13 Ekim 2006 Sayı: 2006/40 (40)
  Kızıl Bayrak'tan
   Sermaye düzeni tüm kurum ve kesimleriyle emperyalizmin hizmetinde
  Askeri darbe tartışmaları ve sınıfsal tutum
  Sivilleşme iddiaları ve ordu-polis çatışması üzerine
  AKP hükümeti ve ordu
  ABD Türkiye'yi ikinci bir İsrail yapmak istiyor
Ekonomideki yıkım tablosu ve sermayenin “yabancılaşma” korkusu
Gençliğin baskı ve soruşturma karşıtı
eylemlerinden
Eski bir talebenin hatıra defteri veya notlarına dair/ Yüksel Akkaya
 İstanbul İşçi Kurultayı'na doğru...
Daha fazla çaba, daha fazla inisiyatif, daha fazla enerji, başarıya daha etkin bir kilitlenme! / Orta sayfa
  Kurultay çalışmalarından
  Eylem ve etkinliklerden
  Tuzla Deri-İş Genel Başkan Yardımcısı
Musa Servi ile sınıf hareketinin sorunları
üzerine konuştuk
  Düzen medyasındaki avanaklar halkı “avanak” yerine koymaya çalışıyor.
  Devlet terörüne karşı omuz omuza!
  Ekim Gençliği’nden
  Türk-İş Genel Mali Sekreteri ve Demiryollş
Sendikası Genel Başkanı Ergün Atalay'dan Kızıl Bayrak'a yanıt
  Rice'ın gezisi ve Ortadoğu'da kirli oyunlar
  Morales yönetimi maden işçilerinin
katledilmesini önleyemed
i
  Dünyadan
  “Yeni bir dünya, yeni bir kültür için enternasyonal gençlik buluşması''
başarıyla gerçekleştirildi!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Askeri darbe tartışmaları ve sınıfsal tutum

Generaller, cumhurbaşkanı ve ordu şefinin peşpeşe gelen ìsıra dışı medyatik konuşmaları, “askeri darbe hazırlığı mı var?” tartışmalarının yapılmasına vesile oldu. Konuşanlar, son 40 yıla üçü “modern”, biri “postmodern” toplam dört darbe sığdırmış bir ordunun başındaki generaller olunca, bu tür tartışmaların yapılması kaçınılmaz oluyor.

Militarist kurum ile etrafındaki güçlerin çıkışı, egemenler arası çatışmanın “askeri müdahale” gerektirecek noktaya vardığını ortaya koydu. Bu müdahalenin “askeri darbe” boyutuna ulaşıp ulaşmaması ise çatışan tarafların esneme yetenekleri ve emperyalistlerle olan ilişkileri tarafından belirlenecektir. Bilindiği üzere kapitalist düzeni tehdit eden toplumsal bir hareket olmadığı sürece, egemenlerle efendileri “askeri darbe”yi kolay tercih etmezler.

Burjuvazinin farklı kesimleri arasında cereyan eden bu çatışmanın temeldeki nedeni, işçi sınıfının ürettiği toplam artı-değerin yağmasından alınan payı muhafaza etmek veya arttırmaktır. Zira iktidardaki etkinlik oranı, yağmadan alınan paya da dolaysız şekilde yansır. Başka bir ifadeyle, iktidarda hangi kesimin ağırlığı varsa, yağmadan en büyük payı o alır. Ya da tersi. İktidardaki etkinliği azalan kesim veya kesimlerin artı-değer yağmasından aldıkları pay azalır. Burjuvazinin farklı kesimleri tarafından el konulan artı-değerlerin sürüme girdiği dev bir kumarhaneden başka bir şey olmayan borsadaki spekülatif yağmadan alınan parsayı büyütmek de sözkonusu paylaşım kavgasına dahildir.

Egemenler arası çatışma üzerinden gündeme gelen darbe tartışmalarının altında yatan nedenler, özellikle 12 Mart 1970 ve 12 Eylül 1980 yıllarında gerçekleşen faşist darbeleri tetikleyen nedenlerden farklıdır. Her iki darbede de toplumsal muhalefetin azgın devlet terörüyle ezilmesi öncelikli hedefti. Yani her iki durumda da toplumsal muhalefet ve işçi hareketi, burjuvaziyi ve düzenin bekçilerini ciddi şekilde rahatsız ediyordu. CIA'nın destekleyip yol gösterdiği bu darbelerin elbette ABD emperyalizminin bölge politikalarıyla da dolaysız bağları vardı.

Bir diğer önemli nokta ise, toplumsal muhalefetin askeri zorla bastırılması ve Washington'daki efendilerin onayı sözkonusu olduğunda, burjuvazinin tüm kesimlerinin askeri darbelere tam destek vermesidir. Sermaye sahipleri, artı-değer yağmasından yoksun kalma riski belirdiğinde, ya da belli bir toplumsal süreci kendileri böyle algıladığında, yağmadan alınan paylar uğruna süren çatışma anında ikinci plana düşer. Demek oluyor ki, iki faşist darbenin desteklenmesi noktasında farklı burjuva kesimlerin mutabakat içinde olmaları kaçınılmazdı.

Bu çerçevede güncel plandaki darbe tartışmalarına baktığımızda, özellikle hükümet kanadında temsil edilen sermaye kesimleriyle medyadaki uzantıları, darbe olmayacağı konusunda belli bir rahatlık içinde görünüyorlar. Verili durumda rejimi tehdit eden toplumsal bir hareketin olmaması, bir takım kalemşorların meseleyi açık bir şekilde tartışmalarına da neden oluyor. Bunlar, “bu şartlarda darbe olmaz” saptamasını yaparken, iki temel noktaya işaret ediyorlar. İlki, başbakan Tayyip'in de Washington'da dile getirdiği, “darbe olmaz çünkü piyasalar bunu istemiyor” şeklindeki tespit. Buna göre, Türkiye'deki gerici rejimin egemeni olan sermaye kesimleri, farklı nedenlerden dolayı, halihazırda askeri bir darbeye ihtiyaç duymuyor. İkincisi ise emperyalistlerin, yani savaş kundakçıları ve şefleri George Bush'un bu şartlarda askeri darbeye destek vermeyecekleri şeklinde ifade ediliyor.

İlk tespitin temel dayanağını; AB'ye katılım konusunda ısrarlı olan tekelci burjuvazinin bu hedefe ulaşmayı sekteye uğratacak bir darbeyi istememesi; devam eden çatışmanın ise “askeri müdahale” ile belli bir çözüme bağlanmasını ve yeni bir raunda kadar piyasaları etkilemeyecek şekilde kontrol altında tutulmasını tercih etmesi oluşturuyor.

İkinci tespit için de güçlü dayanaklar var. İlki tartışmanın gündeme geldiği günlerde gerçekleşen Tayyip Erdoğan'ın ABD ziyareti ve bu ziyaretten yansıyanlar. Washington'dan yansıyan “fotoğraf kareleri”, Beyaz Saray'daki efendilerin de bu koşullarda askeri darbeye gerek görmediklerinin kanıtı sayıldı. Bu güçlü kanıt, NATO'nun ikinci büyük ordusu olan TSK'nın, ancak CIA-Pentagon onayı ile askeri darbe yapabileceğinin, düzen savunucuları tarafından da pervasızca itirafıdır aynı zamanda.

İkincisi, haydutbaşı Bush'un, Tayyip Erdoğan'ı “bir dost ve barış adamı” olarak nitelemesi (Bush, bu nitelemeyi daha önce de Beyrut kasabı Şaron için yapmıştı!) ve “Türkiye'nin AB yolunda elde ettiği ekonomik reformlar”dan ötürü övmesidir. Bush'un tutumu, AKP hükümetinin savaş kundakçıları tarafından henüz gözden çıkarılmadığının göstergesi sayıldı. Bu arada Bush'un bu sözleri, generallerin, Tayyip'i açıktan hedef almalarından sonra sarfetmesi de dikkat çekici bulundu. Tabii ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson'un, “anti-irtica kampanyası”na ilişkin olarak, “kakafoni” değerlendirmesini yapması da, “ABD darbe istemiyor” saptamasını güçlendiriyor.

Egemenler arası çatışmanın sermaye ve emperyalistlerle dolaysız bağı bu fütursuzlukla tartışılırken, hükümet “dinci milliyetçilik”, ordu ve “sivil” yedekleri ise “laik milliyetçilik” demagojisiyle toplumun karşısına çıkabiliyor. Vahim olan o ki, her iki taraf da belli ölçüde toplumsal destek bulabilmektedir.

Bu gerici çatışmada sermaye, “beyaz-yeşil”, siyasi temsilcileri ise “dinci-laik” görünümünde sunuluyor. Burada dikkat çekici olan ve işçi sınıfı ile tüm emekçiler tarafından kavranması hayati önem taşıyan husus; her iki tarafın da şoven, Amerikancı ve işçi-emekçi düşmanı olmasıdır. Her iki tarafın İMF reçetelerini savunması, emperyalist/siyonist saldırganlığa destek vermesi, Kürt halkına düşmanlıkta birbiriyle yarışması, ilerici-devrimci hareketi ve toplumsal muhalefeti sindirmek için TMY için ortak çalışması bu gerçeğin güncel göstergeleridir.

İşçi ve emekçileri yok sayan bu çatışmanın bu kadar pervasız yürütülmesinin temel nedeni toplumsal muhalefetin zayıf, işçi sınıfının “sınıfa karşı sınıf” bilinci ve duruşundan yoksun olmasıdır. Oysa yağmacılar arası çatışmaların bedeli kural olarak emekçilere ödetilir.

İşçi sınıfının bu çatışma karşısında doğru yerde durabilmesi, ancak, sermayenin “beyaz” veya “yeşil” değil, fakat dünyaya gelirken tüm gözeneklerinden sızan kan ve irin renginde olduğunun hiçbir koşulda unutmamasıyla mümkündür. Bu duruşu asıl anlamlı kılacak olan ise işçi sınıfı ile emekçi müttefiklerinin, bir bütün olarak sermayeye ve dış dayanağı olan emperyalistlere karşı sınıfsız, sömürüsüz sosyalist bir dünya mücadelesini yükseltmesidir.