18 Ağustos 2006 Sayı: 2006/32 (32)
  Kızıl Bayrak'tan
   Halklar direnecek, emekçiler savaşarak özgürleşecek!
  Kanlı ve barbar saldırılarının karşılığını mutlaka alacaklar!
  İncirlik emperyalist-siyonist saldırganlığın saldırı üssü olarak kullanılıyor
  İşbirlikçi iktidarın Amerikan taşeronluğu ve Kürt sorunu
  Emperyalist-siyonist saldırganlığı protesto gösterilerinden
OSİM-DER Kadın İşçi Komisyonu'ndan Ortadoğu halklarıyla dayanışma çağrısı
Kamuda toplu görüşme süreci başladı
Eylem ve etkinliklerden
  Seçim Yasası tartışmaları; Kürt halkına "demokrasi" yok!
  Mamak 3. Kültür-Sanat Festivali Kültür Sempozyumu tepliğlerinden ; Kültür-Sanat Sorunları üzerine /Orta sayfa
  3. Mamak Kültür-Sanat Festivali'nden izlenimler..
  Festivale gelen mesajlardan
  Savaşı BM kararları değil, anti-emperyalist/ anti-siyonist direniş bitirecek!
  Toplumları "terör paranoyası" ile sersemletme seferberliği devam ediyor
  Suudi Arabistan kralının Türkiye ziyareti
  Dünyada savaş karşıtı gösterilerden
  Her savaş aynı zamanda bir devrim çağrısıdır / Yüksel Akkaya
  Aydınlardan ortak açıklama; "Lübnan'a asker gönderme!"
  Üniversitelerdeki soruşturma ve okuldan atma terörüne tepki
  Adana polisinden yargısız infaz; Katiller hesap verecek!
  Açık Gazete'de Richard Falk ile söyleşi ; "Bölge çok karanlık bir dönem yaşıyor"
  Yaşasın 15 Ağustos atılımımız!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Mamak 3. Kültür-Sanat Festivali Kültür Sempozyumu tebliğlerinden...

Kültür-sanat sorunları üzerine

-I-

Kültür-sanat sorununa genel bir bakış

Günlük dilde kültür, bazen bilgi ve deney birikiminin arınmış bir biçimini, bazen de ruhsal zenginliğin yalnızca özel ilişkiler içinde elde edilebilir bir halini, bir seçkinliği ifade eder.

Bu anlamda, kültürlü insan, ortalama insandan farklı olarak, daha çok şeyi inceltilmiş biçimde bilen ve bunu hayatının bir biçimi olarak benimseyen insan demek olacaktır. Burada kültür, her şeyden önce elde edilmiş biçimiyle, mülkiyetle özdeşleştirilmektedir. Kültürün bu tarz tanımlanmasında, kapitalist ilişkiler içerisinde üretim araçlarının özel sahipliği, kültürün de koşulu olarak görülmektedir ve kültür, tıpkı özel mülk gibi, ancak bu özel tarihsel koşullar altında yeniden üretilebilir bir şey olarak anlaşılmaktadır. Bu durumda kültürlü olmak bir üst sınıf imtiyazı olacaktır.

Bir diğer günlük kullanış biçimine göre kültür; yapılar, sanat eserleri, uygarlığın belli başlı nesnel belirtileri ve bunların kullanımına ilişkin değerler olarak ele alınır. Nesneler ve eşyalar yığınının genelleştirilmiş ifadesi olarak oluşturulan bu kavramda da burjuva ölçüleri geçerlidir.

Kültürü, her şeyden önce tarihsel eylemin bir biçimi, onu genelleştiren ve süreklilik kazanmasını sağlayan bir ilişkiler bütünü olarak düşünmek gerekir.

Kültür, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi sürecinde insanın doğayı ve bu arada kendisini değiştirme faaliyetinin çeşitli alanlarını birleştiren genel bir ilişki ve etkileşme düzeyi olarak kendisini gösterir.

Bu bakımdan, kültür kavramını, maddi üretimin nesnelerini, süreçlerini ve toplumsal amaçlarını birleştiren daha geniş bir kapsamda düşünmek gerekir.

Maddi ve manevi kültür

Kültür; insanlığın üretimsel, ussal ve toplumsal kazanımlarının bütünüdür. Maddi nesnelerin üretim bilgisine maddi kültür; manevi değerlerin üretim bilgisine ve üretilen manevi değerlere manevi kültür diyebiliriz. İnsan tarafından üretilen maddi nesnelerin kendisi, örneğin masa, sandalye vb. kültür değildir de, manevi değerlerin kendisi, örneğin resim, müzik kültürün birer öğesidir. Maddi değerlerin üretimi, bilim ve üretim bilgisini, yani belli bir kültürü gerektirir. Örneğin televizyon kültür taşıyıcısı olabilir, ama kendisi kültürün bir öğesi, kendinde bir kültür değildir. Manevi değerlerin üretimi, belli bir kültür gerektirmekle birlikte, kendisi kültür olarak üretilir, dolayısıyla özü ve işlevi gereği kültürün öğesini oluşturur.

Maddi kültürün iki biçimi: Edinilen kültür ve üretilen kültür

İnsanlar başlangıçta, birbirinden yalıtık topluluklar içerisinde ama ortaklaşa bir üretim bilgisi üretirler ve bunu kendilerinden sonraki kuşaklara deneysel olarak aktarırlardı. İşbölümünün gelişmesi ve zihinsel üretimin bilgiye ve bilime yükselmesiyle, geçim nesnelerinin ve üretim araçlarının üretim bilgisi ve yöntemi, bunları kendilerine uğraş edinen kafa emekçileri tarafından üretilmeye başlanır. Başlangıçta, toplulukların deneysel yolla ortaklaşa ürettikleri üretim bilgi ve tekniğini, bu işi kendine uğraş edinen kafa emekçileri üretmeye başlar. Dolayısıyla insanlar, toplumsal işbölümünün gelişmesi sonucu, maddi nesnelerin üretiminde bulunanlar ile maddi nesnelerin üretim bilgisini ve tekniğini üretenler olarak da bölünürler.

Maddi nesnelerin kazanılmış üretim bilgi ve becerisini (babadan oğula ya da ustadan çırağa) görerek öğrenim ile üretim bilgi ve tekniğini üretenler, özünde birbirinden ayrılır. Biri, üretilmiş maddi kültürü edinir. Öteki bu kültürü yeniden üretir. Dolayısıyla maddi kültür, edinilen ve üretilen kültür olarak iki biçimden oluşur.

Manevi kültür

Manevi kültür, üretimle doğrudan ilişkisi olmayan, insanlığın akıl, toplum ve estetiğe ilişkin değerlerini üreten kültür olarak tanımlanabilir. Üretimle doğrudan ilişkisi olmasa da hiçbir manevi kültür, toplumun temelini oluşturan iktisadi koşullardan bağımsız değildir.

Sanat ve estetik gibi manevi değerlerin üretimi, din, hukuk, siyaset, ideoloji gibi toplumsal bilinç biçimlerinin üretimi, manevi kültürün öğelerini oluşturur. Din, hukuk, siyaset gibi toplumsal bilinç biçimleri, toplumsal gelişmeyi olumlayan bilinç biçimleri olduğu gibi toplumların gelişmesinin belirli aşamalarında, engeller haline de gelebilirler. Buna bağlı olarak, edebiyat, sanat ve estetik gibi manevi değerler de, ideolojik tercihleri açısından, toplumsal gelişmeyi yönlendiren ve ona ivme kazandıran bir etkinliğe sahip olabileceği gibi, toplumsal gelişmeyi engelleyen bir etkinliğe de sahip olabilirler.

Maddi kültür, bu kültürün bilime yükselmesiyle evrensel bir nitelik kazanır. Bu anlamda, maddi kültür, bilimsel nitelik kazandığında, kendiliğinden evrenselleşmiş olur. Manevi kültürün evrenselleşmesi toplumsal bilinç biçimlerinin özelliğine göre değişen ve insan topluluklarının en küçük ilkel biçimlerinden insanlıkla bütünleşme tarihsel sürecine bağlı olarak, farklı aşamalardan geçer ve farklı engellerle çevrilidir.

Kültürler, yaratıldıkları toplulukların üretim ilişkilerine ve bilinç düzeylerine uygun düşerler. Bu üretim ilişkileri aşıldığı, bilinç düzeyi geliştiği halde, bu dönemlerde yaratılan kültür ürünleri, daha sonraki topluluklar ve bireyler için bir estetik doyum sağlayabilirler. Bir başka deyişle etkinliklerini sürdürebilirler.

Toplumsal gelişmenin her yeni aşamasında yeni estetik değerler yaratılması kaçınılmaz olmakla birlikte, yine de var olan kültürün, kültür birikiminin, yeni bir çocuğu olarak doğarlar. Eski kültürün yadsınması ölçüsünde yeni akımlar için de bu böyledir. Çünkü bir şeyin yadsınması, yadsınan şeyin kendinden doğmuş olacağı için bir bakıma yadsınan kültürün bir devamı olmaları da kaçınılmazdır. Soruna, daha genel açıdan bakıldığında, denilebilir ki, hiçbir toplum, yeni üretim ilişkilerine geçtiği zaman, eski kültürünü atarak tüm olarak yeni bir kültür türetemez. Yeni toplumun yeni kültürü eski kültürün olumlu yönlerinin, yeni yaşam koşullarına uygun olarak geliştirilmesiyle yaratılır.

Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş sürecinde toplumlar, kendi içlerinde, ikili bir kültür de yaratırlar. Bunlardan biri, insanlığın geleceğiyle uyuşan, insanın yücelmesini ve onun özgürleşmesi amacını bilinçli ya da bilinçsiz içerisinde taşıyan kültür; öteki üretim ilişkisinin değişmesiyle birlikte ölmeye mahkûm bir kültürdür.

Sınıflı toplumlarda kültür, emekçi sınıfların kültürü ile egemen sınıf kültürü olarak iki biçimden oluşur. Burjuva toplumda egemen kültür burjuva nitelikte olmakla birlikte tali planda da olsa alt sınıfların kültüründen de belirli bir ölçüde söz edilebilir ve bu kültür sınıf mücadelesinin gelişmesi ölçüsünde güçlenir, kendine daha etkin bir alan açar. Bunun yanısıra küçük-burjuva kültür, iki temel kültür biçiminin özelliklerini de içinde taşır.

Kapitalist toplumda, başta işçi sınıfı olmak üzere alt sınıflar içerisinde filizlenen devrimci sosyalist kültür ise, insanlığın binlerce yılda yarattığı kültürel miras üzerinde yükselir. Devrimci sosyalist kültür, geçmiş kültür birikiminde yeni ve ileri olanı eleştirel bir biçimde sahiplenir, geliştirir. Böylece o, geleceği elinde tutan sınıfın yanında safını belirler. Sınıfsız topluma ilerleyen işçi sınıfının elinde güçlü bir silah olur.

 

-II-

Tarihsel sorunlar ekseninde kültür sorunu

“Tarihsel Sorunlar Ekseninde Kültür Sorunu” başlıklı tebliğimizde, genel olarak devrimci-sosyalist kültürün hangi kültürel miras temelinde yükseldiği, özel olarak da Sovyetler Birliği deneyimi üzerinde duracağız.

1- Sınıf devrimcileri, devrimci- sosyalist kültürü savunmak, dahası geliştirmek zorundadırlar. Bu, onların tarihsel ve sınıfsal misyonları ile kopmaz bağ içinde olan sorumluluklardır.

Devrimci-sosyalist kültürün temel kaynakları Marx, Engels ve Lenin'in teorisi; sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizmin deneyimleridir. Devrimci-sosyalist kültür enternasyonalisttir, içerikte ve biçimde devrimcidir

Devrimci-sosyalist kültür, insanlığın binlerce yılda yarattığı kültürel birikim temelinde yükselir. Geçmiş kültür mirasında yeni ve ileri olanı eleştirel bir biçimde sahiplenir, geliştirir, kendi kültürünün parçası haline getirir. Yine o, emekçi sınıfların kültür ve sanat ürünlerine eleştirel bir biçimde dayanır.

2- Sovyetler Birliği'nin kültürel-sanat alanındaki deneyiminin değerlendirilmesi kültürel miras bağlamında kilit önemdedir.

Rusya'da Sosyalist Ekim Devrimi ile işçi sınıfı siyasi iktidarı ele geçirdi. 20. yüzyılın tartışmasız en önemli olayı olan bu devrim, yeni bir çağı, proleter devrimler çağını başlattı. O, toplum yaşamının her alanında olduğu gibi, kültür-sanat alanında da büyük bir atılımın yolunu açtı.

Proleter iktidarın önünde duran en temel görevlerden biri, kültür ve sanatın küçük bir azınlığın işi olmaktan çıkarılıp, kitlelerin olağan toplumsal etkinliği haline gelebilmesine yönelik önlemler alınmasıydı. Bunun için olağanüstü boyutlarda bir eğitim seferberliği başlatıldı. Eğitim dar bir elitin ayrıcalığı olmaktan çıkarıldı, tüm işçilerin, kent ve kır emekçilerinin hizmetine sunuldu. Çarlık döneminde büyük ölçüde eğitimin dışında tutulan kadınlar, kitleler halinde eğitim içine çekildiler. Eğitimin temelini, politeknik eğitim oluşturdu, böylece eğitimde teori-pratik ilişkisi kuruldu. Sovyetler Birliği, kitap ve gazete tirajında muazzam bir ilerleme kaydederek çok kısa zamanda emperyalist ülkelere yetişti ve onları geçti. Çarlık döneminde baskı altında tutulan dillerin gelişmesi desteklendi.

Sovyetler Birliği'nde dikkat çeken yönlerden biri; sanatın dar, içine kapanık, uzman sanatçı çevrelerin etkinliği olmaktan çıkarılıp kitleselleştirilmesi çabasıdır. Kitlelere salt kültür ve sanat ürünlerinin tüketicileri gözü ile bakılmamış, onlar bizzat üretici olarak kültürel etkinliğin içine çekilmeye çalışılmıştır.

Ekim Devrimi'ni izleyen yıllarda Sovyetler Birliği'nde eğitim ve kültür alanlarında kısa zamanda elde edilen başarılar, proleter iktidarın ve kamulaştırılmış planlı ekonominin muazzam başarılarıydı. Bütün bunlar Batı'daki birçok işçi ve aydını güçlü bir şekilde cezbetti.

Sovyetler Birliği'nde eğitim ve kültür alanındaki baş döndürücü ilerleme yalnızca uluslararası işçi hareketi açısından değil, Batı'daki aydınlar ve bilim insanları açısından da bir referans noktası olarak hizmet gördü. Bu gelişmeler, bürokratik deformasyona rağmen, ulusallaştırılmış planlı ekonominin potansiyelini ortaya koydu.

Kuşkusuz bu başarılar bugünkü tabloyla taban tabana zıttır. Sovyetler Birliği'nin dağılışı ve çıplak kapitalist bir ülke haline gelişi, üretici güçlerin ve kültürün korkunç çöküşü sonucunu doğurdu. Buradan hareketle, Marksizm'e, sosyalizme ve genel olarak planlı ekonomi düşüncesine karşı uluslararası ölçekte muazzam bir ideolojik ve kültürel saldırıya girişildi. Sosyalizmin düşmanları, Marksizm'i karalama çabalarında, sosyalizmin özüne karşıt olan uygulamalarından sonuna dek yararlandılar.

Sovyetler Birliği'ndeki bürokratik deformasyon süreci ve onun ürünü bürokratik kastın egemenliği birdenbire değil, bir dizi iç ve dış gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıktı.

Yeni bir çağı, proleter devrimler çağını başlatan Sosyalist Ekim Devrimi, Avrupa devrimlerine itilim kazandırmasına rağmen, bu Avrupa'da proleter devrimlerin zafere ulaşmasına yetmedi. Avrupa'da devrimci dalga çok geçmeden kırılıp çekilince, Sovyetler Birliği büyük bir yalnızlıkla yüzyüze kaldı.

Ekim Devrimi'nin açmazı, sadece tek bir ülkede yalnızlaşması değil, yanısıra asgari bir ekonomik ve kültürel gelişme düzeyini kapitalist kuşatma altında kendi sınırlı iç olanaklarıyla yaratma sorunuyla karşı karşıya kalmasıydı. Bu iki etken bir arada, içte ve dışta girilen zorlamaların, bu zorlamaların beslediği yanlışların tarihsel zemini oldu. Bunların içteki bedeli, bürokratik deformasyondu. Öncü parti ve iktidar, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerden giderek koptu, uzaklaştı ve yabancılaştı, kitleler edilgenleşti. Dıştaki bedeli ise, proleter enternasyonalizminden uzaklaşılması oldu. Sovyet devrimiyle dünya devrimi arasındaki ilişkiler koparıldı. Sovyet devletinin çıkarlarını ve gereksinimlerini temel alan bir çizgi giderek yerleşti.

Bürokratik deformasyon süreci, her alanda olduğu gibi, kültür ve sanat alanında da etkisini göstermeye başladı. 1934'te çeşitli sanat akımların arasında süren tartışmalar sonuçlandırıldı ve Sovyetler Birliği'nin resmi sanat anlayışı olarak “sosyalist gerçekçilik” formüle edildi. Bu resmi sanat anlayışına, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğindeki taşra klişeleri damgasını vuruyordu. Bu anlayışın “gerçekçiliği”, yer yer tahrif edilmiş fotoğraf ve resimlerle, olmayan olayları olmuş gibi göstermesiyle gölgeleniyordu. Bu dönemde, resmi çizgiye uygun olmayan eserlere yaşam hakkı tanımayarak “gerçek” darlaştırılmıştır. Yasakçı yöntemler ağır basmış, “olumsuz”a karşı mücadele içinde olumlunun kavratılması yöntemi fazla kullanılmamıştır. Lenin ve Stalin'e sanat eserlerinde gereğinden fazla yer verilmiş, kişi kültünün önü açılmıştır. Yine, geleneksel, klasikleşmiş stillerin dışında kalanlar, çoğu kez “kitlelerin bunları anlamadığı” gerekçesi ile zararlı ilan edilerek “sosyalist gerçekçilik” biçimsel kalıplar içine hapsedilmiştir.

Oysa Ekim Devrimi'nin canlı etkisini henüz sürdürdüğü bir evrede, Rusya Komünist Partisi'nin 1 Temmuz 1925'te kabul ettiği karar şöyledir:

“Komünist eleştiri, kibirli, iddialı, yarı bilgili ve kendi kendini tatmin eden komünist üstünlük duygusundan kesinlikle kurtulmalıdır… Parti, edebi akımlar ve eğilimlerin özgürce yarışmasından yanadır… Sorunlara başka şekilde çözüm aramak formel ve bürokratik olmaktır… Parti herhangi bir gruba edebi yayıncılıkta tekelci hak tanımaktan kaçınır. Parti, hiçbir gruba, fikirleri ile en proleter olanlara bile tekelci konum veremez: Bu, öncelikle, proleter edebiyatın kendine zarar veren bir tutum olur. Parti, edebiyatla ilgili konularda kendini üstün gören her türlü yetkisiz, idari müdahale girişiminin, kökünden kurutulması gerektiğini düşünmektedir.”

Besbelli ki, sınıf devrimcilerinin bugün de sahipleneceği kültür-sanat alanındaki devrimci-sosyalist seçenek budur.

Kuşkusuz, buradaki sanatçının tam bağımsızlığı ve özgürlüğü istemi, salt Sovyetler Birliği'ndeki bürokrasiye değil; sanatçıları gerek devlet baskısı altına alan, gerekse paranın egemenliğine mahkûm kılan burjuvaziye ve onun devletine karşı da yöneltilmektedir.

Diğer yandan, özgürlük ve nesnellik, marksistler açısından “tarafsızlık” şeklinde anlaşılamaz. Nitekim bu bağlamda onlar, pek çok edebi esere eleştirel yaklaşmışlardır. Doğal olarak, başka bir tutum samimiyetsizlik ve tutarsızlık olurdu. Başkaları için düşünce ve eleştiri özgürlüğünü savunan kişinin aynı zamanda kendisine farklı davranması mümkün değildir. Özellikle de marksist bir eleştirmenin edebiyat eserlerinin değerlendirilmesinde marksist ölçütlerden vazgeçmesi beklenemez.

Sonuç

İşçi sınıfı siyasal iktidarı ele geçirip devrimi sürekli kılmadan, kültür ve sanat dar bir elitin işi olmaktan çıkarılamaz, kitlelerin olağan toplumsal etkinliği haline gelemez. Sovyetler Birliği'nde kısa dönemde kültür-sanat alanındaki kazanımlar, sonraki bürokratik deformasyon sürecini bir yana bırakırsak, işçi sınıfı iktidarı koşullarında nelerin mümkün olduğunu göstermesi bakımından eşsiz bir deneyimdir.

İşçi sınıfı iktidarı, kültür ve sanat eserleriyle ilgili olarak yasakları değil, ideolojik ve kültürel mücadeleyi temel almalıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sosyalist-enternasyonalist bilinci ve inisiyatifi, işçi sınıfı iktidarına açık veya örtülü saldıran sanat eserlerine karşı en temel güvence ve panzehirdir.

Devrimci-sosyalist kültür, kişi kültünü ve fetişizmini körükleyici biçimde kullanılamaz.

Devrimci-sosyalist kültür-sanat sürekli daha iyiyi, daha güzeli arar. O statik değil dinamiktir, devrimcidir. Kendini, kesintisiz gelişen ve değişen toplumla birlikte geliştirip değiştirir. O, komünizmi kuracak yeni kuşakların eğitilmesinin ve yetiştirilmesinin temel bir aracıdır.

Devrimci-sosyalist kültür; insanlığın ilerici, demokratik ve sosyalist kültürün mirasını sahiplenir. O, emekçi sınıfların kültür ve sanat üretimlerinden eleştirel bir biçimde beslenir.

Devrimci-sosyalist kültür-sanata biçimde sınır koymaz, ona eksiksiz bir özgürlük tanır. Unutmamalı ki, doğru bir içeriği estetiksel bir biçimde ifade etmenin yüzlerce, binlerce yolu vardır. Bunların her biri emekçi kitlelerin beğenisini kazanabilmek için yarışabilmelidir. Kuşkusuz ki, bu yarıştan sınıfsız toplum yönünde ilerleyen işçi sınıfı iktidarı kazançlı çıkacaktır.

 

-III-

Aydın sorunu üzerine

Aydın, her türlü kafa işi ile uğraşan toplumsal bir katmandır. Tarihsel deneyimlerin gösterdiği gibi, emekle sermaye arasındaki mücadele tarihinde aydınların sosyalist harekete en yoğun katılımı, genellikle proleter partinin kuruluşunun ilk dönemlerinde olur. Bu ilk dalga, aydın tabakasının en seçkin teorisyen ve politikacılarını parti saflarına getirir. Parti büyüdükçe, etrafındaki işçi kitleleri aydınlandıkça, aydınların yeni unsurlarının katılımları göreli olarak zayıflar.

Sosyalizm, içeriğini net bir biçimde açığa vurdukça, herkes için onun tarihteki misyonu anlaşılır hale geldikçe, aydınlar ondan o kadar irkilip uzaklaşma eğilimine girerler. Aydınların bu eğilimlerini bir niyet sorununa indirgemek yüzeysel bir değerlendirme olur. Aydın tabakasının sosyalist harekete katılımını sınırlayan belirli toplumsal nedenler vardır. Bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:

1. Kapitalizmin gelişmesi, bu tabakanın en üst kesimini kendine tabi kılar. Burjuvazi pek çok yetenekli aydını kendisine bağlar.

2. İşçi sınıfının bir parçası olarak kendi sınıfını yadsımadan sosyalizme gelir. Böylece o, kendini daha güvenli, daha güçlü kılan kitleyle manevi birliktelik duygusundan hoşnuttur. Ama aydın, sosyalizme kendi sınıfını yadsıyarak, tek başına bir birey olarak gelir. Doğallıkla bir birey olarak etkide bulunmaya çabalar. Ancak proleter parti, kolektivizmin ta kendisidir. O, aydının kişisel mevki kazanmasının önünde bir engeldir. Tam da bu noktada aydın engellerle karşılaştığını düşünür. Sınıf partisi ona bir cendere gibi görünür.

3. Proleter parti, aydına, disiplinli olmayı ve onun bireyci eğilimlerine sınırlama getirmeyi gerektiren koşulları oluşturur. Bu, aynı zamanda onun toplumsallaşmasının da zemini demektir. Ancak bu durum, aydınlar arasında belirli bir hoşnutsuzluk uyandırır.

4. Aydınların alt sınıflara yakın olan kesimini bir yana bırakırsak, onların üst kesimi, sınaî kârdan, toprak rantından ya da devlet bütçesinden beslenir. Tam da bu nedenle, dolaylı ya da dolaysız olarak burjuvazinin hizmetindedir ve ona bağlıdır.

5. Aydınların yaptıkları işin manevi niteliği, onlarla egemen sınıflar arasında manevi bir bağ kurar. Örneğin, aydın katmanının içinde belirli bir yer tutan fabrika yöneticileri ve idari sorumlulukları olan mühendisler kendilerini kaçınılmaz olarak işçilerle karşıt bir konum içinde bulurlar. Yerine getirmek zorunda oldukları iş ve yaşam biçimleri onların düşünce biçimlerini belirler.

6. Yazarlar ve sanatçılar için de aynı şey söz konusudur. Bu kesim de ürünlerini piyasaya sunar. Bu ürünler, piyasanın onayına tabidir. Bu, aydınların sermayeye ve paraya bağımlılığını ifade eder. Dolayısıyla, onlar, yaratıcı başarılarını burjuva ayak takımına bağlarlar.

7. Kol işçiliği, her ne kadar kasları köleleştirip vücudu tüketse de işçinin zihnini burjuvaziye bağlamada yetersizdir. Kafa işçisi ise, fiziksel açıdan kıyas kabul etmez derecede daha özgürdür. Yazar, fabrika düdüğü çaldığında kalkmak zorunda değildir. Doktorun arkasında ustabaşı durmaz, mahkemeden çıkan avukatın üstü aranmaz. Fakat buna karşılık onlar, salt emekgücünü, kas kuvvetini değil, tüm beynini ve kişiliğini satmaya zorlanır. Sonuçta onların mesleki giysileri kaliteli bir tutsak üniformasından başka bir şey değildir. Ne var ki, onlar çoğu zaman bu gerçeği görmek istemezler.

Aydın tabakasını gelecekteki temsilcileri olarak üniversite gençliği

Üniversiteler ilk kuruldukları yıllarda mülk sahibi ve egemen sınıfların çocuklarının devletçe örgütlenmiş eğitimin son aşamasını oluşturmuşlardı. Bu kurumlar günümüzde de böyle bir işlevi sürdürmekle birlikte bu özelliği daha da genişlemiştir. Burjuva ideolojisini işçi ve emekçi çocuklarına dayatmak, kalifiye işçi yetiştirmek, gençliğin işsizler ordusuna katılımını geciktirmek şeklindeki amaçları buna örnek olarak verilebilir.

Öğrenci, toplumsal konumundan kaynaklı olarak hiçbir toplumsal işlevi yerine getiremez. Kendisini sermayeye ya da devlete doğrudan bağlı hissetmez, her hangi bir türden sorumlulukla sınırlanmaz, doğru ve yanlışa ilişkin yargısında özgürdür. Bu dönemde onun için her şey mayalanma halindedir. Sınıfsal önyargıları henüz şekillenmemiştir. Bilince dayalı sorunlar onun açısından çok büyük öneme sahiptir. Zihni ilk kez bilimsel genellemelere açılmaktadır. Eğer devrim ve sosyalizm onun aklına bir parça da olsa egemen olacaksa, işte en uygun an bu andır.

Öğrencilerin burjuva toplumuna maddi bağımlılıkları, onların, genellikle aileleri üzerindendir, bundan dolayı bu bağımlılık göreli olarak zayıftır. Ama buna karşın, öğrencilerin çıkıp geldiği sınıfların genel toplumsal çıkarları ve ihtiyaçları, öğrencilerin duygu ve düşüncelerine yansır. Öğrenciler, burjuva toplumunun hassas barometreleridir. Burjuva toplumuna karşı devrimden başka hiçbir çıkış yolu olmadığından, onlar, devrim ve sosyalizme yöneldikleri gibi, sınıfı ve kitle hareketinin durgunlaştığı koşullardan etkilenerek geriye de düşebilirler.

Burada bir sınıf ya da bir düşüncenin değil, bir yaş gurubunun karakteristik özelliği olan ahlaki idealizmle karşı karşıyayız. Diğer taraftan bu idealizmin politik içeriği tümüyle öğrencilerin çıkıp geldikleri ve ona geri döndükleri bu sınıfların tarihsel ruh hali tarafından belirlenir.

Emekle sermaye arasındaki uçurumun derinleşmesinin aydınlar üzerindeki etkisi

Emekle sermaye arasındaki mücadelenin keskinleşmesi, çoğunlukla aydınları proleter partinin safına geçmekten alıkoyar. Mücadele keskinleştikçe, sınıflar arası köprüler yıkılır ve karşıya geçmek her geçen gün daha da zorlaşır. Böylece, aydınlar açısından komünizmin özünü teorik bakımdan kavramayı nesnel olarak kolaylaştıran koşullara paralel olarak, tersi yönde aydınların proleter partiye giden yoldaki toplumsal engelleri de giderek büyür. Gelinen noktada, sosyalist hareketle birleşmek, soyut ve spekülatif değil, somut ve politik bir eylemdir. Bu engeli, tarihsel deneyimlerin de gösterdiği gibi, sınırlı sayıda aydın aşabilir. Örneğin, Lenin söz konusu engeli aşan ender aydınlardan biriydi. O, çağının bütün felsefe, bilim ve düşünce akımlarını yakından izleyen, edebiyatın ve sanatın bütün dallarıyla ilgili yaratıcı bir düşünce ve eylem insanıydı. O, tarihin akışını, teoriyle bir bütün olarak kavrama düzeyine yükselmişti. Böylece, tam da bu noktada geleceği elinde tutan sınıfın safına katılmıştır. O'nun bu katılımı, kendini edilgen bir izleyici konumunda bırakmayıp, yığınları örgütleyici ve harekete geçirici bir düzeye yükselmiştir.

Yukarıda aydın tabakasının, devrim ve sosyalizm mücadelesine katılmasının güçlüklerine parmak bastık. Ancak bu güçlükler, aydınların mücadeleye katılımlarının sınırlarını işaret eder, imkânsızlığını değil. Sosyalist hareketin gelişmesiyle artan bir yabancılaşma olarak tanımlayabileceğimiz aydınların sosyalizme ilişkin tutumu, toplumsal güçler dengesini köklü bir biçimde değiştirecek olan bir nesnel politik değişimin sonucu olarak değişebilir. Aydınlar, işçi kitlelerine ne kadar yabancı olursa olsun, yine de belirli bir kesimi devrim ve sosyalizm saflarına geçebilir. Onlar, toplumsal emeğin kültürel dallarıyla olan mesleki bağları, teorik genelleştirme yeteneği, düşüncenin esnekliği ve devingenliği yani entelektüel kapasiteleri sayesinde yeni toplumun inşa sürecinde yerlerini alabilirler.

Günümüz toplumunda aydının önemi

Kapitalizm, eşitsizlikler üzerinde yükselmesinden dolayı, karşıtlarını yaratmakta ve karşıtlar arasında bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Karşıtların varlığı, egemen sınıfın her türlü baskı ve zor aygıtını kullanmasını koşullandırır. Bu politikanın bir ayağını da ideolojik saldırı oluşturur. Tam da bu noktada burjuvazi, aydınlar yoluyla kendi sistemini ve egemenliğini meşrulaştırmaya çalışır. Aydın burada iki temel konumda olacaktır; ya burjuvazinin hizmetinde ya da işçi sınıfının yanında... Özcesi, aydının kurtuluşunun yolu, işçileri aydınlatmaktan ve kendisini de bu süreçte işçileşmekten geçmektedir. Onun, tutsaklığından kurtuluşunun tek yolu budur.

Düzene muhalif aydın olmak, sadece çok okumuş olmak değildir. O, yeni bir dünya görüşüyle edindiği deneyimleri toplumun hizmetine sunandır. O, bilgi ve birikimini, sömürü ve baskıya dayalı toplumsal düzenin değişmesine hasredendir. O, gerçeği, bilimi ve gelişmeyi bedeli ne kadar ağır olursa olsun sonuna dek savunandır, zorluklara göğüs gerebilen, tok ve dik duruşu sergileyebilendir.

Kayseri İşçi Kültür Evi