Suudi Arabistan kralının Türkiye ziyareti...
Amerikancı rejimler efendilerinin direktifiyle işbirliğini pekiştiriyor
40 yıl aradan sonra ilk kez bir Suudi Arabistan Kralı Ankara'ya resmi ziyaret gerçekleştirdi. Birkaç kez ertelenen ziyaretin zamanlaması, içeriği hakkında da fikir veriyor. İsrail savaş makinesinin Filistin-Lübnan halkları üzerine Amerikan bombaları yağdırdığı günlerde gerçekleşen ziyaret süresince şatafat ve savurganlıkta sınır tanınmadı.
Gerici rejimler ABD-İsrail destekçiliğinde birleşiyor
Türk burjuvazisi ve onun devletinin alamet-i farikası “laiklik bekçiliği” iken, Suudi Arabistan'daki Ortaçağ kalıntısı rejimin misyonu ise “şeriat bekçiliği”dir. Bilindiği üzere ne Türkiye'deki rejim gerçek anlamda laik, ne de Suudi Arabistan'daki rejim klasik şeriat kurallarına uyuyor. “Laik” Türk devletinin hem dini hem de mezhebi varken, dahası diyanet işleri bütçesi eğitim/sağlık gibi temel hizmet alanlarını geride bırakırken, “şeriatçı” Suudi rejimi ile yozlaşmış krallık kastı ise, Amerikan emperyalizmine uşaklığın en berbat örneklerini sergilemektedir. Şeriat kuralları halkı kılıç zoruyla zapt-u rapt altında tutmanın bir aracı olurken, ülkenin petrol zenginliğini gaspeden rejimin efendisi kral ve aşireti tam bir sefahat sürmektedir. Bu yozlaşmış kastın sadece ABD'deki yatırımlarının 800 milyar dolara ulaştığı söyleniyor.
Her iki rejim de Ortadoğu'daki “en Amerikancı” devlet olma ünvanına sahip olduğu halde iki ülke arasındaki ekonomik, siyasi, askeri alandaki ilişkileri sınırlı idi. Türkiye Suudi Arabistan'a hiçbir demokratik/sosyal hakkın olmadığı koşullarda çalışacak “ucuz işgücü” ihraç ederken, Suudi Arabistan Türkiye'ye petrol ihraç ediyor. İki ülke arasındaki ticaret hacmi halen 3 milyar dolar civarında. Yeni anlaşmalar çerçevesinde yapılacak yatırımlarla bu hacmin yakın zamanda 6 milyar dolar düzeyine çıkacağı öne sürülüyor.
İki gerici rejim arasındaki ilk ciddi yakınlaşma, 1990-91 Körfez Savaşı'nı izleyen dönemde yaşandı. Türkiye'nin emperyalist saldırganlık safında etkin şekilde yer alması Suudi rejimi tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. 1993 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel Suudi Arabistan'ı ziyaret ederek, Ortaçağ kalıntısı rejimden dolar dilenmişti. Ardından Suudi yönetimi, Türkiye'nin savaş nedeniyle uğradığı kayıpları gidermek üzere 1,2 milyar dolar tutarında petrol hibe etmiş, Türk Savunma Fonu'na da 1 milyar dolar karşılığı petrol katkısı yapmıştı.
İki Amerikancı rejim arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcına işaret eden bu ziyaret, emperyalist-siyonist saldırganlık projesinin bir ürünüdür. Görüldüğü üzere Türkiye ile Suudi egemenleri arasındaki ilişkilerin gelişiminde, ABD-İsrail ikilisinin dolaysız etkisi vardır.
Halkları birbirine kırdırma kirli oyununa figüranlık teşebbüsleri
Emperyalist-siyonist güçlerin Ortadoğu'yu “Balkanlaştırma” hesabı içinde olduğu artık kimse için bir sır değildir. Filistin direnişinin kırılamaması, Lübnan'daki direnişin siyonist orduyu bile hüsrana uğratabilecek bir güce ulaştığının anlaşılması, İran yönetimi ve halkının ABD-AB-İsrail dayatmalarına meydan okuması, kısacası Büyük Ortadoğu-Büyük İsrail projesi önündeki engellerin kolay aşılamayacağının anlaşılması, Washington ve Tel Aviv'deki savaş kurmaylarının bölgede Sünni-Şii çatışmasını kışkırtmak için harekete geçmelerine yolaçtı.
Oyunun Arap dünyasındaki figüranları Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün rejimleridir. Nitekim bu rejimler ilk defa siyonist vahşete bu kadar açıktan destek verebildiler. Bu oyunda, NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip olmakla övünen Ankara'daki Amerikan işbirlikçilerine de özel roller biçiliyor.
Türk sermaye basınında ne yapılan görüşmelerin, ne de imzalanan anlaşmaların içeriğine dair bir habere rastlandı. Suudi Kralı'nın giyiminden parfümüne, uçak sayısından yemek listesinde, yaptığı alışverişe kadar olayın magazin yönü öne çıkartıldı. Gazeteci kılıklı sermaye uşaklarının, ziyaretin arka planını örtbas etmek için magazin haberlerini öne çıkardıklarına kuşku yoktur.
Suudi basını ise, olayın mahiyetini yazmakta sakınca görmedi. Özellikle Suudi sermayesiyle Londra'da basılan El Şark El Avsat (Ortadoğu) adlı gazete, gezinin temel amacını açıkça ortaya koydu. Kokuşmuş krallık kastının borazanı olan gazetede Tarık El Hamid imzasıyla yayınlanan makalede, Türkiye'den Şii İran'ın artan nüfuzuna karşı bir denge unsuru olarak Sünni-Arap ülkeleriyle yakınlaşması istendi. Türkiye'nin bölgede daha ağırlıklı olarak yer alabileceğini ve Şii İran'a karşı denge oluşturulmasına katkı sağlayabileceğini söyleyen Tarık El Hamid, Amerikancı rejimlerin, İran'ın etkisini sınırlamak, demek oluyor ki, emperyalist-siyonist güçler karşısında zayıflatmak için bir an önce ortak hareket etmeleri gerektiğini vaazediyor. Tarihte Safevi-İran devletinin nüfuzuna karşı sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun durabildiğini söyleyerek, “nüfuzunu yaymakta ısrarlı olan İran'a karşı tarihin yine kendini tekrarlayabileceğini” savunuyor.
Bu soysuzun “tavsiyeleri”, Filistin, Lübnan ve Irak'ı toplu katliamlar eşliğinde yakıp yıkan emperyalist-siyonist zorbaların beklentilerine tamamen uygundur. Tam da bu dönemde Suudi sermayesinin Türkiye'ye yönlendirilmesini, Türk sermaye devletinin bu kirli plana aktif olarak katılması için sunulan rüşvet olarak değerlendirmek gerek.
Anti-emperyalist/anti-siyonist direnişi büyütmek, planlanan kanlı tezgahı boşa düşürmenin yegane yoludur.
ABD-İsrail savaş makinelerinin açtığı yoldan ilerleyen halkları köleleştirme saldırısının vahşet sınırlarını zorladığı bir dönemde, din/mezhep çatışmaları, halkları birbirine kırdırtmanın en etkili, en kanlı yöntemidir. Emperyalist/siyonist barbarlığa karşı bölgesel direnişi önlemenin de en etkili yolu da, böylesi yapay bir çatışmanın başlatılmasıdır. Bu konuda fazlasıyla deneyimli olan saldırgan güçlerin, işbirlikçi düşkünleri de yanlarına alarak, böyle bir kaos yaratmak için her yola başvuracaklarından kuşku duyulmamalıdır.
Washington ve Tel Aviv'in karanlık dehlizlerinde hazırlanan bu tezgah mutlaka boşa düşürülmelidir. Bunun en etkili yolu bölgesel direniş ve enternasyonal dayanışmadır. Nitekim Hizbullah önderliğinde devam eden direniş, Lübnan halklarını birbirine yakınlaştırarak, İsrail'in yeni bir dinler/mezhepler arası savaş başlatma planlarını boşa düşürmüştür. Lübnan'daki Sünni, Dürzi ve Hıristiyanlar'ın da Hizbullah'a ezici bir çoğunlukla destek vermeleri, direnişin birleştirici gücünün somut bir göstergesidir. Direnişin bölgesel bir boyut kazanması ise, hem “Balkanlaştırma” planını bozguna uğratacak, hem de emperyalist/siyonist güçlerle bölgedeki işbirlikçilerinin yenilgiye uğratılmasını sağlayacaktır. |