızlanıyor..
Sömürü ve soyguna karşı çıkmak için örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
Süresiz iş bırakma eylemine hazırlanalım!
MHP: Değişen ya da değişmeyen ne?/2 - Yüksel Akkaya
 İsviçre’de “Direnen Halklar Kazanacak” gecesi...
  “Direnen Halklar Kazanacak” gecesinde yapılan konuşma...
  Türkiye, Ortadoğu ve devrimci önderlik sorunları - Haluk Gerger
  BDSP’nin “Direnen Halklar Kazanacak” Gecesine mesajı...
  Komünistler’den “Direnen Halklar Kazanacak” gecesine mesajlar...
  Ekim Devrimi ve Parti etkinliklerinden...
  25 Kasım kapitalizme karşı mücadele günüdür!
  25 Kasım eylemlerinden...
  Volkswagen’de grev ve işgal sürüyor!
  İşgal Irak’ı cehenneme çevirdi!
  Emperyalizmin haçlı ordusu NATO halkların başına bela olmayı sürdürüyor
  Trakya Sanayi işçilerinin grevi 19. gününde!
  Kuklalar devrilirse Mumia Abu-Jamal
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

“Direnen Halklar Kazanacak” Gecesi’nde konuşma...

Türkiye, Ortadoğu ve devrimci önderlik sorunları

Haluk Gerger

Sevgili dostlar, arkadaşlar,

Bana buraya her geldiğimde bana genellikle sorulan bir soru var. “Ülkede ve bölgede ne var ne yok?” diye soruyor bir çok kimse. Ben buna buradan, bir ölçüde Kürdistan’ı bir tarafa bırakarak, genel bir yanıt vermek istiyorum. Doğrusunu yüreklice söylemek gerekirse, Türkiye’de bugün bir ölü toprağı var. O ölü toprağının altında bunalım var, şiddet var ve çürüme var. Elbette dünyaya bilimsel gözle bakanlar, sorunları ve olayların gidişatını marksist bilimsel yöntemle ele alanlar, o ölü toprağının altında çürümenin ötesinde kıpır kıpır bir yeni hayatın, umut veren bir yeni mücadele döneminin de mayalanmakta ve filizlenmekte olduğunu görüyorlar, bu ayrı mesele. Ama kısa vadede ve ilk bakışta şiddet, çürüme ve bunalım, yazık ki bugünün Türkiyesi’nin hakim görünümü. Bugün Türkiye toplumunun önemli bir kesiminin doğal refleksi, giderek Türk-İslam Sentezi denilen gerici ideolojik düşünüş ve davranış tarzı olmaya başladı. Bu adeta içgüdüsel bir tepki halini almış durumda toplumun geniş katlarında. Onun için “memlekette ne var ne yok” sorusuna yanıt verirken, sizleri aldatmaya yönelik bir temelsiz iyimserlik ya da yanıltma taraftarı değilim. Memlekette durum bugün için ve kısa dönemli olarak, yazık ki iyi değil, bunun tespitini açıkça ve yüreklice yapmak lazım.

Düzen için dizginsiz şiddet bir zorunluluktur

Ancak şunu unutmayalım; memleketteki kötülük, yani bunalım, şiddet ve çürüme yalnız halkı değil, düzeni ve onun egemenlerini de tehdit ediyor artık. Dizginlerinden boşalan her türden şiddet gelinen yerde artık onları da zorluyor. Neden bu kadar yaygın bir şiddet var bu toplumda sorusu, artık düzenin liberal savunucularını da rahatsız ediyor, dahası bunun ucu yer yer onlara da dokunuyor.

Önümüzdeki günlerde bu şiddet dalgası artarak hepimizi kapsayacak ve daha da önemlisi, kendilerini bu şiddet dalgasından koruyabileceğini sanan düzenin liberal aymazlarını da kapsayacak biçimde genişleyecek ve derinleşecektir. O aptal liberaller, o salak demokratlar, onlar da bu şiddet dalgasından kendilerini düşeni alacaktır, olaylar bunu açıkça gösteriyor. Tabii ki öncelikle komünistlere, işçi sınıfının bilinçli devrimci üyelerine yönelecektir bu şiddet, halihazırda da onlara yöneliyor. Ama hiçbir zaman orda durmadı egemenler, bu sefer de durmayacaklardır. Bu nedenle hep şunu söylüyorum, bu aptal demokratlara, o salak liberallere; komünistlerle, devrimcilerle, işçi sınıfının bilinçli devrimci mensuplarıyla dayanışma içinde olmak, gerçekte sizin kendinizi de bu dizginsiz şiddete karşı savunabilmenizin bir yolu ve yöntemidir işin özünde.

Bir gün İslamcılar beni bir toplantıya çağırmıştı. Onlara geçmişten, “Kanlı Pazar”lardan sözettim, İslamcıların bu kokuşmuş düzenin hizmetinde hareket ederek devrimcilere ve komünistlere hunharca saldırılarını örneklerle hatırlattım. Dedim ki, siz diyorsunuz ki, “din elden giderse, insanlar dinden imandan çıkarsa başımıza taş yağar”. Oysa ben bugüne kadar başımıza taş yağdığını görmedim. Ama biz de şunu söylüyoruz; işçi sınıfı zayıflarsa, komünistler, devrimciler zayıflarsa, insanlığın başına füze yağar. Bakın Ortadoğu halklarının başına yıllardır füze yağıyor! Ve o füzeler müslüman-komünist ayrımı yapmıyor, ateist ya da dindar herkesin başına yağıyor!

Bugün de aynı durumdayız, değerli arkadaşlar. Bu düzen tam bir çürümüşlük içinde ve onun egemenleri şiddete mahkum. Biz onları şiddete başvurmamaya ikna edemeyiz. Biz onları demokratik olmaya ikna edemeyiz. Çünkü onların içinde bulunduğu nesnel koşullar da şiddeti onlara dayatıyor, bu bir tercih değil fakat zorunluluk.

Türkiye’de ekonomide yeni ve büyük bir şok dalgasının geleceğini kendileri söylüyorlar. Şimdiden kara kara düşünüyorlar, bu şok dalgasıyla nasıl başa çıkacakları üzerine. İMF’nin yeni koşullarını nasıl yerine getirebileceklerinin, emekçileri buna nasıl mecbur bırakabileceklerinin hesabını yapıyorlar. Dizginsiz şiddeti süreklileştirmek sonucuna da buradan varıyorlar. İMF ile Kopenhag Kriterleri’nin baskısı altında, şiddetten başka çıkış yolu göremiyorlar. Bu reçeteleri ve kriterleri onlara dayatanlar diyorlar ki, bizim acil reçetemizi halkınıza dayatmanız için önce toplumsal muhalefeti bastırmanız lazım, bunun için de ne gerekiyorsa onu yapmanız lazım. Dolayısıyla hem emperyalistlerin istek ve dayatmaları, hem içinde bulundukları ekonomik koşullar, hem de geleceğe ilişkin sosyal-siyasal korku ve kaygıları, onları toplumsal muhalefeti bastırmaya götürüyor ve bu çerçevede, artan oranda ve çapta şiddet uygulamalarını zorunlu kılıyor. Kürt sorununda bir türlü bileğini bükemedikleri Kürt halkına karşı şiddeti ne kadar tırmandırmak istediklerini görüyorsunuz. Başlı başına Kürt sorunu, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik istemi bile bu kokuşmuş düzen için şiddeti zorunlu, kaçınılmaz ve sürekli kılıyor. Bütün korkunçluğuyla, bütün acımasızlığıyla...

Ve nihayet bugün Ortadoğu’da BOP çerçevesinde Türkiye’ye biçilen tetikçilik rolünün kendisi de, öncelikle içeride bir büyük bastırma hareketini, bir büyük şiddet saldırısını zorunlu kılıyor. Çünkü, şunu biliyoruz; ABD’nin Ortadoğu saldırısında tetikçilik yapmaya karşı bilinçli ya da bilinçsiz, şu ya da bu nedenle Türkiye’de önemli bir toplumsal tepki var. Bu tetikçilik rolünün yerine getirilebilmesi için, önce cepheyi içerde açmak lazım ki, emperyalizme sınırlar dışında engelsizce tetikçilik yapılabilsin.

Toplumda ve düzen payına şiddeti besleyen pekçok neden saptayabiliriz. Egemenlerin kendi aralarında çelişkileri de bile buna katabiliriz, nitekim bunun şimdiden Yargıtay cinayeti türü kanlı operasyonlara vardığını görebiliyoruz. Buna başka unsurlar da ekleyebiliriz. Ama bence saymış bulunduğum üç neden yeterli ve çok önemli.

Düzen kampında iç dalaşma

Bu bunalım elbette egemenler arasındaki iç çelişkileri de körüklüyor, bu kaçınılmaz bir durum. Bunalım oldu mu, o bunalımı yaşayanlar arasında da (egemen ya da ezilenler olsun) önemli iç çelişkiler olur. Bugünkü bunalımda da bu yaşanıyor. Bunun bir dizi nedeni var.

Birincisi, Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bulunan ve memleketi topallaya topallaya bugüne kadar getirmiş olan statüko artık çatlamış durumda. Bu statükonun temelinde emperyalizmin bu düzene verdiği destek vardı. Bu düzen İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana 50 senedir emperyalizmden aldığı destekle ayakta duruyor. Bu çok açık bir gerçek, tartışmaya bile gerek yok.

İkincisi, bu düzenin ana gücü devlet ve onun yoğunlaşmış halini ifade eden silahlı bürokrasi, iktidar gücünü, burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkilerini düzenlemekten almaktaydı. Bugün bu noktada da çok önemli çelişkiler yaşanıyor. Esas olarak Kürt sorunundan kaynaklanan, Güney ve Kuzey Kürdistan’a ilişkin proje farklılıklarından kaynaklanan çelişkiler bunlar. Emperyalizmden alınan destek ve devletin silahlı bürokrasisinin burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkilerini düzenleme yeteneği, bu çelişkilerin etkisi altında çok önemli ölçüde yara almış durumda. Düzenin bu modeli çatlıyor. Bu nedenle büyük bir iktidar mücadelesi yaşanıyor. Bu iktidar mücadelesinde mevzi savaşları, taktik muharebeler de yaşanıyor. İşte Çankaya’yı ele geçirmek, seçimlerde şu oyu almak, koalisyon yapmak vb. gibi... Ama bunlar işin stratejik yönünü oluşturmuyor, bunlar yalnızca taktik muharebeler. Asıl sorun daha farklı ve daha temelli.

Bu büyük iç dalaşmanın esas olarak iki büyük kanadı var. Birisi bugünkü hükümet, sivil iktidar ve onun temsil ettiği sermaye grupları, katmanlar ve çıkar odakları. Bir de onun karşısında ordu, devlet, ulusalcılar, onların dayandığı burjuva toplumsal güçler var. Bu iki güç de halk oyundan, seçimden umudunu kesmiş durumda. Çankaya, seçim vb. üzerinden muharebeler yaşansa da, biliyorlar ki, seçimlerden elde edilecek olan iktidar alanı sınırlı. Bugün AKP ve onun dayandığı toplumsal güçlerin, seçimi tek başına da kazansalar, mecliste anayasayı değiştirecek çoğunluğa da sahip olsalar, iktidar alanları belli. YÖK’e dokunamıyorlar. Çankaya’ya eşlerini bile götüremiyorlar... Kısacası, seçimi kazanmak yetmiyor, çünkü bütüncül bir iktidar kuramıyorlar.

Demek ki, seçimi kazanmanın onlara daha fazla getirebileceği bir iktidar alanı yok. Karşı tarafın ise seçim kazanma diye bir sorunu, böyle bir umudu yok. Bu nedenle onlar açısından seçim hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü Türkiye’de bütüncül iktidar almanın yolu, Amerikan emperyalistlerinden icazet almaktan geçiyor. İşte bu en temel nokta, Türkiye’de burjuva siyasal yaşamın en temel gerçeği. Onun için aralarındaki asıl rekabet Amerika’dan kimin iktidar icazeti alacağına ilişkindir. Amerikan oyu için çarpışıyorlar, halk oyu için değil. Bunun için ödün vermeleri gerekiyor. Amerika’nın istediği belli; Ortadoğu’da tetikçilik istiyor ve iktidar icazetini bunu daha iyi, daha tam, daha uşakça yapana verecek o. İktidara oynayan Amerika’ya bu tetikçilik hizmetini vermek zorunda ve taraflar zaten bu çerçevede yarışıyorlar. Ancak karşılığında bir şey istiyorlar. Diyorlar ki, Ortadoğu’daki ganimet sofrasından biz de Kürtler’in kellesini istiyoruz. Yani onlar da mücadelelerini Kürtler üzerinden yapıyorlar. Bu hesap başarıya ulaşır-ulaşmaz, bu konuda şimdiden bir şey söylenemez; ama esas olarak Türkiye’deki iktidar mücadelesi ve egemenlerin iktidar ödünleri karşılığında, Amerika’ya tetikçilik karşılığında elde etmek istedikleri ana ödül belli. Bu kadarını biliyoruz.

İşte Türkiye’nin genel olarak manzarası bu arkadaşlar.

Ortadoğu üzerine hesaplar tutmadı

Ortadoğu’ya ilişkin de birkaç noktaya da değinmek istiyorum.

ABD’ye ilişkin olarak program kapsamında ve konuşmalarda zaten çok şey söylenmiş bulunduğu için kısa geçeceğim. Amerika Ortadoğu’yu çürüttüğüne, dolayısıyla dalından sallayınca meyvenin ağzına düşeceğine o kadar emindi ki, sadece kendi gücü ve şiddetiyle, bütün Ortadoğu’yu ele geçirip yeniden dizayn edebileceğine inandı. Ki bu inanç zaten onların şiddete ve teknolojiye tapınan geleneklerinde var. Ama sonuçta Irak direnişiyle, sadece kendi şiddet ve güçlerine dayanarak bunu yapamayacaklarını çok geçmeden gördüler.

Bunun üzerine yeni bir çıkış yolu olarak, BOP’u ısıtıp devreye soktular. BOP, şiddetin yanısıra iki şeyi daha öngörüyordu.

Birincisi, kautskiyen bir emperyalist işbirliğini. Dediler ki, tamam Avrupa da gelsin, BM de gelsin, NATO da gelsin, bize yardım etsinler, biz yalnız yapamıyoruz, güçlerimizi birleştirerek yapalım, Ortaodoğu’da çıkarlarımızı uyumlulaştıralım ve dolayısıyla müdahalemizi ortaklaştıralım. İşin bir tarafı, kautskiyen türden işbirliği yanı buydu.

İkinci tarafı, sadece şiddet yetmiyor, değerler hegemonyasını ve kültürü de kullanalım, yani bir tür gramşiyen bir değerler hegemonyasını da tesis etmeye çalışalım; şiddet saldırısının yanına ideolojik saldırıyı da ekleyelim dediler...

Ama sonuçta BOP da bu topraklarda tutmadı. Bu kadim topraklarda, bu büyük uygarlıklar toprağında bu sinsi emperyalist hesap da tutmadı. Halkların direnişi bunu da kısa zamanda boşa çıkardı.

Şimdi yeniden başa, tek başına çıplak kaba kuvvete, dizginsiz emperyalist şiddete döndüler. Ama bir değişiklikle; madem tek başına kendi askeri gücümüz yetmiyor, tetikçileri de kullanalım dediler. Siyonist devletin tetikçiliğiyle başladılar, sırada Türk militarizminin tetikçiliği bekliyor. Ortadoğu’da işlerin bugünkü gidişinin özü özeti bu.

Ortadoğu halklarının direnme ve direnişçi çizgiye destek verme geleneği

Ama sergilenen tüm şiddete rağmen Ortadoğu halkları direniyor. Bir nokta çok önemli arkadaşlar, bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Ortadoğu halklarının direnişinin halihazırdaki ideolojik kalıp ya da kılıflarına bakmayın, bu sizi yanılgıya düşürebilir.

Ortadoğu emperyalizme karşı 50-60-70 yıldır, ta Birinci Dünya Savaşı’ında başlayarak direniyor. Ve direniş her seferinde kimin direndiğine bağlı olarak belli ideolojik kılıflara bürünüyor. Direniş ilk başta bizim CHP çizgisinde değerlendirebileceğimiz toplumsal-siyasal güçlerin örgütlerin önderliğinde yapıldı. Haklar bu çizgide bir yere gidilemeyeceğini kısa zamanda anladılar. Ulusal kurtuluş mücadeleleri yürüten Arap halkları sonuçta baktılar ki, büyük burjuvaziye ve toprak ağalarına dayanan güçler emperyalistlerle uzlaşmayı seçiyorlar, onlardan desteklerini çektiler. Baktılar kim direniyor? Komünistler direniyor. Nitekim 1950’li yıllarda komünist partilerine muazzam bir kitlesel destek verdiler. Aynı dönemde baktılar Nasırcı ya da Baasçı “Ulusalcı Sol” direniyor, tutup ona büyük destek verdiler. Baktılar ki bu burjuva milliyetçilerinin ufku dar ve onlar da çürüyorlar, emperyalizmle uzlaşıyorlar, onlardan da desteklerini çektiler. Yine içtenlikle destek verdikleri dönemin komünist partilerinin de ulusal solun peşinden gittiğini, onun yedeği haline geldiğini, bağımsızlığını ve tutarlılığını koruyamadığını gördüler, desteklerini onlardan da çektiler. Çok sonra, daha çok da 80’li yıllardan sonra ve esas olarak da yakın zamanda, baktılar kim direniyor? İslamcılar direniyor, desteklerini bu kez islamcılara verdiler ve halen de onlara veriyorlar. Zira halihazırda direnişin başını büyük ölçüde onlar çekiyor.

Bunun en güzel örneği Filistin. Filistinliler Arap dünyasında ulusalcı solun son temsilcisi Arafat’ı desteklediler. Arafat siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşma yoluna gidince, baktılar kim uzlaşmıyor, Hizbullah ve Hamas uzlaşmıyor, islamcılar uzlaşmıyor, bu nedenle şimdi onları destekliyorlar, iyi de yapıyorlar! Zira böylece bir kez daha direnişten yana tutum almış oluyorlar. Şu ya da bu ideolojiye ya da partiye oy vermiyorlar, direnişe oy veriyorlar, bu en temel nokta.

Ortadoğu’da kırılamayan bir büyük direniş iradesi var. O iradeyi saygı duymak gerekir. Şu veya bu akım geçici, fakat Ortadoğu halklarının direniş iradesi kalıcı ve sürekli, önemli olan bu. Tutarsızlıkları ve başarısızlıkları açığa çıktıkça, ki bu kaçınılmazdır, direnen Ortadoğu halkları bugünün İslamcılarından da desteklerini çekeceklerdir, bundan da kuşku duyulmamalıdır.

Direnişi her alanda örgütlemek!

Direniş konusunda altını çizmek istediğim temel önemde bir nokta var. Toplumsal güçleri, emekçileri, işçi sınıfını bizi desteklemeye yöneltmek için teorik ikna yetmiyor. Haklı olmak, bilimsel bir ideolojiye sahip olmak yetmiyor. Bir ideolojik müdahale ve ikna süreci elbette gerekli, fakat tek başına yeterli değil. Hatta dar pratik de yetmiyor. Bugün Araplar intihar saldırılarını, ölüme giden gerillaları destekiyorlar, ama desteğin asıl kaynağı o değil. Kısacası, teorik ikna yetmediği gibi, dar pratik, direniş pratiği de yetmiyor. Direnişin çok boyutlu olarak örgütlenmesi gerekiyor, aslolan bu.

FKÖ Araplar’ın ve Filistin halkının muazzam desteğini aldığı zaman direnişi örgütlemişti, desteğini buna borçluydu. Okulları vardı, sosyal kurumları vardı, fabrikaları ve işyerleri vardı. 1970 yıllarının ortalarında çoğunu bizzat gezdim gördüm bunların. “Topraksız bir devlet” adı altında, gözlemlediklerimizi bir dizi haline de getirmiştik. FKÖ’nün hükmedebildiği özgür bir toprağı yoktu henüz ama bir devlet gibi örgütlenmişti, yani direnişi örgütlemişti. Bugün Hizbullah’a bakın, Lübnan’da onun da fabrikaları var, işlikleri var, okulları var, tarlaları var, işyerleri var, hatta bankası bile var. O da direnişi ifade uygunsa salt dar siyasal açıdan değil fakat geniş anlamda, yani toplumsal açıdan örgütlemiş. Aynı şeyi Gazze’de Hamas’ın başardığını ve bu sayede büyük destek aldığını biliyoruz.

Buradan komünistlerin ders çıkarması gerekiyor. Ne sadece teori, ne de dar pratikle yetinmeme, direnişin öncüsü olabilmek için direnişi ve başkaldırıyı hayatın her alanında ve boyutunda örgütleyebilme becerisini gösterebilme dersidir bu.

Bizim buradan almamız gereken temel ders budur ve ben buna çok büyük bir önem veriyorum.

İşçi sınıfının ve komünistlerin devrimci önderliği tam ve kalıcı başarı için zorunlu koşuldur

Komünistlerin ve işçi sınıfının üzerinde duruyor olmam elbette ideolojik bağnazlıktan kaynaklanmıyor. Partizanlıktan da kaynaklanmıyor. Bunun objektif nedenleri var arkadaşlar. Anti-emperyalizmin başarılı ve kalıcı olabilmesi için, mutlaka anti-kapitalist olması, bu temele oturması lazım. Anti-kapitalist olabilmesi için de, mutlaka işçi sınıfına dayanması ve komünistlerin önderliğinde olması lazım. Meselenin özü ve esası basitçe budur. Bu bakış, marksist devrimci olmanın temel önemde bir kriteridir ve olaylar bunun hayati önemini bize her zamankinden daha açık bir biçimde gösteriyor.

Ortadoğu’nun, Afrika’nın tarihi, mazlum halkların tarihi bize bunu gösteriyor. Anti-emperyalizm islamcılara ya da milliyetçilere bırakılamayacak kadar önemlidir. Onlar anti-emperyalist olamazlar mı? Olabilirler. Nitekim bugün emperyalizme karşı mücadele de ediyorlar. Ama bu mücadelenin sonu yok. Bu mücadele halkları emperyalizmin köleliğinden, genel olarak baskıdan ve sömürüden kurtaracak, özgürlüğe ve sosyal kurtuluşa götürebilecek bir mücadele değil.

Bunun birkaç nedeni var.

En başta, özellikle bugün bölgesel bir anti-emperyalist mücadele sözkonusu olduğuna göre, halkların birliğinin ve kardeşliğinin sağlanması lazım. Oysa islamcıların ve milliyetçilerin bunu sağlama imkanları olmadığı gibi, tam tersine, bölücü oldukları için mücadeleyi zaafa da uğratmaktadırlar. Sadece toplumsal hareketler olarak mücadele ettikleri süreçlerde değil, iktidarda oldukları zaman da zaafa yol açıyorlar. Demokrasiye ve özgürlüğü düşman oldukları için halk güçlerini bölüyorlar, emeği bölüyorlar, böylece anti-emperyalist mücadelenin temelini oyuyorlar. Sonuçta hareketleri ve ülkeleri emperyalizme kolay yem haline getiriyorlar. Bunu Nasırcı ve Baasçı rejimler şahsında bütün açıklığı ile gördük, Mısır şahsında olduğu kadar Irak şahsında da. Birinci neden bu. Yani milliyetçilik ve islamcı milliyetçilik doğası gereği halkların birliğini ve kardeşliğini sabote ediyor, böylece direnişini bölüyor ve zayıflatıyor. Emperyalizm karşısında toplumları kolay yutulur lokma haline getiriyor.

Ayrıca unutmamak lazım; işçi sınıfının devrimci önderliğine dayanmayan yapılar kurulu düzeni aşamıyorlar, sistemin dışına çıkamıyorlar, sonuçta emperyalizmle uzlaşmayı seçiyorlar. Bu tür toplumlarda emperyalizmle uzlaşmak teslimiyet demektir. Dolayısıyla bu tür hareketlerin sınıfsal dinamiklerinin bağrında, emperyalizmle uzlaşma ve dolayısıyla ona teslimiyet yatıyor. Bu nedenle uzun vadede kalıcı ve başarılı bir anti-emperyalist mücadele veremezler.

Son olarak şunu söyleyebilirim. Başardıklarını, emperyalizmi siyasal açıdan yendiklerini varsayalım, yine esasa ilişkin bir şey değişmeyecektir. Çünkü onların kuracağı yapı, sonuçta sınıflar ve egemenlik ilişkileri bakımından emperyalizme bağımlılığı yeniden üreten bütün dinamikleri taşıyor olacaktır. Ve sonuçta bu başarının sonu, emperyalizmle uzlaşmanın ve giderek ona yeniden bağlanmanın ta kendisi olacaktır.

Onun içindir ki, işçi sınıfının devrimci öncülüğü ve komünist partisinin önderliğinde olmadığı sürece, siyasal açıdan geçici olarak başarıya ulaşsa dahi kalıcı bir anti-emperyalizmden söz etmek mümkün değil. Onun içindir ki dünya, dünyanın mazlum halkları, işçi sınıfına ve komünistlere bu anlamda muhtaçtır. Halkların gerçek ve kalıcı manada siyasal ve sosyal kurtuluşu için işçi sınıfına ve komünistlere dayanan bir devrimci önderlik bir zorunluluktur

Devrimci teorik yenilenme ve başarının üç temel koşulu

Değerli arkadaşlar,

Şöyle bir eleştiri geliyor genellikle. Deniliyor ki, üç aşağı beş yukarı hepimiz aynı teşhiste bulunuyor, aynı tespitleri yapıyor, aynı talepler etrafında bütünleşiyoruz. Sen işin bu tarafını boş ver de, ne yapacağız onu söyle.

Arkadaşlar, ne yapacağımızın sihirli reçetesini ben bilmiyorum, ama bunun yöntemini biliyorum. Yöntem şu: Ne yapacağımızı birlikte mücadele içinde tespit edeceğiz. Devrimci pratikten devrimci teorik yenilenme çıkaracağız. Başka çaresi yok. İşbirliği yapacağız. Hayatta mücadele ederek, iş yaparak, o işten neler yapabileceğimizin tespitini çıkaracağız. Yoksa öyle oturup masa başında tespit yapmayla olmaz, bununla bir yere gidemeyiz. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz, bu açık, bunu hepimiz biliyoruz. Ama devrimci pratik olmadan da devrimci teorik yenilenme olmaz, bunu da bilmek zorundayız, buna da aynı önemi vermek zorundayız. Günümüzün temel gerçeği budur. Buradan ilerleyerek gidecek bir yol, bir çıkış bulabiliriz.

Bakınız, bu topraklarda her türlü teorik ve pratik yöntem üzerinde örgütlenmeler varoldu. Ta 1970’li yıllarda Hindistan’ın Çaru Mazumdarları’na kadar, her türlü örgütlenme vardı. Kırdan şehire, şehirden kıra, hepsi Türkiye coğrafyasında, Kürdistan da dahil, denendi. Bu kaçınılmaz bir şeydi. Bu kadar parçalanmışlık içinde, uyan uymayan bütün teorik yaklaşımların buraya ithal edilmesi kaçınılmazdı. Çünkü işçi sınıfının damgası yoktu. Çünkü farklı sosyal formasyonların varlığından beslenen sınıf dışı unsurlar etkindi. Öyle olunca da sonuç bu oldu.

Doğru yolun üç tane koşulu var.

İşçi sınıfına giden, uzun, zahmetli, sabır ve özveri gerektiren yolu seçmek, burada birinci koşuldur. Bu vesileyle, 12 Kasım’da yapılan ve benim programım nedeniyle katılamadığım İstanbul İşçi Kurultayı’nı hazırlayanlara ve gerçekleştirenlere buradan selamlarımı gönderiyorum.

İkincisi, burjuvazinin bize dar ettiği açık alanları doldurmaya yönelik özgüvene, esnekliğe, perspektife ve beceriye sahip olmak doğru ve zorunlu bir yoldur. Günümüzde leninist ideolojik müdahalenin temel aracı, bize dar edilen, bize yasak edilen bütün açık alanları doldurmaya yönelik bir stratejik yönelişi uygulamaktır. İkinci temel önemde koşul bence bu.

Üçüncüsü, her yerde her zaman söylediğimizi başarmalıyız: İşbirliği, güç birliği, dayanışma, ortak iş, ortak iş, ortak iş! Başka çaremiz yok; buna mecburuz ve bunu başarmak durumundayız.

Hepinize teşekkürler...

18 Kasım 2006