28 Mayıs 2005
Sayı: 2005/21 (21)


  Kızıl Bayrak'tan
  Her yerde devlet terörü ve her yerde saldırı!
  Ordu buyurdu, cüppeliler ipi çekti,
Eğitim-Sen’e kapatma kararı verildi
  Yargıtay'ın Eğitim-Sen kararı; İnkar politikasına devam!
  Eğitim emekçilerinin eylemlerinden
  Kapatma kararına karşı eğitim emekçileri alanlarda
  Seydişehir direnişi
  İSDEMİR’de TİS kazanımla sonuçlandı
  Kamu TİS görüşmeleri başladı
  İşten atılan Coca-Cola işçileri direnişte!
  AKP hükümeti Beyaz Saray yolunda...
  Yeni Türk Ceza Kanunu 1 Haziran’da yürürlükte
  Derviş evine döndü!
  Güney Kürdistan sorunu üzerine
tamamlayıcı düşünceler/2
(Orta sayfa)
  KESK Kongresi/Yüksel Akkaya
  Arap halkı Sünni-Şii çatışmasına
sürüklenmek isteniyor
  Caferi’yi ağırlayan işbirlikçiler
Washington’daki efendilerine
yaranmaya çalışıyor

  Kontra şefleri koruyan Bush yönetimi Havana ve Caracas’ta protesto
edildi

  Özbekistan; Emekçi halkların örgütlü gücü
zorba diktatörlerden hesap soracaktır!
  Almanya’da eyalet seçimleri ve SDP’nin çöküşü
  Bir kez daha “savaş” üzerine
  İ.Ü.'’nde militan yaz okulu eylemi
  Sakarya’da faşist saldırılara karşı yürüyüş
  19 Aralık davası
  İşçi Kültür Evleri; Etkin bir kampanya hazırlığı
içindeyiz
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

KESK Kongresi:

Korsakof sendikacılığa yolculuk (mu?)

Yüksel Akkaya

KESK Kongresi'nin yaşandığı süreci iyi değerlendirmek, KESK'in rotasının da ne yönde olduğunu göstereceğinden, biraz bu süreci ele almakta yarar vardır. KESK'in kurulduğu 1995 yılına kadar olan dönem kamu emekçilerinin hızla siyasallaştığı, kendisine olan güvenini artırdığı, örgütlenme hakkı için yoğun bir mücadele verdiği, çalışma koşullarının, ücretlerinin daha da iyileştirilmesi için yoğun çaba sarfettiği bir dönem olmuştur. Bu mücadele ve kamu emekçilerindeki bu dönüşüm sermaye cephesi açısından büyük bir tehlike olarak algılanmıştır. Önce diğer emekçilere “kötü örnek” olmaması, daha sonra da kendi içinde bir üst aşamaya evrilmemesi için hızla kontrol altına alınması ve sistemle uyumlu hale getirilmesi gerektiği anlaşılmıştır. KESK'in 1995 sonrası on yıllık serüveni, kontrol altına alınma ve sistemle uyumlulaştırılmadan başka bir şey değildir. Kuşkusuz bu süreçte KESK bir simgedir, temsil ettikleri ise kendisine bağlı sendikalar ve bu bağlı sendikalara üye emekçilerdir. KESK'i anlamak için kamu emekçilerindeki değişimi, dönüşümü anlamak gerekiyor. Sendikalara, KESK'e renk veren bu değişen dönüşen emekçilerdir. Kamu emekçilerinin bu değişim ve dönüşüm sürecinde KESK'in belirleyiciliği ise, olumlu ya da olumsuz, onun ne kadar sosyal kontrol aracına dönüştüğünü, sistemle uyumlu hale geldiğini gösterir. Bu dönüşümü göstermek için, mevcut kavramlar yetersiz kaldığından yeni kavramlara ihtiyaç vardır. Korsakof-emekçi ve korsakof-sendikacılık, panoptik-emekçi ve panoptik sendikacılık bu yeni durumu açıklamak için başvurulan yeni kavramlardır. “Korsakof” sıfatı, “korsakof” hastalığından esinlenerek alınmıştır, bu hastalığın özelliklerini taşır. “Panoptik” sıfatı, J. Bentham'ın hapishanedeki denetimi, iktidarı içselleştirme olgusundan esinlenmiştir, bu denetimin oluşturduğu özellikleri taşır. Bu yeni kavramlar çerçevesinde kapitalizmin emekçilere ve sendikalara bakışını değerlendirmek oldukça öğretici ve açıklayıcıdır. Bu yazı boyunca da bu kavramların analitik açıklayıcılığı çerçevesinde görüntünün arkasındaki öz ortaya konmaya çalışılacaktır.

Kısa geçmişine bakıldığında, kapitalizmin bir sistem olarak kendisini kabul ettirdiği her toplumda, sermaye ve onun adına hareket eden devletin, emek cephesindeki gelişmeleri, mümkün olduğunca hızlı bir şekilde kontrol altına almaya çalıştığı görülmektedir. “Demokratik olmayan” toplumlarda bu kontrol kaba şiddet ve yasaklarla sağlanırken, “demokratik olan” toplumlarda, yasal düzenlemeler, sosyal diyalog, birlikte iş yapmak gibi daha ince araçlar aracılığı ile bu kontrol hayata geçirilmeye çalışılmakta, taraflar zaman zaman karşılıklı ödün ve ödül ile sistemi sarsmayacak bir şekilde işbirliği içinde hareket etmektedirler. Kontrol araçları ve yöntemi farklı olsa da her iki toplumda ulaşılmak istenen amaç aynıdır: Sermaye birikim sürecinin önündeki engelleri kaldırmak, kâr oranlarının yüksek düzeyde seyretmesini sağlamak, kâr alanlarının kapsamını genişletmek. Bunları sağlayabilmek için kendisine güveni olmayan, yarınından kaygılı, umutsuz, biat eden, ihsan bekleyen, güçsüz bir işçi sınıfını ve örgütünü oluşturmak gerekir. İktidar sendikacılığı, sarı sendikacılık, işbirlikçi sendikacılık aşamalarından sonra, uğranılması gereken iki uğrak daha vardır: Korsakof sendikacılık ve panoptik sendikacılık. Son çeyrek yüzyıl korsakof sendikacılıktan panoptik sendikacılığa geçişin yaşandığı bir dönemdir ve kapitalizmin en çok muhtaç olduğu sendikacılık türleri de bu sendikacılıklar ve politikalarıdır.

İşçi sınıfını sınıf yapan ve sınıf bilinci edinmesinde etkili olan en önemli araç mücadeledir, eylemdir. Sermaye ve onun adına hareket eden devletin politikasının da temel amacı, felsefesi işçi sınıfını bu mücadele ve eylem yeteneğinden yoksun bırakmaktır. Bunun için de emekçileri, korsakof-emekçiye dönüştürerek belleksizleştirmeye çalışır. Zira, korsakof-emekçi, sermayenin iktidarını rahatlatır, pekiştirir. Kapitalist sistemin kendisini özüne uygun olarak yeniden restore edebilmesi için işçi sınıfını kütlesel olarak teslim alması, bunun için de belleksizleştirmesi ve kendisine olan güvenini kırması gerekir. İşsiz kalmamak için, mevcut konumu her ne pahasına olursa olsun koruma, hatta daha kötüsüne razı olma isteği emekçileri teslim almanın en etkili yöntem ve araçlarından biridir. İşsiz kalmamak ya da mevcut durumunu korumak için, büyük bir korkuya kapılan emekçi kütlesi, önce belleksizleşir, bildiği herşeyi unutur, sonra soyutlama yeteneğini yitirip, günlük düşünmeye başlar. Kuşkusuz, bütün bunlar da bir sınıf olarak hareket edebilme yeteneğini köreltir. Emekçi kütlesi, birer korsakof-emekçi toplamından oluştuğu için, bellek bozukluğu ve soyutlama yeteneğini kaybetmesine bağlı olarak, düşünme yeteneğinden yoksun olarak dikkatini de kaybeder, istemeyi, soru sormayı unutur, adeta iradesiz bir canlı varlığa dönüşür. Korsakof-sendikacılık belleksizdir, dünü hatırlamaz, mücadele ile kazanılacağı nedense aklına gelmez, gördüklerini yorumlayıp, algılayamaz, sorunlara konsantre olamaz, neyin ne için yapıldığına yönelik soru sormaktan kaçınır, iradesiz bir kurum olarak olduğu yerde dönüp durur, bu süreçte sermaye cephesine değil, kendisine zarar verir, kendisini zayıflatır, tüketir.

İşsiz kalmanın ya da mevcut durumu koruma kaygısının yarattığı korsokaf-emekçi, bozulmanın, çürümenin, kimliksizleşmenin, karaktersizleşmenin, yabancılaşmanın bir örneğini oluşturur. Bu korsakof-emekçiler, geçmişteki her güzel şeyi ve olanağı unutarak, birden asgari ücrete, uzun süreli çalışmalara, daha düşük ücrete, kötü çalışma koşullarına rıza gösterirler. Kendisinin değil de arkadaşının işten çıkarılmasına dua ederler. İşsiz kalmamak için işçi arkadaşları aleyhinde muhbirlik yapmayı, onlarla dayanışma yerine, rekabet etmeyi bir “erdem” bilirler. Böylece, korsakof-emekçi sınırlarını zorlayarak, bir üst rütbeye, panoptik-işçiye terfi ederler. Bu kez, sadece diğer işçilere değil, kendilerine de ihanet ederler. Zira, birer panoptik-emekçi olarak işverenden çok işveren olmuşlardır, ya da daha yaygın bildik bir deyimle, kraldan çok kralcı olmuşlardır. Korsakof-emekçilikten panoptik-emekçiliğe terfi eden bu emekçiler artık kapitalist sistemin istediği emekçi tipini oluştururlar. Bu emekçi tipinin ne denetlenmeye, ne de yönetilmeye ihtiyacı vardır. İşverenin beklediği herşeyi, içselleştirmiş bir emekçi olarak, en iyi şekilde, canla başla yerine getirmeye çalışırlar. Bu emekçi ne mesai saatlerini aksatmaya çalışır, ne işten kaytarmaya çalışır, ne verimsiz çalışmak için çaba gösterir; tersine bütün bunları en iyi yapmak için çaba gösterir. Tek amacı sahip olduğu işi korumak, yaşamını sürdürecek bir gelirden yoksun kalmamaktır. Böylece, artık nüfus olan gereksiz işsizler arasına girmekten kurtulur. Onur ve özgürlük gibi kavramlar bu panoptik-emekçi için anlamsızdır. Panoptik-emekçi, artık bir insan olmaktan çok bir canlı varlıktır, üretimin bir öznesi değil, nesnesidir. Panoptik-emekçi, bırakalım kendisi için sınıf bilincine sahip olmayı, kendinde sınıf için bir bilincin gerektirdiği asgari özelliklere bile sahip değildir. Panoptik-sendikacılık da işverenin beklentilerini, ondan hiçbir talimat almadan yerine getiren, onun isteklerine uygun davranan sendikacılık olup, temel amacı işçileri korumak değil, varlığını korumak adına işverene hizmet etmektir.

Korsakof-emekçi, panoptik emekçiye göre daha masumdur! Zira korsakof-emekçi, yokedilmek üzere ağır bir saldırıya uğramıştır, iradesi dışında davranılacak bir durum ile karşı karşıya bırakılmıştır. Panoptik-emekçi ise, kendi isteği ve iradesi doğrultusunda istenilenleri, gösterilenleri yapmaktadır. Bu nedenle, panoptik-emekçi, korsakof-emekçiye göre daha hain ve daha bozulmuş, kişiliksizleşmiş işçidir. Kapitalist sistemin ilk amacı, her zaman olmasa bile genellikle, korsakof-emekçi yaratmaktır, ikinci amacı korsakof-emekçiyi hızla panoptik-emekçiye dönüştürmektir. Korsakof-emekçi karşılaşacağı olumsuzluklara direnme isteği taşır. Bu nedenle, şiddeti karşı tarafa değil, bir “açlık” olarak kendisine yöneltir. Bu, sınıf bilinci açısından ilk körelme ve yanlış tutumdur. Zira, kendisini yokedecek uygulamanın kendisine, sınıf bilinci temelinde bir çıkış, karşı koyuş yerine, tepkiyi kendi varlığı üzerinde ortaya koyar. Kendi varlığı üzerindeki tepki, zamanla onu belleksizleştirir, soyutlama yeteneğini kısıtlar, böylece sınıf mücadelesinin dışına taşır. Kuşkusuz, bundan kurtuluş da mümkün olmakla birlikte, uğranılan “zarar” telafisi zor olan bir zarardır. Korsakof-emekçide her zaman sınıf mücadelesinin içinde yeralma isteği vardır. Böyle olduğu için de, özelleştirme politikası, felsefesi ve amacı korsakof-emekçi ile yetinmez, onu bir “üst” aşamaya zorlar, panoptik-emekçiye dönüşmesini ister. Çünkü, panoptik-emekçi, bir belleğe “sahip” olsa da, daha baştan teslim olmuştur ve iktidarı, denetimi içselleştirmiştir, korsakof-emekçinin taşıdığı potansiyel tehlikeyi daha az taşır.

Panoptik-emekçi sadece fiziki varlığını sürdürmesine yardımcı olacak herşeye rıza gösterir. Bu nedenle, yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları, daha az çalışma, örgütlenme, dayanışma gibi şeyleri aklının ucundan bile geçirmez. Sahip olduğu mevcut işi koruyabilmek için bütün bunlardan feragat eder. Kapitalizmin temel amacı, kendisine uygun böyle bir işçi yaratmaktır.

Kapitalizmin felsefesine uygun olarak “duruşunu” belirleyen panoptik-emekçi için en büyük “erdem”, istememektir! Ne daha yüksek ücreti, ne sendikalaşma hakkını, ne iyi koşullarda emekli olmayı istemek panoptik-emekçiye uygun düşer. Panoptik-emekçi için önemli olan her koşulda işsiz kalmamaktır, yani kara ölüm vebaya, işsizliğe yakalanmamaktır. Bu durum, sınıf bilincinin yokedilişinden, sendikaların işçi sınıfının birer kalesi olduğunu, sosyal güvenliğin geleceğe umut ve güvenle bakış olduğunu “inkardan” başka bir şey değildir. Kısacası bir yozlaşma, çürüme ve bozulma kadar sınıf mücadelesinin dışına “gönüllü” düşme isteğidir. Kapitalizmin bir emekçideki asıl tahribatı buradadır, başka yerde değil!

1995 yılına kadar süren kamu emekçileri mücadelesi korsakof-emekçilikten çıkıp, sınıf bilinci ile donanıp, kendisi için sınıf olmaya yöneliş mücadelesi olup, bunda da önemli yol katedilmiştir. Bu mücadeleyi daha örgütlü olarak sürdürmek ve bir üst eşiğe taşımak üzere de 1995 yılında KESK, bağlı sendikaları koordine etmeyi, tüm emekçilerin birlikte mücadelesi ve ortak örgütlenmesi hedefine bağlı kalarak emekçilerin işyerlerinde, işkollarında ortak mücadelesinin yaratılmasını ve bu doğrultuda ilişkileri kurmayı amaç edinmiş, bir tepe örgütü, çatı örgütü olarak kurulmuştur. Ne yazık ki, kurulduğundan bu yana, bağlı sendikaları harekete geçirecek önemli çıkışları zaman zaman yapsa da giderek bürokratik bir yapıya bürünen, bağlı sendikalar üzerinde etkisiz, günü kurtarmaya çalışan, içinde siyasal yapılanmaların çekişmesi nedeniyle yüksek bir enerji harcayan, ama bu enerjinin önemli bir bölümünü amaçları ve ilkeleri doğrultusunda mücadeleye yansıtamayan bir yapı özelliğine kavuşmaya başlamıştır. KESK ve bağlı sendikalar böylesi bir süreci yaşarken, kamu emekçileri kamu yönetimindeki reformların yarattığı panik ile şaşkına dönmüş, neoliberal rüzgarların istediği yönde eğilerek birer korsakof-emekçi olmaya başlamışlardır. Ne yazık ki ne KESK ne de bağlı sendikalar bu eğilimi algılayabilmiştir. Korsakof-emekçiliğe yönelişi algılayamayan KESK ve bağlı sendikalar doğal olarak bu sürece müdahale edip, onu tersine çevirememiştir. Böylece, 1995 öncesinin tüm kazanımları korsakof-emekçi tarafından unutulurken, reform adı altında yapılacakları da anlamamasına yolaçmış, bir atalet içinde, bekleyip görme politikasını benimsemesine neden olmuştur.

Kamu yönetiminde ve personel rejimindeki değişikliklerle kamu çalışanları tüm temel haklarını kaybedip, esnek çalışma adı altında yoğun bir emek sömürüsüne tabi tutulacakken ve bu değişikliklerle sendikal yapılar fiili olarak ortadan kaldırılırken, kamu emekçileri hızla korsakof-emekçiye dönüşürken KESK'in birkaç demeç, etkisiz mitingler ve yetersiz eğitim çalışmasının ötesine geçememiş olması, ne denli bir sosyal kontrol aracına dönüştüğünü ve sistemle uyumlulaştığını da gösterir.

Kapitalizmin korsakof-emekçi ve panoptik-emekçi oluşturmadaki en önemli araçlarından biri gardiyanlıktır. Gardiyanlık insan iradesini kırmak içindir ve hapsetmeyi temsil eder. Hapsetmek ise istemeyi unutturmak içindir. KESK, istemeyi unutturmaktadır. Oysa, istemeyi unutmak, bir emekçi için yolun sonudur, bir sendika ve konfederasyon için de çöküştür! Bu hapishaneye girmekten başka bir şey değildir. Bugün birer korsakof-emekçiye dönüşmüş olan kamu emekçileri işgüvenceleri, emeklilik hakları, iyi çalışma koşulları ellerinden alınırken buna karşı çıkmaktan çekinmekte, akıl tutulmasının bir sonucu olarak ne olacağını düşünmeyerek, mevcut haklarını korumakta bile isteksiz davranmaktadır. Kuşkusuz, kapitalizm kendisine uygun bu emekçi tipini yaratmak için çaba sarfedecektir. Ancak, emekçilerin örgütleri olan sendikalar tam da bu aşamada büyük önem taşırlar. Emekçileri koruyacak birer kale işlevi görürler. Emekçiler güven ve umut vererek, istemesini öğretirler. Ne var ki bunu sadece gerçek anlamda sendika olanlar yaparlar. Son on yıl, KESK ve bağlı sendikaların gerçek anlamda sendika olmaktan uzaklaştığı bir dönem oldu.

Sendikacılıkta bir yol ayrımına gelmiş olan KESK, Mayıs ayı içinde yaptığı kongre ile ne yazık ki bir düş kırıklığı yaratmış, cansız, ruhsuz, heyecansız bir kongre olmanın ötesinde önemli işaretler bırakmıştır. KESK, bu kongre ile korsakof-emekçiliğe, korsakof-sendikacılığa karşı güçlü bir karşı koyuşun işaretlerini değil, tersine bir yönelişin işaretlerini vermiştir. Bu nedenle, KESK'i panoptik-sendikaya dönüştürmemek için tabandan, duyarlı, militan, öncü kamu emekçileri mücadelesi aracılığı ile ayakları üstüne oturtmak gerekmektedir. On yıllık deneyim, mevcut yönetim anlayışları ile daha iyiye değil, daha kötüye gidileceğini göstermektedir. Kamu emekçilerini birer korsakof-emekçiden panoptik-emekçiye dönüştürecek olan yıkım yasalarına karşı genel grevi örgütlemeyen sendikalar artık birer panoptik sendikaya dönüşmüş olacaktır. KESK'i kurtarmak için genel greve, genel greve gitmek için KESK'e şiarı şimdi çok daha anlamlı olmaktadır Zira, bu bir varolma, yokolma sorunudur. Hem sendikalar hem de emekçiler için.

------------------------------------------------------------------------------------------

Faşist Türk Metal çetesi MESS patronlarıyla kol kola işçileri silahsızlandırıyor...

“İşçi işverenle elele devrim (mi) yaptı”?!

Türkiye'de işçi sendikalarının başına çöreklenen sendika bürokrasisi yıllardır işçi sınıfını sırtından hançerliyor. Bir geçim kapısı haline getirdikleri bu alanda uğursuz bir rol oynuyorlar. Kimileri bunu “vatan millet Sakarya” edebiyatıyla yapıyor, kimisi “çağdaş sendikacılık”, “ulusal çıkarlar” adı altında, ve başka kimileri de “devrim” gibi büyük bir kelimenin ardına saklanarak yapıyor. Ekonomik Sosyal Konsey (ESK) gibi kurumlarda, toplumu birbiriyle uzlaştırma, sosyal barışı sağlamak adına biraraya geliyorlar, kararlar alıp hayata geçiriyorlar. Fakat kimileri de hiçbir şeyin ardına saklanma gereği dahi duymadan bu işi daha da ileriye götürmüş, yeni “projeler”e imza atmış durumdalar. Sözünü ettiğimiz Türk Metal çetesinin MESS ile birlikte bir süredir hayata geçirmiş olduğu projedir.

Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ve Türk Metal Sendikası işçilere dönük beş yıldır bir eğitim programı yürütüyor. Şu ana kadar eğitim alan işçi sayısı 30 bine yaklaşmış durumda. 120 bin işçinin hedeflendiği bu proje, aileleriyle birlikte yaklaşık 500 bin kişiyi etkiliyor.

Hürriyet'in 22 Mayıs tarihli İnsan Kaynakları ekinde Mine Kılıç bu konuyu köşesinde irdelemiş. “İşçi işverenle el ele devrim yaptı” başlıklı yazıda, sözkonusu projenin konu başlıklarını öğreniyoruz: İnsan ilişkileri, iletişim, uzlaşma teknikleri, toplam kalite yönetimi, dönüşen çağda değişen endüstri ilişkileri, genel ekonomi, sendikal ilişkiler ve Atatürkçülük.

Projeyi MESS Eğitim Vakfı yürütüyor. Projede eğitime katılan bazı işçilerin eğitimden sonraki görüşlerine de yer verilmiş. Birkaç işçinin görüşünü okuyalım önce:

Gebze'de çalışan Kaya Kömürcü: “İşçi kesimi olarak işverenle karşılıklı iyi niyet ve güveni bozmamamız gerekiyor. Kendimizi lafla peynir gemisinin yürümeyeceğine inandırmalıyız.”

Gebze'den Nevzat Uğuz: “Aldığım bilgiler üretime bakışımı etkiledi ve sorunların çözümünün kedimizde olduğunu gördüm.”

İzmir'den Mehmet Galip Kaya: “Aramızda iletişim kurabilsek sorunlar kendiliğinden çözülecek. Türkiye'nin sorunu ast-üst arasındaki iletişim kopukluğu. Bu durum işyerlerine yansıyor.”

İzmir-Habaş'tan Ali Ekber Tali: Bedenlerin değil fikirlerin savaştığı bir çağda yaşıyoruz. Dünyaya at gözlüğüyle bakan, kendini yenilemeyen, fikir üretemeyen, iletişim kuramayan, bilime önem vermeyen toplumlar çağın gerisinde kalır”

Arçelik Endüstriyel İlişkiler Yöneticisi Hasip Kurt'un şu sözleri ise projeye dair hiçbir yorum gerektirmeyecek kadar açık ve net: “Eğitim alan işçiler işyerlerinde değişim yaratmaya başladı. İstihdam, milli gelir, gelir dağılımı, rekabet, kalite, verimlilik, dünya ve Türkiye gerçekleri hakkında konuşmaya, rakamlar vermeye başladılar. İşçi-işveren ilişkilerinde adeta yeni bir sayfa açıldı. Çalışanlar diyalog içinde tartışıyorlar, çözüm önerileri sunuyorlar.”

Türkiye'de “toplam kalite yönetimi” tam da Sovyetler Birliği'nin dağıldığı, “Yeni Dünya Düzeni” çığırtkanlığının ortalığı kasıp kavurduğu, kapitalizmin ebediliğini ilan ettiği ‘90'ların başında gündeme geldi. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla dizginlerinden boşalan kapitalist düzen bütün dünya emekçileri ve halklarına savaş açmış, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek üretim ve kuralsız keyfi çalıştırmayı dünya ölçüsünde hayata geçirmeye başlamıştı. Bütün bu kapsamlı saldırılar tam da Türk Metal çetesi ile MESS'in ortak projelerinin politik argümanlarına büründürülerek hayata geçirildi.

Bütün fabrikalar İSO 9001 üretim programlarıyla yenilendi. ‘91'de kurulan Kalite Derneği, (Kalder) başarılı patronlara kalite ödülleri vermeye başladı. “Önce kalite”, “Her şey daha iyi-verimli bir üretim için”, “her şey müşteri için” vb. adı altında uygulanan kalite politikaları beyinlere bir şırınga gibi enjekte edildi. Taşeronlaştırma, sigortasız-sendikasız düşük ücretle 10-13 saat çalıştırma, ekonomik hakların gaspedilmesi moda haline geldi. En son kölelik yasasıyla birlikte bu kapsamlı saldırılar yasal güvence altına alındı. Buna karşı çıkan, buna direnenler de çağdışı, geri kafalı olmakla suçlandı. Bütün bunların sonucunda işçiler sormayan, sorgulamayan, birbiriyle rekabet ederek birbirini ispiyonlayan, üretimden başka bir şey düşünmeyen makinenin birer parçası haline getirildi.

Emek-sermaye çelişkisinin daha da keskinleşeceği ekonomik-sosyal saldırıların daha da artacağı bir döneme girilirken, işçi sınıfını bilinçlendirip aydınlatmak, örgütlemek büyük bir önem taşıyor. Sendika ağalığının geldiği süreç ve faşist Türk Metal çetesinin patronlarla kol kola yürüttüğü “bilinç bulandırma projesi” teşhir edilmeli, mücadele konusu yapılmadır. Başta işçi sınıfının öncü güçleri olmak üzere devrimcilere ve komünistlere büyük görevler düşüyor.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: “Yeni Dünya Düzeni” ile birlikte sendikalarımızın başına çöreklenen bu ağalar patronları, patronlar bu ağaları ayrı dünyaların insanları değil, aynı geminin yolcuları olarak görmeyi öğrendiler. Bunu kimileri “işçi sınıfı artık ölmüştür, yerine çalışanlar demeliyiz” derken, başka kimileri de “Üretim araçlarını seviyorum, fabrikamı seviyorum. Artık kahrolsun yerine, sevgiyi çıkaracağız. Patronlarla çıkarlarımız birdir” vb. diyerek teorize etmeye başladılar.

Türkiye'nin işçi ve emekçileri komünist işçi partisiyle buluştuklarında, bu hain sendikacıların uşaklığını yaptıkları patronların gemisini batıracaklar, sömürü düzenini onlarla birlikte tarihin çöplüğüne gömecekler.

Bir metal işçisi