13 Ekim 2006 Sayı: 2006/40 (40)
  Kızıl Bayrak'tan
   Sermaye düzeni tüm kurum ve kesimleriyle emperyalizmin hizmetinde
  Askeri darbe tartışmaları ve sınıfsal tutum
  Sivilleşme iddiaları ve ordu-polis çatışması üzerine
  AKP hükümeti ve ordu
  ABD Türkiye'yi ikinci bir İsrail yapmak istiyor
Ekonomideki yıkım tablosu ve sermayenin “yabancılaşma” korkusu
Gençliğin baskı ve soruşturma karşıtı
eylemlerinden
Eski bir talebenin hatıra defteri veya notlarına dair/ Yüksel Akkaya
 İstanbul İşçi Kurultayı'na doğru...
Daha fazla çaba, daha fazla inisiyatif, daha fazla enerji, başarıya daha etkin bir kilitlenme! / Orta sayfa
  Kurultay çalışmalarından
  Eylem ve etkinliklerden
  Tuzla Deri-İş Genel Başkan Yardımcısı
Musa Servi ile sınıf hareketinin sorunları
üzerine konuştuk
  Düzen medyasındaki avanaklar halkı “avanak” yerine koymaya çalışıyor.
  Devlet terörüne karşı omuz omuza!
  Ekim Gençliği’nden
  Türk-İş Genel Mali Sekreteri ve Demiryollş
Sendikası Genel Başkanı Ergün Atalay'dan Kızıl Bayrak'a yanıt
  Rice'ın gezisi ve Ortadoğu'da kirli oyunlar
  Morales yönetimi maden işçilerinin
katledilmesini önleyemed
i
  Dünyadan
  “Yeni bir dünya, yeni bir kültür için enternasyonal gençlik buluşması''
başarıyla gerçekleştirildi!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Sermaye düzeni tüm kurum ve kesimleriyle emperyalizmin hizmetinde

Son haftalarda bir kez daha alevlendirilen hükümet-ordu anlaşmazlığı, nihayet ABD tarafından çözüme kavuşturulmuş bulunuyor. Hükümetin başı, aylarca beklediği “huzura kabul”ün en sonunda kabul edilmiş olmasının verdiği güç ve cesaretle, ordunun tepesindekiler tarafından yöneltilen suçlamaları son derece rahat bir biçimde yanıtlamıştı zaten. Huzura kabulün, “kullanılmaya devam” anlamına geldiğini biliyordu çünkü. Ve ayrıca bunun gereklerini yerine getirmeye, yani “kullanılmaya” da dünden hazırdı.

Erdoğan'ın generallere cevap vermesi de gerekmiyordu bir bakıma. Gereken cevap, hiç gecikmeden bizzat efendiden gelmişti. Amerika'nın Ankara Büyükelçisi Ross Wilson; “Türkiye'de irtica tehlikesi yok. İrtica tartışmaları kakofoniden başka bir şey değil...” derken, sadece gerçeğin bir parçasını ifade etmiş olmuyor, aynı zamanda orduya da “operasyona ara verme” mesajı göndermiş oluyordu. ABD şimdilik Erdoğan'ı “deliğe süpürmeyi” düşünmüyor, bir süre daha kullanmayı tercih ediyordu, dolayısıyla Türkiye'de de bu yönlü bir tutum izlenmeliydi. ABD elbette Wilson'un bu mesajı ile yetinecek değildi. Gereken direktifleri doğrudan, Pentagon ve Beyaz Saray'dan iletmek üzere, Genelkurmay Başkanı da huzura çağrıldı. Büyükanıt'ın huzura avdetinin Erdoğan'ın kabulünden sonraya ayarlanması da belki, hükümet konusundaki bu tercihle ilgiliydi.

Ancak konu, ABD'nin bu çekişmede taraflardan birini tutması değildir. Nitekim, irtica açıklamaları arasında Büyükanıt'a ilişkin bir soruya, “Amerikancıdır” yanıtının verilmesi, ABD'nin Türk ordusu cephesinden herhangi bir kaygı duymadığını, bu ordunun yönetimine her koşulda güvendiğini gösteriyor. Zaten, Erdoğan'ın “kullanılması” aslında Türk ordusunun kullanılmasıyla nerdeyse aynı anlama geldiğine ve ordu kurmaylarının ABD'nin piyonluğunu yapma konusunda hiçbir ikircik ya da tereddüt taşımadıkları bilindiğine göre, sağlama bağlanması gereken meclis ve hükümet cephesidir ki, o da en sonunda çözümlenmiş görünmektedir.

Nitekim Erdoğan'ın ABD ve İngiltere'den dönüşünün hemen ertesinde, ilk birlikler Lübnan yoluna seferber edilmiştir. Bunun arkası gelecek, Türk askeri sadece Lübnan'a değil, ABD nerede ihtiyaç duyarsa oraya sevkedilecektir. Türk ordusu ile ABD arasında, Erdoğan üzerinden gerçekleştirilen kirli pazarlığın en net görünen sonucu şimdilik budur. Pazarlıklar her zamanki gibi kapalı kapılar ardında sürdüğünden, daha başka nelerimizi pazarladılar, bilemiyoruz. Ancak çok geçmeden bunlar da açığa çıkacaktır. Uşakların efendiye verdiği sözlerin ceremesi hep bizlere, işçi sınıfı ve emekçilere çektirildiğine göre, uzun zaman gizli kalması kolay değildir.

Hükümetin sıkıştığı/sıkıştırıldığı tek konu irtica saldırısı değil elbette. İçerde bu konu daha fazla reklam edildi ama, generallerin konuşmalarında öne çıkan bir başka konu da AB ve dayatmalarıydı. Özellikle de “düşünce özgürlüğü” ve bağlantılı olarak 301. madde konusunu dile getiren AB yetkililerine açık bir tepki dillendiriliyordu bu konuşmalarda. Generallerin ardından, AB dayatmalarına Erdoğan'ın da aynı ağızla yanıt vermesi, ABD ile varılan anlaşmaların bu söylemlere ne kadar yansıdığı sorusunu da akla getiriyor doğrusu. Gerçi AB'yi ilgilendiren düşünce özgürlüğünün ihlali değil. Asıl olarak 301'den yargı karşısına çıkarılan birkaç aydının dile getirdiği aynı konuyla -Ermeni meselesi ile- ilgileniyor onlar. Bu konu ise, bilindiği gibi, Türk devletinin birkaç “kırmızı çizgi”sinden birini oluşturuyor. Ki diğerleri çiğnene çiğnene paspasa döndüğü için, geri kalan tek kırmızı çizgi oluyor bu bir yerde. Diğer çizgilerin efendileri ABD tarafından çiğnenmesine ses çıkarmamış olabilirler, ancak efendilik yapmaya bile nazlanan Avrupalı emperyalistlere “Ermeni meselesi”ni çiğnetmeye niyetli görünmüyorlar. Bu derece celallenmeleri bundan kaynaklanıyor.

Fakat Avrupalı emperyalistler de kolay pes edecek gibi görünmüyor. AB üzerinden değilse bile, örneğin AB'nin temel bileşenlerinden Fransa üzerinden Ermeni soykırımını inkar edene hapis cezası öngören yasa tasarısını görüşmeye hazırlanmak gibi; Hollanda üzerinden seçimlere katılacak Türk kökenli adaylara Ermeni soykırımını kabul etmelerini dayatmak gibi; Almanya üzerinden Kıbrıs'ta limanların açılmasını dayatmak gibi gelişmeler, sadece hükümet üzerinde bile değil, düzen cephesinde genel bir sıkıntı alanı oluşturmaya devam ediyor.

Oysa bir başka kırmızı hat Kıbrıs'tı ve son dönemde AB sözcüleri sadece 301'den, Ermeni sorunundan değil, Kıbrıs'ta limanların açılmasından da döne döne söz etmelerine rağmen, hiddetli açıklamalarda nedense Kıbrıs konusu unutuldu. Ya diğer konular gibi hükümete karşı kullanılabilecek bir malzeme olarak görülmedi, ya da Kıbrıs çoktan unutuldu. Baştan beri itidalli konuşmaya dikkat eden Talat bile “AB üyeliğine meze yapılıyoruz” diyebildiğine göre, aslında sözkonusu olan unutmak değil, çizginin rengi iyice solduğu için fark edememek olmalı.

Düzen sözcüleri tarafından “olağandışı” gibi gösterilmeye çalışılan bu gelişmeler, aslında, sermaye düzeni açısından son derece sıradanlaşmış şeyler. Ne hükümetlerin Beyaz Saray'dan icazet alması, ne Türk askerine ABD ordularının piyonluğunu yaptırma uğraşıları bir yenilik arzediyor. Bu ülkenin işçi ve emekçileri, ilerici ve demokrat aydınları on yıllardır izliyor bu ibretlik uşaklığı. Sadece izlemekle yetinmiyor elbette. Egemen sınıfların ve devletin emperyalizmle geliştirdiği bu kölelik bağlarını koparabilmek için uğraşı veriyor. Bu uğraşının kitlesellik ve politizasyon açısından her yükselişinde ise, ABD güdümlü darbelerle önünün kesildiği biliniyor.

Ordu şimdilerde iki dönemdir darbe yapmamış olmanın asabiyetini kusmaya başladı. Daha doğrusu, “darbe yapmamış olmamız karakterimizin değiştiğini göstermiyor, herkes ayağını denk alsın, güç hala bizdedir” demeye getiriyorlar. Bunu tam da Türk askerini emperyalist ordulara yem yapmaya hazırlandıkları bir sırada yapıyorlar ki, itirazları azaltabilsinler.

Deniz kuvvetleri yola çıkarıldı. Peyderpey kara kuvvetleri de gönderilecek. İşçi sınıfı ve emekçiler, çocuklarının emperyalizmin savaşlarında telef olmaması için; emperyalizmin işgal ve imha saldırıları altında inleyen komşu halklarla dayanışmak için; sınırsız söz, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü için; emperyalist/kapitalist baskı ve sömürüye son vermek için devrimci mücadeleyi yükseltmek zorundadır.

Unutulmamalıdır ki, özgürlük, emperyalist dayatmalarla değil, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dişe diş mücadeleleriyle kazanılabilir.