23 Nisan 2005
Sayı: 2005/16 (16)


  Kızıl Bayrak'tan
  Hükümet krizinden kriz hükümetine
  1 Mayıs’ta Kadıköy’deyiz!
  TKiP İstanbul İl Komitesi’nden 1 Mayıs çağrısı
  BDSP’den 1 Mayıs için çağrı
  Sendika bürokratlarının 1 Mayıs’ı
devrimci özünden arındırma çabası
sürüyor
  Faşist saldırılara karşı
1 Mayıs’ta alanlardayız!
  “İşçiler birlik, halklar kardeş olmalı!”
  Sağlık emekçileri iş bıraktı
  “Maliye emekçileri bu yasayı uygulamayacak!”
  Kıbrıs sorunu, Ermeni soykırımı, Öcalan’ın yeniden yargılanması
ve AB
  Erdoğan kasap Şaron'un huzuruna
çıkmaya hazır!
  Emekçilere düşmanlığın sembolü: Turgut Özal
  Ulusal sorun ve Kürt hareketi/11 : “Tarihi Ortadoğu sentezi”: BOP ekseninde “karma demokrasi”
 Ekvadorlu emekçiler rejime geri adım
attırdı
Emperyalist güçler arası çatışma BM
üzerinden dışa vuruyor

 İstanbul Liseli Gençlik Platformu 1 Mayıs pikniğinde buluştu

 Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için
1 Mayıs’a!
 Ankara BDSP’nin 1 Mayıs çalışmalarından
İzmir BDSP’nin “1 Mayıs’a Doğru Birlik
ve Dayanışma Pikniği”
Adana BDSP’nin 1 Mayıs çalışmaları
Özerk demokratik üniversite için
1 Mayıs’ta alanlara!
ODTÜ’de eylem ve etkinlikler
Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ulusal sorun ve Kürt hareketi/11

“Tarihi Ortadoğu sentezi”: BOP ekseninde “karma demokrasi”

H. Fırat

Hatırlanacağı gibi çağımız “demokratik uygarlık çağı” idi ve insanlık bu mutlu çağa 21. yüzyılla birlikte girmiş bulunmaktaydı. Fakat onun kökleri 20. yüzyıldaydı ve daha 1950'li yıllara dayanmaktaydı. Avrupa'nın insanlığa büyük “özeleştirisi”nin ürünü olan AB, bu yeni çağın ilk meyvesi olmuştu. Kapitalizmi ve devleti aşmakta kattetiği mesafeye rağmen AB, bireycilik ve “etik yoksunluğu” türünden bazı kusurları nedeniyle bu yeni uygarlığın ancak “sağ kanadı” olabilirdi. “Demokratik uygarlığın sol kanadı” olma onuru ise Ortadoğu'nundu ve bu onuru ona kazandıran insanlık tarihi içindeki çok özel yeriydi. “ Sınıflı-devletli toplum ” bu topraklarda doğmuştu, ölümü de bu topraklarda olacaktı. “ Toplumun kök hücreleri burada ”ydı; “ uygarlık başlatıcıları ve sürdürücülerinin kökleri burada ”ydı ve “ ilahları buralı ”ydı. Bu durumda “ Er geç evlat baba ocağına dönecek, evdeki hesaplar yeniden görülecekti...

Nitekim daha şimdiden olan da bu olmuştur; “ ABD'nin misyonuna yaraşır bu rol Büyük Ortadoğu Projesi ile ” “uygulama safhasına girmiştir ” bile. Yeni uygarlığın halen “sağ kanadı”nı oluşturan Avrupa'yı İkinci Dünya Savaşı sonrasında ayağa kaldıran ve böylece AB şahsında “demokratik uygarlık” yoluna yönelten Marshall Planı ile bizzat ABD olduğuna göre, ‘89 çöküşü sonrasında dünyaya “yeni dünya düzeni” adı altında çeki düzen vermeye çalışan aynı ABD'nin bunu bu kez Ortadoğu'da “ Büyük Ortadoğu Projesi ”yle yapmaya yönelmesi de anlaşılır bir durumdu. Belli ki bu çaba büyük bir “tarihi sentez”e vesile olacak, Ortadoğu'nun “5000 yıllık” kötü talihi böylece yenilecek, “demokratik uygarlığın sol kanadı”bu topraklarda ete kemiğe bürünecekti. Bu tarihi gelişmenin sonuçları Ortadoğu'nun da ötesine taşacak, yaşanacak “tarihi sentez” dünyanın toplamı için de örnek bir çözüm modeli oluşturacaktı.

“Tarihi sentez”in Ortadoğu halkları ile ABD arasındaki büyük tarihi uzlaşmadan doğacağını, ABD'yi buna yönelten açmazlar ile zorunlulukları, halkların “ilkeli uzlaşmalarla” bunları değerlendirme sorumluluğunu ve tüm bunları tamamlayan birçok noktayı ve bir sürü ayrıntıyı görmüş bulunuyoruz.

Şimdi artık sözkonusu “tarihi sentez”in somutta nasıl vücut bulacağını izleyip görme aşamasındayız.

Demokrasi üzerine orijinal görüşler

Uygarlık “demokratik uygarlık” olduğuna göre, onun somutlaşmış biçimi olarak “demokrasi” de apayrı bir önem ve anlam taşıyor demektir. Peki Abdullah Öcalan dünyaya da örnek bir model olmasını umduğu “tarihi sentez” çerçevesinde Ortadoğu için nasıl bir demokrasi “model”i öngörüyor acaba? Bunu kuşkusuz her zamanki gibi dolaysız olarak kendisinden dinlememiz gerekecek.

Fakat öncelikle teorik ve yöntemsel bazı sorunlar var burada. Bunları tartışmanın yeri henüz burası değil ama kısa ön değinmeler sınırlarında bile olsa ele almadan geçmek de olanaklı değil. Abdullah Öcalan, birçok başka toplumsal ve siyasal sorun gibi, devlet ve demokrasi sorunlarını da sınıf ilişkilerinin nesnel mantığı içinde değil, fakat tümüyle kendi öznel, keyfi ve içi boş ahlaki ölçüleri içinde ele alıyor. Yani o, genel olarak tarihsel-toplumsal gelişmeyi ele alışta olduğu gibi bu konuda da bilimsel bakış ve ölçülerin tümüyle dışındadır ve baştan sona öznel idealist safsata alanındadır. Örneğin o, toplumsal bir üstyapı kurumu olan devleti sınıf mantığı, niteliği ve işlevinden tümüyle keyfi bir biçimde koparıyor, toplum ve sınıflar üstü soyut bir kötülük kaynağı haline sokuyor, bütün zamanlar içinde devamlılığını sürdüren kendi başına buyruk keyfi bir “canavar” (sık kullandığı ifade ile “Leviathan”) olarak sunuyor. Fakat artık bildiğimiz gibi bundan çıkara çıkara, ezilenlerin iktidar mücadelesinden kategorik olarak uzak durmaları ve etki sınırlarını demokrasi lehine bir parça daraltmaya çalışsalar bile yine de bu aynı “canavar”a (kurulu düzenin mevcut devletine!) saygıda kusur etmemeleri gerektiği sonucunu çıkarıyor.

Devleti sınıf niteliğinden ve işlevinden soyutlamakla o, Abdullah Öcalan, temelde, artık reddetme noktasına geldiği sınıf gerçeği, ilişkileri ve mücadelesinden dikkatleri uzaklaştırmak istiyor. Ona göre devlet, belli sınıf ya da sınıflar lehine, onların çıkarları doğrultusunda, öteki sınıfları baskı ve denetim altında tutan bir baskı aygıt olduğu için değil, fakat kendi içinde bir kötülük olduğu için reddedilmelidir. Bununla birlikte bu reddediş, emekçiler ve ezilenler bakımından kendini yalnızca her türlü devlet iktidarı mücadelesinden ilke olarak uzak durmak olarak göstermeli, bu arada mevcut devlete karşı tutum, demokratik hak ve özgürlükler yoluyla ezilenlere soluklanabilecekleri bir alan açmak çabasının ötesine asla varmamalıdır. Bununsa “devlet reformu” liberal istemi olarak formüle edildiğini geçen bölümde görmüş bulunuyoruz.

Özetle soyut planda canavarlaştırılan devlet, somut planda emekçilerin saygıda kusur etmemeleri ve ilkeli uzlaşmalarla reforma tabi tutmaları gereken bir sevimli varlığa bir anda dönüşüveriyor. Bu tutumda gerçekte bir çelişki de yoktur; zira ilki (canavarlaştırma) emekçileri iktidar mücadelesinden ilelebet uzaklaştırmak için ne kadar gerekliyse, ikincisi de onları kurulu düzene ve devlete eleştirel itaate razı etmek için o denli gereklidir.

Abdullah Öcalan'ın demokrasi sorununa yaklaşımı da devlete yaklaşımından farklı değildir. O bu konuda da tümüyle bilim dışı ve tümüyle safsata alanındadır. Zira hiçbir iktisadi-sınıfsal (aynı anlama gelmek üzere bilimsel) ölçü kullanmamaktadır. Ona göre demokrasi bir devlet biçimi değil, fakat devletin dışında bir olgudur ve başlı başına bir “sistem”dir. Neden peki? Nedenine ilişkin ciddiye alınır herhangi bir izah yok ortada. Bu gibi durumlarda “ben demokrasinin bir devlet biçimi olduğuna inanmıyorum” demek yetiyor Abdullah Öcalan'a ve bu onu iddiasını gerekçelendirme sıkıntısından kendiliğinden kurtarıyor. O demokrasinin bir devlet biçimi olduğuna inanmadığı gibi sınıf niteliği olabileceğine de inanmıyor. Fakat bu onun sözün denk düştüğü, ya da sözünü ettiği olgunun gerektirdiği durumlarda, sınıf niteliği olan demokrasiler de olabileceğini kabul etmesine hiçbir biçimde engel değil (bir seçmeci dilenci çorbası örneği oluşturan “yeni sistem”de hemen herşey duruma ve ihtiyaca göre mutlaka var, orada yok yok!). Yine de şu konuda tutarlı bir ısrar içinde: Bizim demokrasimizin sınıf niteliği olmayacak, bizim demokrasimiz bir devlet biçimi de olmayacak, bizim demokrasimiz devletin dışında, fakat hemen onun yanıbaşında, ona karşıt değil tersine gereğince saygılı ve onu kendi cephesinden tamamlayan bir şey olacak... Ne sadece devlet ve ne de sadece demokrasi, “bir devlet +bir demokrasi”! Onun orijinal formülü işte budur.

Safsatadan ve savunulan düşüncenin içyüzünün anlaşılmaması için kasıtlı biçimde yaratılan karmaşadan ayırıp gerçekte neyi kastettiğine, savunulanın ne tür bir “demokrasi” olduğuna baktığınızda, ortaya çıkan kabaca şudur: “Devletin etki alanını daraltma”ya dayalı bu pek gizemli “demokrasi”, gerçekte demokratik biçimi içinde burjuva devlet iktidarının kendisi, ya da bildiğimiz şekliyle klasik burjuva demokrasisidir.

Burjuva demokrasisi, temel demokratik hak ve özgürlüklerle, bunların anayasal ve yasal güvencelere kavuşturulması yoluyla, burjuva devletinin etki ve davranış alanının belli ilke ve kurallar çerçevesinde sınırlandırılmasından başka bir şey değildir. Bu, emekçilere örgütlenme, söz, basın, toplantı ve gösteri vb. özgürlükler sağlamakla kalmaz, buna yönelik demokratik örgüt ve kurumlaşmaları da olanaklı kılar. Burjuva demokrasisine anlamını veren sanıldığı gibi genel oy ve parlamento değil, fakat temelde emekçilerin bu türden hak ve kazanımlarıdır. Tüm bu hak ve kazanımlar burjuva devletin etki ve davranış alanlarının belli sınırlar içinde ve belli kurallar çerçevesinde kısıtlanması demektir (Abdullah Öcalan'ın “devletin etki sahasını daraltmak” dediği şeyin kendisi). Ve tersinden, despotik ve faşist biçimi içinde burjuva devleti, tüm bu sınırlamalardan kurtulmuş devlet demektir. Bunun için devletin omurgasını oluşturan militarist-bürokratik aygıtta esasa ilişkin bir değişiklik gerekmez, temel demokratik hak ve özgürlükleri gaspedip bunu bu özgürlüklerin ürünü kurum ve örgütlenmelerin tasfiyesi ile birleştirdiniz mi, elinizde gerici-faşist biçimiyle çıplak burjuva diktatörlüğünün kendisi kalır.

Bizde hiçbir zaman gerçek burjuva demokrasisi olmamış olsa da, burada sözünü ettiğimiz işlemi zihinde somutlamak için askeri darbelerle yapılanın ne olduğuna bakmak yeterlidir. Fakat tarihte sözünü ettiğimiz duruma uyan daha çarpıcı örnekler var. 1920'lerin Weimer Cumhuriyeti Almanya'sı biçimsel burjuva demokratik hak ve özgürlükler bakımından, anayasal ve yasal planda ideal bir burjuva demokrasisi örneği idi. İşçi sınıfı ve emekçiler temel demokratik hak ve özgürlüklere ve bunun ürünü sayısız kurumlaşmalara ve her türden örgüte sahiplerdi. Hitler faşizmi, tüm bu hak ve özgürlüklerin biçilmesi, demokratik ve siyasal örgüt ve kurumlaşmaların ezilmesi demekti. Fakat konumuz açısından önemli olan nokta, Hitler'in bunu Weimer Cumhuriyeti'nin bürokratik-militarist aygıtını olduğu gibi devralarak yapmasıdır. Bu aygıt ele geçirilmiş, dış çeperi oluşturan demokratik kurumlardan arındırılarak yerine faşist örgütler konulmuştur.

Daha da dikkate değer olanı ise, savaş sonrası dönemde gerek Almanya ve Avusturya'da gerekse İtalya'da, yeni “demokratik” devlet aygıtının tam da faşist devlet aygıtının her türlü kalıntısıyla yeniden kurulmuş olmasıdır. Bu kurumlar planında olduğu gibi devlet görevlileri planında da böyledir. Buna rağmen ortaya çıkan şey devlet biçimi yönünden burjuva demokrasisi idi ve ona bu niteliğini veren, işçi sınıfı ve emekçilerin temel demokratik hak ve özgürlüklerinin yeniden tanınması, anayasal ve yasal güvencelere kavuşturulmasıydı. Yani devletin her dönem omurgasını oluşturan aynı bürokratik-militarist aygıtın “etki alanı”nın yeniden sınırlandırılması/ “daraltılması” idi. Yeni biçimi içinde eski aygıta burjuva demokratik niteliğini veren de tamı tamına buydu.

İktidarın burjuvazinin elinde olduğu ve bunun temelde militarist-bürokratik aygıta dayandığı, ama bu aygıtın etki alanının emekçiler lehine demokratik hak ve özgürlüklerle sınırlandığı bu demokrasi, bildiğimiz burjuva demokrasisidir. Bu demokrasi, yalnızca burjuvazinin sınıf egemenliğini temsil ettiği ve onun sınıf çıkarlarına hizmet eden baskı aygıtına dayandığı için değil, fakat emekçilere tanınmış hak ve özgürlükler tümüyle biçimsel kaldığı için de, burjuva sınıf niteliğine dayalı bir demokrasidir. Demokratik hak ve özgürlükler emekçiler payına biçimsel kalır, zira bunlara anlam ve işlev kazandırabilecek iktisadi güçten emekçiler yoksundur. Bu iktisadi güç burjuvazinin elindedir ve burjuvazi bu güce dayanarak demokratik hak ve özgürlükleri boşa çıkarma, etkisiz ve işlevsiz kılma olanaklarına ayrıca fazlasıyla sahiptir.

Mevcut sınıf ve mülkiyet ilişkilerine hiçbir itirazı olmayan, tersine onları sonsuza kadar süreklileştirmekten yana olan Abdullah Öcalan'ın demokrasisi de, en ideal biçimi içinde bile bildiğimiz burjuva demokrasisinden başka bir şey değildir (AB'yi “demokratik uygarlığın” ilk temsilcisi ilan etmek, örtülü biçimde bunu bizzat itiraf etmekten başka nedir ki?). Ama o buna rağmen aynı şeyi başka bir ambalaj içinde sunmaya kalkıyor. Sözde ezilenlerden yana “yeni sistem”in içyüzünün tüm kabalığı ile anlaşılmaması için bu tür bir karmaşaya ve gizemlileştirmeye ihtiyaç duyuyor. Öyle ya, düşünülebilecek hemen tüm sorunların çözümünün sihirli anahtarı olarak sunulan bu yeni türden “demokrasi sistemi”, bildiğimiz burjuva demokrasisi olarak, yani çıplak sınıf niteliği ile sunulursa, bu durumda buna dayandırılan onca iddianın herhangi bir ciddiyeti ve inandırıcılığı kalır mı? İğreti cilası kazınır kazınmaz içyüzü bütün kabalığı ile ortaya çıkıyorsa eğer, bu tür bir ambalajlama neye yarar ki diyeceksiniz. Bir şeylere yaradığını pratik yeterli açıklıkta göstermiyor mu? Bununla neyin başarıldığını görmek için 6 yıldır durumun iyi-kötü nasıl idare edilebildiğine ve bu arada tüm bu safsataların “yeni PKK”nin yeni programı olarak şu günlerde piyasaya sürülebilmesine bakmak yeterli değil midir? Elbette iyi-kötü sınıf bilincine sahip Kürt burjuvazisi ve orta sınıfları için burada herhangi bir aldanma yok, herşey gerçekte çok iyi algılandığı halde basitçe aldanıyor görünme var. Böyle görünmek onların iki kere çıkarına. İlkin yeni yönelim tümüyle kendi sınıf çıkarlarına ve tercihlerine uygun düştüğü için ve ikinci olarak, hareketin esas kitlesini oluşturan Kürt emekçileri “yeni sistem” adı altında gizemlileştirilmiş bu burjuva görüş ve düşüncelerle aldatılabildiği için.

Demokrasi sorununa ilişkin olarak şimdilik zorunlu ön değinmeler sınırlarında tutulmuş bu kısa açıklamaların ardından artık ABD müdahalesi zemininde ve “ Büyük Ortadoğu Projesi ' kapsamında ele alınan “tarihi sentez”e, bu “sentez”in ürünü olacak ve tüm dünayaya model oluşturacak yeni Ortadoğu demokrasisine geçebiliriz.

“İç içe” demokrasi ya da tüm zamanlar için devrimin reddi

“Tarihi sentez”in ürünü olacak ve tüm dünyaya model oluşturacak Ortadoğu demokrasisi öncelikle halklar cephesinden “devlet odaklı olmamalı”, yani işin aslında onlar payına tümüyle iktidarsız bir demokrasi olmalıdır, diyor Abdullah Öcalan: “ ... Birinci plandaki görev, halkların devlet odaklı olmayan komünal toplum ve demokratik duruşundan kalkarak demokratikleşmeyi yürütmek, geliştirmek ve niteliksel kılmaktır. Devlet odaklı olmamayı ilkesel olarak ele almak gerekir. Toplumsal özgürlük devlet odaklı çalışmayla çelişir. Devlet odaklı çalışma ancak tahakkümcü güçler adına yürütülebilir. Özgürlüğü esas alan toplumsal güçlerin tahakkümle ilişkili olmak değil, karşı olmak gibi temel bir görevi olduğundan, devlet dışı politika olarak demokratizme odaklanmaları gayet anlaşılırdır...” (Bir Halkı Savunmak, s.195)

Bu, “tarihi sentez”in ürünü olacak yeni demokrasinin temel önemde birinci koşuludur. Halklar hiçbir durum ve koşulda iktidar talep etmeyecek, bunun için savaşmayacak, tersine, onu “tahakkümcü güçler”e, yani halihazırdaki egemen sınıflara ve onların arkasındaki emperyalist güçlere bırakacak, kendileri payına yapıcı demokratik muhalefetle yetineceklerdir. Halklar bundan öteye geçmeye kalkar, hele hele iktidar olma heveslerine kapılırlarsa, “tahakkümcü güçler”le aynı konuma düşerler, oysa halklara “tahakkümcü” olmak yakışmaz! Bu siyasal demagoji bile değil, fakat yalnızca halkları kurulu düzen karşısında uysallığa ve bu arada haddini bilmeye çağıran papazca bir ahlaki vaazdır.

İkinci temel koşul, tarihten çıkarılan temel önemde “teorik” dersle bağlantılıdır. Felsefi uzantıları da olan bu dersi dinlemeden önce, buna geçişi sağlayan temel önermeyi okuyalım: “ Hakim sistemin iktidar ve demokrasi çalışması ne denli yoğunlaşırsa, özgürlük güçlerinin demokrasi çalışması da o denli iç içe ve bazen karşı karşıya kalınarak yürütülür. ” (s. 196)

... o denli iç içe ve bazen karşı karşıya ” sözleriyle ve “özgürlük güçleri” adına tanımlanan bu tutum ya da hareket tarzı, “halkların seçeneğini oluşturmak” türünden yaldızlı lafların ardına gerçekte neyin gizlenmeye çalışıldığını bir kez daha gözler önüne sermektedir. “Hakim sistem” burada (elbette bölgedeki işbirlikçilerinin oluşturduğu bloklarla birlikte) bizzat ABD'nin kendisidir. Abdullah Öcalan açıkça, ABD ve işbirlikçileri ile elele verilmeli, Ortadoğu'nun yeni siyasal düzeni bu işbirliği içinde şekillendirilmelidir, diyor. Yani sözkonusu olan gönüllü ABD işbirlikçiliğinin teorize edilmesinden başka bir şey değildir. “Bazen karşı karşıya” kalmak bu işbirlikçi konumla çelişen bir durum değildir kuşkusuz; zira “iç içe” olmak ve işbirliği halinde çalışmak, burada esas olandır ve öte yandan, her işbirliği çabası içinde elbette zaman zaman karşı karşıya gelişler de olacaktır. Nitekim biz bunu TC-ABD ilişkilerinden çok iyi bildiğimiz gibi, Irak'taki işbirlikçi Şii kastın ve Güneyli Kürt liderlerin zaman zaman ABD ile karşı karşıya gelişleri örneği üzerinden de halen sıcağı sıcağına izlemekteyiz. Kaldı ki “yeni sistem”ın felsefi ve politik mantığı içinde bu türden bir karşı karşıya geliş, hiçbir biçimde uzlaşmaz mücadele ya da kavga demek değildir; fakat yalnızca, çok geçmeden “ilkeli uzlaşmalarla” bir çözüme bağlanacak geçici ve iğreti sorunlar demektir.

Sözkonusu olanın temelde “iç içe”lik olduğunu cümlenin dolaysız olarak bağlandığı tarih dersinden daha açık ve tam biçimde görebiliriz ve şimdi bunu okuyoruz: “ Tarihte İngiliz, Fransız ve Rus devrimlerinin içine girdikleri hataları yapmamak çok önemlidir. O da her iki tarafın demokratik çalışmalarının ne birbirini inkar ve yoketmek, ne de birbirlerinin içinde erimek gibi bir faciaya, büyük tarihsel bir yanlışlığa -zoraki doğruluk da denebilir- düşmemeye büyük özen göstermek gerekir. İki demokrasi arasında hem ilişki hem çelişki olabilir. Yine iç içe bir arada olabilecekleri gibi karşı karşıya da olabilirler. Esas olan, inkarcı ve yoketme eğilimiyle iç içe eriyerek tekleşme tehlikesine düşmemektir...” (s. 196)

İnsanlık tarihinin kilometre taşlarını oluşturan büyük devrimlere kategorik bir karşıtlıkla yüzyüzeyiz burada. Söze önce “ devrimlerinin içine girdikleri hataları yapmamak... ” türünden fazlasıyla masum duran bir ifade ile başlanmaktadır. Bu kadarına elbette bir şey denilemez. Büyük devrimler de çeşitli hatalı tutumlar sergileyebilirler ve bunlar da devrimci pratiğin sunduğu muazzam deneyimlerin bir parçası olarak ele alınmalı, irdelenmeli ve gelecekte tekrarlanmamalıdır. Bu doğru tutumun klasik örneğini bize bizzat Marks'ın kendisi, Paris Komünü'nün dersleri üzerinden vermektedir. Lenin ise Paris Komünü'nün Marks tarafından saptanmış hatalarını döne döne eleştirel bir temelde yinelemekle kalmamış, Rusya'daki devrim sürecinin her aşamadaki hatalı tutumlarını da genel deneyimlerinin bir parçası olarak irdeleyip ortaya koymuştur. Bugün dünya komünistlerinin önünde bir bütün olarak 20. yüzyıl devrimlerinin eleştirel bir değerlendirmesini yapmak, hatalı düşünce, tutum ve pratikleri kapsamlı bir eleştiriye tabi tutmak ve geleceğin mücadeleleri içinde aşmak sorumluluğu durmaktadır.

Bütün bunlar yeterince açık. Gelgelelim Abdullah Öcalan tümüyle başka bir şeyden sözetmektedir. O devrimlerin hatalarını tartışmamakta, devrimin bizzat kendisini hatalı bulmaktadır. “Taraflar” çatışmak ve birbirilerini tasfiye etmek yerine birlikte yaşama yolunu tutmalılardı denilirken, red ve mahkum edilen devrimden başka nedir ki? Büyük devrimler şahsında karşı karşıya kalan “taraflar” uzlaşmaz sınıflardır ve bunların çatışma yerine uzlaşmayı seçmesi devrimden vazgeçilmesi, eski düzenin en fazla reformdan geçirilerek böylece sürdürülmesidir. Fransız Devrimi sınıf olarak soyluluğu ve onun siyasal üstyapısı olarak krallığı “red ve inkar” etmeseydi , “büyük devrim” olarak anılmak bir yana basitçe devrim olamazdı. “Rus Devrimi” ilk aşamasında Çarlığı ve ikinci aşamasında burjuvaziyi ve onun arkasına saklanmış soyluluğu red ve inkar etmeseydi ondan geriye ne kalırdı ki? “Taraflar”ın uzlaşmasını kural olarak savunmak, devrimlerin kategorik olarak red ve inkar edilmesinden başka bir şey değildir.

Dolayısıyla yargımızı yineliyoruz; Abdullah Öcalan'ın karşı çıktığı “ devrimlerinin içine girdikleri hatalar ” değil, fakat bizzat devrimlerin kendisidir. Bunu kanıtlamak için bu kadarlık bir çabaya bile gerek yoktu aslında. “İktidar odaklı” mücadeleyi her dönemin ezilenlerine kategorik olarak yasaklayan ve bunu da “ilkesel değerde” sayan tutumun bizzati kendisi, tüm zamanlar için devrimlerin de kategorik olarak red ve mahkum edilmesi ile tamı tamına aynı anlama gelmektedir. Bu, İmralı sorgucularınca ısmarlanan “yeni sistem”in en karakteristik yönüdür, bir bakıma özü ve özetidir. Devrim dönekliğinin bu boyutlara, devrimlerin toplu inkarına vardırıldığı pek az örnek vardır herhalde. Bugünün Türkiye'si bir dönekler mezarlığıdır; ama bu büyük kitleyi oluşturanlar, hiç değilse ezici çoğunluğuyla, toplumun devrimci dönüşümü olarak devrimi bugün red ve mahkum ediyor ve bunu da genel olarak proleter ve halk devrimlerine düşmanlık ile birleştiriyor olsalar bile, yine de insanlık tarihini ileriye taşıyan devrimleri kategorik olarak reddetmeye işi vardıramazlar, buna cesaret edemezler.

Peki kendisinin en azından “kemalist devrimi” savunduğunu bildiğimiz Abdullah Öcalan bunu niye yapıyor? Çünkü o kurulu düzene teslimiyetinin teorisini, felsefi temelleri de olan bir “yeni sistem” kılıfı içinde sunmak yoluna gidiyor. Emperyalist sistemin ve kapitalist düzenin ayakta kalmasını, burjuvazinin bir sınıf olarak hükmetmeye devam etmesini, tarihsel ve felsefi olarak mazur gösterebilecek bir yeni teoriye ve felsefeye ihtiyacı var onun. Devrimin bugün bir çözüm yöntemi ve çıkış yolu olmadığını kendince sağlam temellere oturtabilmek için, bunun aslında tüm zamanlar için ezilenler payına bir çıkış yolu olmadığını, zaten hayatın mantığına da uymadığını iddia etmesi gerekiyor. Bu ihtiyaç, bu zorunluluk, Abdullah Öcalan'ın Kürt hareketi üzerinde halen de sürmekte olan etkisinden gelmektedir. Bu etkiyi kullanarak Kürt hareketini yumuşak yollarla (ve sık sık övünç konusu yaptığı gibi) felsefi temelleri de olan “yeni bir paradigma” ile düzene kanalize edilebilmesi gerekmektedir. Bu gereklilik onu yeni felsefi yorumlara yöneltmekte ve sonuç, bu yeni felsefenin mantığı gereği, devrimlerin kategorik olarak inkarı olabilmektedir.

O henüz Leslie Lipson aşamasındayken, devrimler geçmişte gerekli ve işlevseldi, fakat günümüzde artık değil diyordu ve bunu demekle de gerçekte Leslie Lipson'u yinelemiş oluyordu. İmralı'daki zorunlu “inziva yılları” beraberinde derinleşmeyi getirdi ve gelinen yerde devrimlerin kategorik olarak reddi, bu derinleşmenin vardığı dip noktası oldu. Devrimleri temelden reddebilmek için, devrimlere temel oluşturan sınıf antagonizması gerçeğini, sınıf ilişkilerinin toplum yaşamındaki belirleyici rolünü ve sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmenin belirleyici motor gücü olduğu gerçeğini de inkar etmek gerekir. Nitekim bunların tümü de Abdullah Öcalan tarafından “yeni sistem” kapsamında eksiksiz olarak yapılıyor.

Sınıf antagonizması, temel sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, nesnel toplumsal bir durumdur ve tarihi olarak devrimler bu karşıtlıktan doğarlar. Abdullah Öcalan ise bütün bir insanlık tarihi tarafında doğrulanmış bu toplumsal gelişme yasası yerine “yeni felsefe” adı altında papazca vaazı geçirmektedir. “Taraflar” birbirlerini tasfiye etmek yerine karşılıklı olarak birbirlerinin varlıklarına ve haklarına saygı göstermek yoluna gitsinler ve böylece barış içinde birarada yaşasınlar diyor.

Tez, antitez ve sentez üçlüsü ”nün bayağılaştırılması üzerinden bunun felsefesinin nasıl yapıldığını daha önce görmüştük (bu dizinin 7. bölümü). “Taraflar”ın birbirlerine karşılıklı saygısı, “tez” ile “antitez”in ilkeli uzlaşması, böylece ortaya her ikisinin de içinde varlıklarını sürdürebildikleri bir sözde “sentez” anlamına geliyordu, “yeni sistem”in yeni felsefesinde. Yeni felsefe bunu maddenin ve enerjinin korunumu yasası ile de ilişkilendiriyor, yoktan birşey yaratılamayacağı gibi varolan birşey de yokedilemeyeceğine göre, “tez” ve “antitez”in, birbirlerini yoketmeleri yerine, “sentez”de varlıklarını sürdürmeye devam etmeleri en mantıklı olan durumdur deniliyordu. “ Zıtların birbirini yok ederek geliştiği doğru değildir. Diyalektiğin bu kuralında olan, tez ve antitezin sentezde varlıklarını daha zengin bir oluşum içinde sürdürdüğü biçimindedir.” (Bir Halkı Savunmak, s.18-19)

Bu felsefi bayağılaştırmanın incelemekte olduğumuz konu üzerinden sonuçlarını görmek için devrimlere ilişkin olarak yukarıya aldığımız parçaya dönüp yeniden bakmak yeterlidir. Fakat referans tarih üzerinden verilse de konu tümüyle günceldir ve ABD müdahalesi zemininde Ortadoğu'da nasıl bir demokrasinin kurulması gerektiği üzerinedir. Bu çerçevede devrimlerin mantıksal reddi temelinde ortaya konulan orijinal teorinin Ortadoğu'daki güncel durum için orijinal sonucu, “iç içe demokrasi” ya da “karma demokrasi” olmaktadır. Fransız Devrimi bunu soyluluk ve ruhbanlarla, Ekim Devrimi bunu soylular sınıfı ve burjuvazi ile sağlayamadıkları için, “facia” boyutlarında hatalı davranmışlardır. “Facia” nitelemesi burada bizzat devrimin kendisi içindir. Zira sözkonusu devrimler şahsında “iktidar odaklı” mücadeleye girilmiştir ve yönetenler iktidardan alaşağı edilmişlerdir. Sorunların çözümü eski düzenin efendileriyle ilkeli uzlaşmalar zemininde değil, fakat onları iktidardan alaşağı eden ve silip süpüren sosyal devrimlerde aranmıştır. Sınıf ve mülkiyet ilişkileri, iktidar ilişkileriyle birlikte baştan aşağı değiştirilmiştir. Oysa kural olarak bu yapılmamalı, “iktidar odaklı” mücadeleden ilkesel düzeyde geri durulmalı, bunun yerine demokrasinin sınırlarını genişletme mücadelesi verilmeli, böylece tarihsel “facia”lardan sakınılmalıydı. Bu durumda “taraflar”dan biri tasfiye olmaz, tersine, her ikisi (tez ve antitez) sınırları genişletilmiş demokraside (“zengin oluşum”un ifadesi bir “sentez”de) varlıklarını sürdürme olanağı bulmuş olurlardı.

Ortadoğu'da “tarihi sentez”: “Karma demokrasi”...

Bu yeni felsefi yaklaşımın “ Büyük Ortadoğu Projesi ” kapsamında ve Ortadoğu somutundaki meyvesine gelince, işte şimdi tam oradayız ve büyük devrimlere ilişkin olarak yukarıya aktardığımız paragrafı hemen izleyen paragraftan, buna ilişkin görüşleri okuyoruz:

“Ortadoğu'da gelişecek demokrasinin karma bir nitelikte olması güçlü bir olasılıktır. Hem burjuva feodal, hem toplumsal emekçi sınıfların, grupların taleplerini iç içe içermesi sözkonusudur. Tek başına burjuva demokrasisi dönemi geçmiştir. Zaten hiçbir zaman saf haliyle uygulanmamıştır. Tek başına toplumsal halk güçlerinin demokrasisi de yalnız başına uygulanmamıştır. Tabii bu tanımlar toplumsal halkçı demokrasilerle burjuva demokrasilerinin ayrı ayrı hiç olmayacağı anlamına gelmez. Her halk grubu kendi demokrasisini yoğun yaşar, yaşamalıdır. Ne kadar kendi öz demokrasisini içselleştirirse, diğer grup ve sınıflarla ortak bir demokrasiyi de o denli daha ilkeli ve tecrübeli yürütebilir, değiştirebilir, dönüştürebilir.” (s.196)

Böylece “iç içe” ya da “karma demokrasi”nin ne anlama geldiğini somut olarak görmüş oluyoruz. Geçen sayıdaki bölümden hatırlanmalıdır; ABD müdahalesi çerçevesinde muhtemel senaryolar ele alınırken, işlerin “tek taraflı sistem iradesiyle yürütülmesinin çok zor olması” gerçeğinin beraberinde “öte taraf”ın iradesini de hesaba katmayı getirdiğini ve bir zorunluluk olarak gerektirdiğini, ABD'nin de bunun bilinciyle hareket ettiğini söylüyordu Abdullah Öcalan. Bu “karma yapılı” bir çözüm olanağı demekti. Ve işte “karma demokrasi”, bu çözümün somutlanmış biçiminden başka bir şey değildir. Bu demokrasi “ne tam burjuva-feodal ne de halk demokrasisi biçiminde olacaktır” (s. 197), fakat “hem burjuva feodal, hem toplumsal emekçi sınıfların, grupların taleplerini iç içe içerecek” tir. “Taraflar” birbirlerini tasfiye etme yoluna gitmeyecekler, tersine birlikte ve iç içe, her iki “taraf”ın da çıkar ve istemlerini temsil eden “karma demokrasi” içinde, barış ve işbirliği halinde yaşamayı sürdüreceklerdir.

Ortadoğu'da somutunda “taraflar”, bir yanda, arkasındaki emperyalist güçlerle birlikte “burjuva feodal” sınıflar ve öte tarafta, sınıflardan değil fakat “ özgür birey, etnik grup veya cemaat ”lerin belirsiz ve şekilsiz bir toplamı olarak “Ortadoğu halkları”dan oluşmaktadır. Gelişmiş toplumlar sözkonusu olduğunda yukarıdaki parçadan “feodal” ibaresini atarsanız, böylece “karma demokrasi”nin tüm dünya için model oluşturacak genelleşmiş biçimine ulaşmış olursunuz. Fakat işte bunun kendisi, tüm sömürücü egemen sınıf düzenlerindeki demokrasinin de kendisidir. Bu demokrasinin bütün kesimlerin talep ve çıkarlarını belli bir karşılıklı denge içinde temsil ettiği söylemi, egemen sınıf sözcülerinin bildik söylemidir. Bu dengeyi kendileri lehinde geliştirmek istiyorlarsa eğer, “demokratik düzenin kaide ve kuralları çerçevesinde” emekçi sınıfların da “demokratik siyasal yaşama” ağırlıklarını etkin biçimde koymaları gerekir diye eklerler aynı egemen sınıf sözcülerinin liberal eğilimli olanları. Bu söylemlerle onlar kendi “demokrasi”lerinin sınıf niteliğini gizlemiş olurlar; onu sınıflar üstü, “ortak kamu çıkarına dayanan”, (bizde yeni dönemde çok kullanılan ifadeyle) “sosyal taraflar”ın çıkar ve istemlerini belli bir dengeyle temsil eden ideal siyasal düzen olarak sunarlar.

Abdullah Öcalan'ın kendi orijinal terminolojisi içinde söylediği de gerçekte bundan başka bir şey değildir. Fakat incelemekte olduğumuz somut alan (Ortadoğu) ve sorun (ABD'nin emperyalist müdahalesi) sözkonusu olduğunda, onun söyledikleri burjuva liberalerinin olağan zamanlarda söyledikleri kadar masum değildir. O halihazırda söylediklerini ABD'nin emperyalist müdahalesine sunduğu destek çerçevesinde söylemektedir ve önerdiği “karma demokrasi”nin siyasal zemini, ABD'nin Ortadoğu'ya getirme iddiasında bulunduğu yeni siyasal düzenden başka bir şey değildir. Nitekim az ilerde ABD müdahalesinin ardından Irak'ta gelişen “demokrasi”, tüm bölge için genelleştirilecek demokrasinin de “prototipi” olarak olumlanmaktadır. Buna ilişkin satırları bütünlüğü içinde okuyoruz:

“Irak daha çok Araplar'ın ve hatta Ortadoğu'nun demokrasi laboratuarı olmaya adaydır. Hemen hemen bölgedeki tüm etnik, dini, mezhebi, siyasi, sosyal olguları bağrında toplaması bu laboratuar olma özelliğini pekiştirmektedir. ABD ve ortaklarının giderek derinleşecek çabalarıyla alttan çeşitli etnik, mezhebi ve sosyal grupların artan demokratikleşme inisiyatifleri, bu ülkeyi demokrasi açısından stratejik bir konuma getirmektedir. Zengin bir tarih ve petrol doğru kullanılırsa, demokrasi için de bir fırsat olabilir. Kürtler'in demokratik federalizmi dayatması, varlıklarının ötesinde bölge çapında önemli sonuçlara yol açacaktır. Demokratik Irak Federasyonu ileride daha da kendini duyuracak Demokratik Ortadoğu Federasyonu'nun prototipi olabilir. Bu nedenle gelişmeler çok önem taşımaktadır. Irak'taki çözümler Ortadoğu çapında genelleşebilir.” (s. 198)

Bu sözlerdeki olumlama yeterli açıklıktadır ve görüldüğü gibi burada, ABD'nin Irak'taki Kürt çözümüne hiç de “ikinci İsrail” ithamı içinde yaklaşılmamaktadır, tersine buna da son derece olumlayıcı bir vurgu yapılmaktadır. (“İkinci İsrail” ithamını Abdullah Öcalan, Türk devletini kültürel haklar sınırlarında bir reforma ikna etmek amacı çerçevesinde, “Atina savunması” nda kullanmakta ve çok daha vurgulu bir biçimde son dönemin avukat görüşmelerinde yineleyip durmaktadır. Abdullah Öcalan'ın ABD'nin Ortadoğu müdahalesine karşı olduğu türünden tümüyle yanlış bir izlenim yaratabilen bu konuyu, Kürt sorunu kapsamında ayrıca ele alacağız).

Daha da ilginç olanı, Afganistan'ın da Orta Asya için demokrasinin prototipi olarak olumlanmasıdır: “Afganistan deneyimi tüm Orta Asya için Irak benzeri bir prototip olabilir. Orta Asya'yı en çok değişime zorlayacak etken Afganistan'daki demokratikleşme deneyimi olacaktır.” (s.99) Ortadoğu'da Irak ve Orta Asya'da Afganistan!.. Emperyalist savaşa hedef olan ve ABD liderliğindeki emperyalist işgal güçleri tarafından yönetimlerine el konulan bu iki ülke, Abdulah Öcalan'ın “karma demokrasi”sinin halihazırdaki “prototip”lerini oluşturmaktadırlar. Bu olgu, Abdullah Öcalan'ın Ortadoğu'ya ilişkin tüm ufkunun ABD'nin “Büyük Ortadoğu Projesi” ekseninde oluştuğunun dolaysız bir yeni kanıtıdır. Bu “karma” ve “örnek” demokrasinin dinamiklerini önceki bölümde görmüş durumdayız. Bu dinamikler dıştan “ABD ve ortakları” ve içten “bölge halkları”dır. Fakat “prototip” olarak sunulan Irak ve Afganistan örnekleri açıkça gösteriyor ki, “bölge halkları” denilince anlaşılması gereken gerçekte yerel işbirlikçi güçlerden başkası değildir.

Öte yandan, devlete onca atıp tutmanın ve demokrasi üzerine onca güzellemenin ardından, çözümün “burjuva-feodal sınıflarla” ortaklığa ve (elbette “burjuva-feodal” devletin gözetimine ve denetimine!) dayalı bir sözde demokrasiye bağlanmasının biçimsizliğinin Abdullah Öcalan da farkındadır. O bunu ilkin kendince yeni bir çağ tanımlaması (“devletten demokrasiye geçiş çağı”!) ile hafifletmeye çalışıyor:

“... Demokrasilerde klasik tahakkümcü devlet olamaz. Devletle demokrasi bu temel çerçevede ancak birlikte bulunabilir. Mevcut çağ koşullarında ne tümüyle klasik devlet, ne tümüyle demokratik yönetim olanakları vardır. Bu anlamda çağımız da devletten demokrasiye geçiş çağıdır diyoruz. Geçiş çağlarında genellikle geçmişle gelecekteki temel kurumlar birarada yaşarlar. Feodalizmle kapitalizmin iç içe yaşadığı dönemler gibi.”(s.196)

Demek ki “burjuva-feodal sınıflarla” ortaklığa dayalı o pek özgün Ortadoğu demokrasisi bu “geçiş çağı” esprisi içinde bir anlam kazanmaktadır. Aynı şey, Irak ve Afganistan'ın bölgeleri için örnek olarak sunulan “demokrasi”lerdeki baskın güçler olan ortaçağ artığı yarı-feodal öğeleri (etnik, dini, mezhepsel ve aşiretsel) için de geçerli olmalıdır.

Abdullah Öcalan “tarihi sentez”den doğa doğa bu türden bir ucube “demokrasi”nin doğmuş olmasına ilişkin ikinci hafifletici izahını ise şöyle yapıyor: “Ortadoğu'nun yakın dönem somutlaşması olarak bu öngörüler açık ki halkın demokratik ve komünal sistemi açısından ideal olanı vermemektedir; bir dönemlerin sosyalist ütopyası gibi ideal kalmaktadır. Ama daha gerçekçi bir idealdir...” (s. 199).

“Daha gerçekçi bir idealdir” , zira başarı getirmeyeceği gibi “toptan kazanayım derken toptan kaybetme” ile sonuçlanması mukadder olan “bir dönemlerin sosyalist ütopyası” peşinde koşmak yerine, bir yandan gelecek “ideal”i olarak tümüyle zararsız bir “demokratik ve komünal sistem” güzellemesi ile oyalanmayı ve öte yandan da, kurulu düzen ve devletle (ve onların arkasındaki emperyalizm ile) ilkeli uzlaşmalar içinde hiç değilse günü kurtarmayı sağlamaktadır.

Ortadoğu'da kadın ve çevre sorunları: Ahlaki vaazların yeni versiyonları...

Abdullah Öcalan “demokrasi sorunu”nun ardından kadın sorununa geçiyor. Bu aynı bölümde konunun ikinci bir kez ele alınışı anlamına geliyor. Bu kez amaç “kadın özgürlüğü” üzerine çözümü güya somutlaştırmaktır: “Ortadoğu uygarlığında kadın olgusu tüm toplumsal sorunların çözümünde odak durumundadır. Kısa tarihsel gelişmesini tekrarlamaksızın önümüzdeki dönem için temel sloganımız, bu sefer için üçüncü büyük cinsel kırılmayı erkek aleyhine gerçekleştirmek olmalıdır.” Fakat bunun nasıl olacağına/başarılacağına ilişkin herhangi bir açıklama göremiyoruz bu anlatımın devamında. Bunun yerine kitapta sayısız kez tekrarlanan ahlaki vaazın bu kez kısa tutulmuş bir yeni versiyonu var. Böyle olunca çözüm adı altında sunulanlar, iyi dilekler ya da boş temenniler olarak kalıyor.

Sorunun ne toplumsal kaynağına ve ne de bu kaynağı kurutacak çözümüne ilişkin herhangi bir açıklama bir yana, “burjuva-feodal sınıflarla” işbirliğine dayalı “karma demokrasi” koşullarında, “kadın özgürlüğü” üzerine söylenen herşey basitçe bir samimiyetsizlik örneği olmaktan da öteye gidemiyor. Mollalara, aşiret reislerine, mezhep ve cemaat temsilcilerine, tarikat şeflerine, özetle bilcümle Ortaçağ artığı güçlere dayanan, hiç değilse bunları önemli bir “taraf” olarak içeren bir “demokrasi”den kadın özgürlüğü adına ne beklenabilir ki? Ne beklenebileceğini Afganistan ve Irak örnekleri bize bütün açıklığı ile sunmuyor mu?

Dahası var. Abdullah Öcalan'ın savunduğu her görüşü ele almak olanağımız olmadığı için şu ana kadar sözünü etmediğimiz orijinal görüşlerinden biri de tarikatlara ilişkindir ve bu konuda söyledikleri doğrusu “kadın özgürlüğü” üzerine söyledikleriyle bir arada pek hoş bir tablo oluşturmaktadır. Öteki bölümlerdeki ayrıntılar bir yana; Ortadoğu'da “üçüncü büyük cinsel kırılmayı” bu kez kesin olarak “erkek aleyhine gerçekleştirmek” ten sözeden o pek kadın özgürlüğü yanlısı vaazdan yalnızca bir sayfa önce ve “karma demokrasi” sorunu çerçevesinde, “tarikat ve mezhepler”in Ortadoğu'nun “sivil toplum örgütleri” olarak demokrasiye dahil edilmeleri gerektiği, bölgede bunlarsız demokrasi düşünülemeyeceği, zira “toplumsal örgü”nün büyük oranda etnisitenin yanısıra dine dayandığı söylenmektedir bize (s.197-198).

Kadın özgürlüğü üzerine konuşan bir kimse için, eğer bir nebze olsun samimi ve tutarlı olmak istiyorsa, ortaçağ ideolojisine ve kurumlarına karşı savaş vazgeçilmez bir tutum olmak zorundadır. Bu ideoloji ve kurumların tasfiyesi ya da hiç değilse etkisiz kılınması elbette kendi başına kadını kurtarmaz. Ama bunlarsız da kadın özgürlüğü, burjuva demokratik sınırlarda bile (ki bu kadının erkekle biçimsel eşitliğinden öte bir şey değildir), düşünülemez. Kadın özgürlüğünün yeni peygamberliğini oynayan Abdullah Öcalan ise yalnızca bir sayfa önce “Din ve etnisite” yeni “karma demokrasi” de “biraz daha modern siyasi ve sivil toplum örgütleri halinde temsil edilebilir” demekte ve bir sayfa sonra “kadın özgürlüğü” üzerine ahlaki vaazlara geçebilmektedir.

Ayni papazca vaazları kadın sorununun ardından “ekoloji” sorununda da dinlemekteyiz. Sorunun kaynağı ve dolayısıyla çözümü üzerine toplumsal temellere dayalı yine tek kelimelik bir izah yok. Bunun yerine insanoğlunun acımasızca doğayı nasıl tahrip ettiği ve artık nihayet bir “ekolojik bilince” ulaşarak buna neden bir son vermesi gerektiği üzerine içi boş öğütler ve temenniler var. Bir de şu türden vecizeler: “Belki Ortadoğu'nun kanlı sorunları karşısında ekolojik sorunlar fantezi gibi gelebilir. Ama unutmamak gerekir ki, bu kanlı, açlıklı ve işsizlikli sorunlara ekolojiye ihanet edilerek gelindi. Hekimliğe dayanmadan nasıl sağlıklı bir tedaviden bahsedilemezse, ekolojiye dayanmadan da sağlıklı bir toplumluluktan bahsedilemez. Dolayısıyla demokratik ve özgür cinsiyetli toplum kurulamaz.” (s. 202)

Ortadoğu bugün hala toplumsal acılar ve sorunların kıskacında kıvranıyorsa, bunun tek nedeni değilse bile (ki burada bu ihtiyat payını biz koyuyoruz) temel bir nedeni de “ekolojiye ihanet” tir, “cennet hayalini yaratan alanları çöle çevir” mektir. Çözümse doğayla barışmak, yeniden ona dönmektir...

Papazca vaaz derken biz işte bunu kastediyoruz!

“Ortadoğu'nun alternatif toplumunda ekonomi, sınıf ve sosyalleşme...”

Ve nihayet, “tarihi Ortadoğu sentezi” çerçevesinde ve “yeni sistem”in içyüzünün anlaşılması bakımından son derece dikkate değer bir başka soruna gelmiş olduk. Konu, Ortadoğu'da ekonomi ve sınıflara (buna başta işsizlik olmak üzere sosyal sorunlara da denebilir) ilişkin düşüncelerdir. Bu konuya geçen sayıda şöylece bir değinmiştik. Sergilenen yaklaşım, Tayyip Erdoğan'ın Kürt sorunu üzerine ünlü vecizesini hatırlatan türdendi. Sınıfların toplum yaşamlarında esasa ilişkin bir önem taşımadıklarını, Ortadoğu'da ise bunun neredeyse tümden ihmal edilebilir düzeyde olduğunu dile getiren veciz görüş, sonuçta şuna bağlanmaktaydı: “... Sınıf mücadelesinin en doğru biçimi, sınıflaşmayı ideolojik ve pratik olarak yaşamamaktır. Bunun da adı özgür birey, etnik grup veya herhangi bir cemaat gibi yaşamaktır.” (s. 165)

Ortadoğu'yu ele alan bölümün sonuçlar kısmında ve “karma demokrasi” ile “kadın özgürlüğü”ne ayrılmış sayfaların hemen sonrasında, söz nihayet “ekonomi, sınıf ve sosyalleşme” sorunlarına geliyor. Söylenenleri olduğu gibi aktarıyoruz:

“Ortadoğu'nun alternatif toplumunda ekonomi, sınıf ve sosyalleşmenin nasıl olması gerektiğini fazla anlamlı bulmuyorum. Daha çok çözümlenmesi gereken konular ele alınanlardır (yani “karma demokrasi”, “din ve etnisite”, “kadın özgürlüğü”, “ekoloji” vb'dir -HF). İşçiliği işsizliği ve köylülüğü tanımak değil, tanımamak gerçek devrimciliktir. Bu sınıfsallıkları ağa ve patronun kulları olarak düşünmek gerçeğe daha iyi yaklaştırır. Özgürlük, işçiyi ve köylülüğü ekonomik olmasa bile, zihniyet ve demokratik politikada aştığı oranda gerçekleşir. Zorunluluktan ötürü işçi ve köylü olunur. Özgürlük zorunluluğun aşılması ise, o zaman işçi ve köylü olmayı aşacaksın. Gerçek sınıf mücadelesi bu zihniyetle ve demokratik tarzla yürüdüğünde, eşitlik olarak sosyalizm de o zaman gerçek anlamını bulur. İşsizlik demokratiksizliğin ürünüdür. Demokratik olmasını bilen bir toplum işsiz üretemez. Nerede çok işsizlik varsa, orada o kadar demokrasisizlik var demektir. İşsizlik olgusu genelde sınıflı uygarlığın bir illeti, hastalığıdır. Ona karşı çıkmayı bilen insan ve topluluklar hiçbir zaman işsiz kalamaz. Hiçbir iş bulunamazsa, en yüce iş, demokrasi işi olduğuna göre herkese de en yüce iş var demektir. İyi bir demokrat ol, özgürlük için savaş; göreceksin ki, ömründe bir saat bile avare, işsiz kalamıyorsun. Demokrasi savaşını veremeyen halklar, topluluklar her zaman avare, ırgat ve işsiz olacaklardır. O halde bir toplumu, bir bireyi ne kadar demokrasi mücadelesi için eğitip örgütleyerek eyleme sokarsak, o denli işsizliğe, avareliğe, ayyaşlığa ve tembelliğe karşı mücadeleyi kazanmış olacağız.” (s. 201)

“Ekonomi, sınıf ve sosyalleşme” sorunları üzerine gerçek bir safsata örneği bu uzun parçayı (ki izleyen ve aynı şeyleri yineleyen daha kısa bir paragrafla birlikte konuya ilişkin söylenenlerin toplamıdır bu) irdelemek ve eleştirmek için değil, konuyu bütünlemek, yani “Ortadoğu'nun alternatif toplumunda ekonomi, sınıf ve sosyalleşmenin” nasıl ele alındığını göstermek için buraya aktarmış oluyoruz. İnanıyoruz ki arzulan sonuç bakımından sadaece aktarılması bile yeterlidir bu görüşlerin. Abdullah Öcalan'ın “yeni sistem”inde ekonominin ve sınıfların nasıl ele alındığı üzerinde elbette durulabilir, ama burada değil. Şimdilik, ancak safsata olarak nitelenebilecek bu görüşlerin temelde kapitalist düzenin savunusuna dayandığını, sistemi aklamayı ve son tahlilde tüm sorunların temeldeki kaynağını oluşturan sınıflar gerçeğini gözlerden gizlemeyi amaçladığını, bunu yaparken de yukardaki kadar, hatta yer yer ondan da beter gülünçlüklere düşüldüğünü burada hatırlatmakla yetinelim.

“Devrimcilerin rolü nerede kaldı denilirse...”

Ve böylece “tarihi Ortadoğu sentezi”nin sonuna gelmiş oldu. Nerede sözü çokça edilen o orijinal “tarihi Ortadoğu sentezi” diye soracak olanlara yanıtımız şudur: Teorisi ve politik açıklamasını görmek isteyenler, burada Abdullah Öcalan üzerinden ne verildiyse dönüp ona bakmak ve onunla yetinmek zorundadırlar. Zira söylenenlerin bundan ötesi yok ya da yalnızca teselli aracı olarak işe yarayabilecek “demokratik komünal toplum ideali”anlamında var. “Tarihi Ortadoğu sentezi”nin pratikteki somutlanışını görmek isteyenlerse, bizzat Abdullah Öcalan'ın yeterli açıklıkta işaret ettiği gibi, dönüp Afganistan'a ve Irak'a bakmalı, orada olup bitenler üzerinden “Ortadoğu'nun alternatif toplumu ”nu görmeye, ABD ile halklar arasındaki tarihi uzlaşma ve işbirliğine dayalı büyük “tarihi sentez”i çözmeye çalışmalıdırlar.

Aslında Abdullah Öcalan da yaşanacak hayal kırıklığının bilincindedir. Nitekim sondan bir önceki sayfada, ABD'ye karşı gerekli olan “yeni Vietnamlar” değil, fakat akıllı, anlamlı ve ilkeli uzlaşma ve işbirliği arayışıdır dedikten, hep tekrarladığı bu tutumu Ortadoğu'ya ayrılmış bu uzun bölümün (s. 143-205) sondan bir önceki sayfasında bir kez daha yineledikten sonra, aniden peki “devrimcilerin rolü nerede kaldı denilirse” diye söze giriyor ve yanıtı hemen ardından şöyle veriyor: “(Devrimcilerin) her şeyden önce çizmeye çalıştığımız bu sosyal bilim gerçeklerine ulaşmayı bilmeleri gerekir.” (s.203)

Demek oluyor ki, devrimci olmak, Abdullah Öcalan'ın ortaya koyduğu ve bizim de kaç bölümdür üzerinde durduğumuz “sosyal bilim gerçekleri”ni bilmek ve uygulamaktır. Yani “yeni Vietnamlar” sevdasını bir yana bırakarak emperyalist işgalcilerle (ve onların yerel uzantılarıyla) “ilkeli uzlaşmalar” çerçevesinde elele vermek, işbirliği halinde “karma demokrasi”yi geliştirmektir. Bu durumda ve bu ölçülere göre, bugün Ortadoğu'nun en tutarlı ve başarılı devrimcileri, herhalde Celal Talabani ile Mesut Barzani'den başkası değildir. Abdullah Öcalan'ın devrimcilik tanımı üzerine başka ne söylenebilir ki?

***

Aslında “tarihi Ortadoğu sentez”ine ilişkin konumuz biçim yönünden hala da bitmiş değil. Zira Abdullah Öcalan ilgili bölümün sonuna doğru (s. 203) konuyu/seçenekleri yeniden özetleme ihtiyacı duyuyor ve üç seçenek sıralıyor. Üçüncüsü “geleceğe yönelik ütopya” olarak sunulan bu seçeneklerin ilk ikisini biz buraya kadar yeterli ayrıntı da zaten ele almış bulunduğumuz için burada yeni bir yineleme gerekli değildir. Bunun yerine, ABD emperyalizmi ile işbirliğine dayalı “karma demokrasi” görüşünü oldukça açık bir biçimde bir kez daha ortaya koyan bu bölümü (emperyalist küreselleşmeye verilen hararetli desteğe özellikle dikkat çekerek) ekte okurlarımıza olduğu gibi sunmak yoluna gidiyoruz.

(Devam edecek...)

-----------------------------------------------------------------------------------------

Ek

ABD ile “ilkeli uzlaşma”ya dayalı “karma demokrasi” seçeneği

Abdullah Öcalan

Özetle Ortadoğu halklarının demokratik uygarlığa geçiş çağında belli başlı üç seçeneği bulunmaktadır.

Birincisi, varolan statükonun -kurulu düzenin- olduğu gibi devam etmesidir. 20. yüzyılın denge sisteminden yararlanarak varlığını sürdüren düzenin sonuna gelinmiştir. Reel sosyalizmin çözülüşüyle hem hızlanan, hem de tek kutupluluğun ağırlık kazanmasına yol açan güncel kriz durumu ABD'nin hegemonyası altında kaos imparatorluğuyla aşılmaya çalışılmaktadır. Üçüncü büyük küreselleşme hamlesi bu döneme denk gelmektedir. Bilim ve teknolojik devrimle çığ gibi büyüyen arz fazlalığı yoksul kitle engeline takılmaktadır. Küreselleşme bu çelişkiyi çözmeden amacına ulaşamaz. En temel engel olarak ulus devletin statükocu yapısı görülmektedir. Bu yapıların bireyselleşme, liberalleşme ve demokratikleşme temelinde aşılarak yeniden yapılanması giderek ağırlık kazanmaktadır.

Halk yığınları için hem olumlu hem olumsuz yanları olan bu gelişme, demokratik uyanışı ve hareketlendirmeyi hızlandırmada objektif bir etken olarak görülebilir. Dolayısıyla hem sistemin hegemonik gücü, hem de alttan halkların artan uyanışı ve hareketliliği statükoyu gittikçe sürdürülemez kılmaktadır. Çözümsüzlüğü bir yaşam tarzı haline getirmeye çalışan, zorlanınca yüzüne makyaj çalan ve zaman zaman provokasyonlarla ömrünü uzatmaya çalışan statüko gittikçe tecrit olmaktadır. Eskiden olduğu gibi arkasında ABD ve Rusya'ya dayalı sistemlerin desteğini bulamadığı için daha da hırçınlaşan düzen, adeta patinaj yaparak zaman öldürmektedir.

Eskinin sahte sağ ve solcu demagojilerini kullanarak da sonuç alması mümkün görünmemektedir. Ne faşizm ne de totalitarizmle devletin ve toplumun kontrolü eskisi gibi destek bulabilir. Halkların gün geçtikçe desteğini yitiren statükocu ulus devletin giderek çözülmesi, üst tabakasının yeni hegemonik yapıyla bütünleşmesi, alttaki halk yığınlarının ise demokratik düzen arayışları bu zoraki seçeneği devre dışı bırakacaktır. Ortadoğu'da güncel olarak yoğun yaşanan bu süreç, gittikçe ağırlaşan sorunların çözümüne tam götürmese de, engel konumundan çıkartması mümkündür. Özellikle Mısır başta olmak üzere tüm Arap devletleri, Pakistan, Türkiye ve İran statüko ile değişim arasında bocalayıp durmaktadırlar. Önlerindeki sürece ilişkin net kararlarını verememektedirler. Fakat üstten ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin, alttan halkların demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplum projesinin yoğunlaşan etkisi altında değişim sürecine girmeleri güçlü bir olasılıktır.

İkinci seçenek, pratik yanı ağır basan sınırlı karma demokratik düzen seçeneğidir. Emperyalizmin geçmişte tek taraflı iradesi ile yapılandırdığı düzen kurma çağı geçmiştir. Yeni hegemonik güç olarak ABD'nin benzer tek taraflı iradesi ile düzen kurup sürdürmesi zor bir olasılıktır. Buna karşılık çeşitli ulusal toplulukların yakın çağda kurdukları ulus devlet düzenleri de sorun çözme yeteneklerini kaybettikleri gibi, hem içte hem dışta sorunların kaynağına dönüşmüş bulunmaktadır. Sistemler arası denge döneminde bir arada tam bağımsız duruşlar gittikçe zorlaşmaktadır.

Çağ karşılıklı bağımlılığı öne çıkarmaktadır. Üçüncü büyük küreselleşme hamlesi bu süreci hızlandırmaktadır. Uluslararası dönem yerini şirketler arası döneme bırakmaktadır. Ulus devlet şirket devlete dönüşmektedir. Ulusal sermaye yerini şirketler arası sermayeye bırakmaktadır. Diğer yandan yerel kültürler büyük canlılık göstermektedir. Yerellik yükselen bir değer olmaktadır. Dönem bu etkenler altında küresellik ve yerelliğin öne geçtiği çağ olarak tanımlanabilir. Bu olguya denk gelen siyasi sistem ise, ne eskinin gelişmiş ulus burjuva demokrasileri ve faşizm ne de geri ulusların reel sosyalizm ve ulusal kurtuluş totalitarizmleri olabilir; iç içe iki düzenin bir arada yaşamasına dayanan karma nitelikli demokrasiler olabilir. Ulusal ve yerel ölçekli toplumsal grupların demokratik ittifakları en geçerli yöntem olmaktadır. Sağ ve solun eski tek partili kendi iç ve devlet yönetimleri yerini çok partili, demokratik etkili yönetimlere bırakmaktadır. Böylelikle temsil kabiliyeti bulan her grup küresel sistemle daha yakından temas edebilmekte, akışkanlık artmakta, arz fazlası emilmektedir.

Dünya genelinde yaşanan bu süreç Ortadoğu ülkeleri için gittikçe daha çok olasılık haline gelmektedir. En eski statükolu yapıların aşılma zorunluluğu bu seçeneği güncel kılmaktadır. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi bu önemli ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Ortadoğu halklarının ise tek başına öz demokrasilerini geliştirebilecek bilinç ve örgütlülükte olamayışları, iradelerinin oldukça parçalanmış olması, yeni uyanma ve harekete geçme durumları tek taraflı bir demokratik seçenek oluşturmalarını güçleştirmekte, geleceğe yönelik ütopya olarak bırakmaktadır. Buna rağmen ilkeli uzlaşma için kendi iç demokrasilerini özenle ve yetkin olarak geliştirmelerini ertelenemez ve vazgeçilmez kılmaktadır. Kaos aralığının özgür ve yaratımcı özellikleri geçiş çağının önemini artırmakta ve karma demokrasilerde halkların başat duruma geçmesine fırsat tanımaktadır.

Üçüncü seçeneğimiz, daha çok geleceğe yönelik bir ütopya olarak halkların devlet odaklı olmayan, ahlaka öncelik tanıyan demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplumudur. Ütopya yanının ağır basması, günümüzde hiç yaşanmayacağı anlamına gelmez. Bilakis mütevazı adımlarla bu soylu davanın yürütülmesi her zaman ve her yerde güncel görevdir. Bazı dönem ve yerlerde az ve çok yoğunlukta yaşanabilir. Halkların ve çeşitli özgür toplulukların iç demokrasilerini geliştirerek, toplumsal cinsiyet özgürlüğünü sağlayarak ve ekolojik toplumun ihtiyaçlarını karşılayarak yaşamayı öğrenmeleri, her geçen gün bizleri bu toplum ve demokrasisine daha da yakınlaştıracaktır. (...)

( Bir Halkı Savunmak , s. 203-05)