27 Mart'04
Sayı: 2004/04


  Kızıl Bayrak'tan
  Bir seçim dönemiyle birlikte ayrışan konumlar, netleşen saflar!
  Sermaye hükümeti grev hakkını gaspediyor...
  Ekonomi düzeliyor yalanları sürüyor...
  Bir anketin gösterdikleri ve gizledikleri
  Faşist katil Haluk Kırcı serbest...
  Newroz'un gösterdikleri...
  Newroz kutlamaları
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  BDSP seçim çalışmalarından...
  Liberal solun yerel seçim perişanlığı.../4 "Sosyalist" reformizm ya da sosyal-demokrasi
  Irak'ı harabeye çeviren işgal birinci yılında...
  Irak savaşının 1. yıldönümü... Alanları dolduran yüzbinler ve "barış hareketi"nin çıkmazı
  Dünyada ve Türkiye'de savaş karşıtı eylemler...
  HAMAS'ın dini lideri Şeyh Ahmed Yasin katledildi... Saldırı Filistin halkının direnişçi kimliğinedir
  İzmir'de sınıf hareketi...
  Baskılar artıyor, gençlik susmuyor!
  BİR-KAR 4. Gençlik Kampı 11-17 Nisan tarihlerinde Wuppertal'da yapılıyor...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Liberal solun yerel seçim perişanlığı.../4

“Sosyalist” reformizm ya da sosyal-demokrasi

İlkesizlik ve pragmatizm liberal
solun karakteridir

İlkesizlik, yenilmiş, yıldırılmış, terbiye edilmiş ve böylece düzenin icazet alanına çekilmiş küçük-burjuva akımların temsil ettiği liberal solun en temel özelliğidir. Liberal solda ilkelerin yerini (ki artık gözetecekleri ilkeleri de yoktur) burjuva pragmatizmi almıştır. Bu akımların siyasal tutum ve tercihlerini artık herhangi bir ilke ya da stratejik çizgi değil (ki gerçekte artık herhangi bir bağımsız stratejileri de yoktur), fakat yalnızca gündelik çıkarlar belirlemektedir. Bugün bu “çıkar”, düzenin siyaset arenasında meşrulaşmak ve parlamenter siyaset yapacak zemin ve olanaklara kavuşmaktır. Onların seçim politikalarını ve ittifaklarını belirleyen, bu çerçevede burjuva düzen partilerinin bir kısmıyla “güçbirliği” oluşturmalarına yolaçan da bu olmaktadır.

İmralı teslimiyetiyle birlikte Kürt hareketinin hızla düzen içi liberal sol bir akıma dönüşmesi, 12 Eylül yenilgisinin ürünü liberal Türkiye solunun önüne bir anda geniş parlamenter ufuklar açtı. Onlar düzenin icazetine sığınıp reformist bir çizgiye oturduklarından beri gerçekte artık parlamenter akımlardı. Fakat bunu sergileyecek yeterli olanaklardan yoksun oldukları için, karakterlerinin bu yönü bir süre için gölgede kaldı. Reformist bir çizgi izlemekle birlikte, bu çizgi temelinde de olsa gündelik kitle çalışmasına ve hareketine dayanarak güç olmaya çalışan parlamento dışı muhalefet akımları olarak göründüler. İmralı teslimiyeti salt Kürt hareketi için değil, bu akımlar için de yeni bir dönem başlattı; o güne kadar gizli kalmış parlamenter hayallerin ve heveslerin ölçüüzce ortaya dökülmesine vesile oldu.

Liberal sol, devrimci programını ve çizgisini tümden bir yana bırakmış bir Kürt hareketi şahsında hem artık “sakıncalı” olmaktan çıkmış bir reformist müttefik buldu ve hem de böylece “iki milyon Kürt oyu” üzerinden parlamentoculuğa soyunma olanağına kavuştu. 3 Kasım seçim bloku bunun bir ilk provasıydı ve buna eşlik eden “iktidara yürüyoruz!” söylemi, parlamenter avanaklığa ne denli hızlı uyum sağlandığının bir yansıması olmuştu. Ne var ki, gerek düzen cephesindeki perişanlığın ve gerekse devrimci hareket cephesindeki aşırı zayıflığın ve tasfiyeci yönelimin oluşturduğu son derece elverişli koşullara rağmen, 3 Kasım hayalleri reformist blokta derin bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı. En elverişli bir ortamda bile mevcut blok bileşimiyle seçim barajının aşılamayacağı görüldü. %6.2 ile %10 arasındaki mesfe fazlasıyla genişti ve bunu yeni Kürt oylarıyla giderebilme olanağı da yoktu. Zira birçok gözlemcinin haklı olarak vurguladığı gibi, 3 Kasım seçimleri, DEHAP’a verilebilecek Kürt oylarının azami sınırını da ortaya koymuştu. DEHAP’ta ve onun zorunlu eklentisi durumundaki liberal solda, öteki bazı burjuva düzen partileri ile ittifak arayışına yol açan ve bugün yerel seçimlerde somut olarak SHP ile gerçekleştirilen se&ccdil;im ittifakının gerisindeki temel etken budur. Öteki her iddia ve gerekçelendirme girişimi (“halkın birliğini gerçekleştirmek”, “güçlerini oluşturup geliştirmek”, “devrim birikimlerini büyütüp sağlamlaştırmak” vb.), bu basit parlamenter ihtiyaca çekilmiş her türlü samimiyetten ve inandırıcılıktan yoksun bir ciladan başka bir şey değildir.

Oy tabanı DEHAP’a ait olduğu için girilecek yeni ittifakları belirleyen de haliyle o olacaktı. EMEP ile SDP bu konuda kelimenin tam anlamıyla DEHAP’ın uzantısı, eklentisi ve kuyruğu durumundadırlar. Buna mecbur ve mahkumdurlar. Zira parlamenter heveslerini koruyabilmeleri, yerel ve genel “iktidarlaşma” üzerine ettikleri o iri iri lafların bir anlam taşıyabilmesi ancak bununla mümkündür. Bunu iyi bildikleri içindir ki Kürt hareketinin gel-gitler içinde açıkça Amerikancılık yapması, Irak’taki emperyalist savaşı desteklemesi ya da AB hakkında en temelsiz hayalleri yayması, onlar için bir sorun oluşturmamakta, parlamentarizme dayalı kader birliğinin gidişatını etkilememektedir. Dolayısıyla, DEHAP’ın “sosyal-demokrat” olarak adlandırılan burjuva düzen partileri ile seçim ittifakları arayışına da onların söyleyebilecekleri fazla bir şey yoktur, gerçekte de olmadı.

DEHAP’ın burjuva düzen partilerinin bir kesimiyle ittifak arayışı, bugünkü çizgisi çerçevesinde ele alındığında anlaşılır, tutarlı ve amaca uygun bir tutumdur. DEHAP’ta temsil edilen Kürt hareketi artık reformlar çizgisine oturmuş bir sosyal-demokrat harekettir. Kürt sorununda savunduğu reformist programa uygun bir yasal ve legal mücadele için de öncelikle düzen zemininde meşrulaşmak, “legale çıkmak” ihtiyacındadır. Öncelik bu olunca, buna hizmet eden ve bunu kolaylaştıran her ilişki ve ittifak, genel yönelim çerçevesinde bu güncel amaca uygundur. (Bunun Kürt hareketinin 40 yıllık birikimlerinin heba edilmesi, Kürt halkının haklı ve meşru ulusal istemlerinin düzen icazetine peşkeş çekilmesi olduğunu düşünenler, DEHAP’ın SHP ya da başkalarıyla ilişkilerine değil dosdoğru İmralı çizgisine saldırmak zorunddırlar. İmralı çizgisi egemen olduğu sürece, tüm bunlar doğal sonuçlardır. İşin kaynağı dururken tutup bu kaynağa uygun düşen politik açılımlarla uğraşmak, bataklık dururken sonuçlarıyla uğraşmakla aynı şeydir.) DEHAP’ın, oy tabanı kendisine ait olduğu halde tabansız SHP karşısındaki fedakarlığı da buradan gelmektedir. SHP ittifakı belki baraj engelini aşmaya yetmez, ama meşrulaşmada önemli bir mesaf sağlayarak böylece daha geniş ittifaklar için zemini düzler ve sonuçta aynı amaca varmayı kolaylaştırır.

Sosyal-demokrat “çatı”da birlik

Fakat görüntünün aksine, ittifak ilişkilerinde DEHAP’ın tayin edici ve sürükleyici konumu, liberal sol akımlar için bir güçlük alanı olmak şöyle dursun, gerçekte çifte bir imkan işlevi gördü. Böylece onlar bir yandan cılız çatlak seslerle buna muhalefet etme ve böylece güya “devrimci” hassasiyet sergileme, öte yandan ise “halkın çıkarları” gerektirdiği için ortaya çıkan sonuca razı olma şeklindeki iki yönlü ve ikiyüzlü oyunu aynı anda sergileme olanağı buldular. Bu ibretlik oyunu yerel seçim sürecinde tüm çıplaklığı ile izledik. Liberal sol çevreler, önlerini tümüyle kapatmamak için daha baştan ittifakın kendisine değil de “çatısı”na itiraz ettiler. Bunu ise ilkesel nedenlerden çok “yerellerde bir rüzgar estirmek”, yen bir “halk hareketi” geliştirmek, tabanın inisiyatifini ve iradesini açığa çıkarmak gibi pek de devrimci ve demokratik gerekçelere dayandırdılar. Bu konuda basında haftalarca süren güzellemeler yapıldı, sorun “yerel seçimler ve halk hareketi” türünden pek devrimci ve heyecanlandırıcı başlıklar üzerinden sunuldu.*

Tabanın inisiyatifini ve iradesini açığa çıkarmak üzerine edilen bunca sözün ne kadarlık bir anlam ve değer taşıdığını görmek için, bir kez daha bizzat EMEP başkanının tanıklığına başvuracağız. Levent Tüzel, 19 Şubat tarihli Evrensel’de yayınlanan bir başka röportajında, “çatı partisi” tartışmasına ilişkin süreci özetledikten sonra, sonuca ilişkin olarak şunları söylüyordu:

“Gelinen noktada tam da bu anlayışımıza uygun gelişmeler olduğu söylenemez. Çoklukla bu sürecin halk içinde tartışma ve önermelerle geçtiği söylenemez. Daha çok da yerel parti yöneticilerinin kendi aralarında çözdükleri bir durumdadır. Çözümsüzlükler durumunda parti merkezlerinin devreye girmesi gerekmiştir. Böyle olduğunda da işbirliğinin doğası gereği önceden arzu edilenden farklı aday ve listelerle karşılaştığımız doğrudur. Uzlaşmazlığın çözümü için işbirliğinin taraflarının belli tavizler vermesi kaçınılmazdır. Bizim tutumumuz halka karşı sorumluluğun ve çalışmayı ele alışımızın özelliğinden kimi yerlerde direnç göstermeyip, SHP çatısından girilmesi benimsenmiştir.”

Oportünizmin dili ve izahı da oportünistçe olacaktır elbet. Yaşananların önden savunduğumuz anlayışla uzaktan yakından bir ilişkisi yok diyecek değil ya, Levent başkan bunun yerine yuvarlak sözlerle durumu yumuşatmaya çalışıyor. Ama sonuçta taban inisiyatifi ve iradesinin boş laf olarak kaldığını, herşeyin partilerin yerel ve yerelin çözümsüz kaldığı durumlarda ise merkezi bürokrasileri eliyle bir sonuca bağlandığını da söylemeden edemiyor. Peki çözüme bağlanan ne? “Yerel iktidar”a adaylık koltuklarının nasıl paylaşılacağı doğal olarak.

EMEP başkanı “SHP çatısı”nı “kimi yerlerde” benimsemek zorunda kaldıklarını söylüyor. Bu sözleri, EMEP ve ÖDP’ye sus payı olarak verilen pek az yer hariç, her yerde “SHP çatısı” olarak düzeltmek durumundayız. SHP “güçbirliği”nin ortak çatı partisidir, bunu bu ülkede artık herkes biliyor. Ama önden bu konuda pek iddialı ve bağlayıcı sözler edildiği için de buradaki oportünist kıvranma anlaşılır bir durumdur. Ne diyordu EMEP Genel Yönetim Kurulu’nun 15 Ocak tarihli o öfkeli “Sonuç Bildirgesi”? “Basında EMEP’e atfen çıkan ancak Partimizin yerel seçimlere ilişkin tutumuyla uzaktan-yakından ilgisi olmayan haberleri de dikkate alan Genel Yönetim Kurulumuz, siyasal gelişmeler ve yerel seçimlere ilişkin tespit ve kararlarını kamuoyuna açıklamayı gerekli görmüştür.”

Burada tepkiye konu edilen sorunun SHP çatısı tartışması olduğunu biliyoruz ve nitekim “Sonuç Bildirgesi”nin yeni olarak açıklık getirdiği tek konu da budur: “Sosyal demokrasi anlayışı, unvanı veya çatısı altında, sosyal demokrat bir programla yerel seçimlere katılmanın, halkın örgütlenmesini, aydınlanmasını, kardeşleşmesini ve halkın iktidarının önünü açmasını sağlayacak, halk güçlerini bu yolda ilerletecek hiçbir özelliği ve dayanağı bulunmamaktadır...”

Oysa yalnızca iki hafta sonra, burada kesin bir dille reddedilen şey, SHP şahsında “çatı” olarak benimsendi. EMEP de dahil tüm “güçbirliği” partileri yerel seçimlere “sosyal demokrasi anlayışı, unvanı ve çatısı” altında girmeyi benimsediler. Ne uğruna? EMEP başkanına göre, “halka karşı sorumluluk” uğruna! İzlenen çizgiye devrimci cila çekme çabasındaki EMEP başkan yardımcısına (M. Yalçıner) göre; “halkın birliğini gerçekleştirmek, güçlerini oluşturup genişletmek; izledikleri politikalarla tüm burjuva partiler tabanlarıyla kendi aralarındaki mesafeyi açarken, bundan devrimin birikimlerini büyütüp sağlamlaştırmak” uğruna! Bu sonuncu gerekçe doğal olarak pek hoş ve pek devrimci. Aksiliğe bakın ki EMEP Genel Yönetim Kurulu’nun 15 Ocak tarihli “Sonuç Bildirgesi”, tam da aynı ulvi amaç ve kaygılar çerçevesinde, tam tersi bir tutumu savunuyordu. Aynı amaç ve kaygıları, “sosyal demokrasi anlayışı, unvanı veya çatısı”nın kesin olarak reddedilmesi gerektiğine dayanak olarak kullanıyordu.

Liberal bir dejenerasyonunun ürünü oportünizmden tutarlılık beklenir mi? “Dün dündür, bugün bugün”!.. Daha söze girerken söylemiştik; liberal sol için ilkeler değil fakat burjuva pragmatizmi, yani “gündelik çıkar” var artık. Burjuva parlamentarizmi politikada burjuva yol, yöntem ve davranış biçimleri demektir aynı zamanda. Bu yola girenler bu ahlakı da kendiliğinden ve hızla edinirler. EMEP üzerinden somut olarak ve sayısız örneğiyle gördüğümüz gibi.

Bize göre kurulan birliğin “sosyal-demokrat” çatısı, birliğin karakterine ve amacına fazlasıyla uygundur. Yerelde “belediye sosyalizmi” ve genelde burjuva parlamentarizmi, görmüş bulunduğumuz gibi, birarada bütünsel bir sosyal-demokrat felsefe ve programdan başka bir şey değildir. Tutarsızlık, bunu daha baştan ve yüreklice benimsememekten, anlamsız itirazlar ve inandırıcılıktan yoksun tepkilerle sonuçta kendini zora sokmaktan doğmaktadır. Sorun gerçekte bir başka yerdedir. Sorun, sosyal-demokrasinin gerçekte ne olduğunda ve bu çerçevede SHP’nin bir sosyal-demokrat parti olup olmadığındadır. Artık eleştirel değerlendirmemizin sonuna ve dolayısıyla bu önemli soruna geliyoruz.

Türkiye’nin mevcut “sosyal-demokrasi”si
gerçekte neyin ifadesi ve temsilcisi?

Liberal sol akımlar SHP şahsında gerçekte Türkiye’de “sosyal-demokrat” etiketi taşıyan tüm burjuva düzen partileriyle ittifakın önünü açmışlardır. Bunun bugün yalnızca SHP ile gerçekleşmiş olması bu temel önemde tutumun anlamını ve önemini ortadan kaldırmıyor. Bugün SHP ile gerçekleşen ittifak yarın CHP ile de pekala gerçekleşebilir, bunun önünde ilkesel bir engel kalmamıştır artık. Nitekim EMEP başkanıyla yapılan 28 Aralık tarihli röportaj, daha o günden CHP ile ittifakın gerçekleşmemesini ilkesel engellere değil, fakat tümüyle, CHP’nin sekter ve dayatmacı pratik tutumuna bağlıyor:

“Bugün ana muhalefet partisi konumunda olan CHP, halkın beklentilerine denk düşen bir tutum içerisinde değildir. CHP merkezi böyle bir güç birliğini benimsemediklerini, eğer olacaksa herkesin kendisini desteklemesi gerektiğini savunuyor. Ve yerellerde de başlangıçta kurulan platformlarda yer alan örgütlerine, bu platformlardan çekilmesi baskısında bulunuyor. CHP’nin bu tavrı oluşabilecek halkçı, demokratik bir birliği bozan bir mahiyette. Baykal yönetimindeki CHP’nin AKP’nin karşısına çıkabilecek böyle bir birlikteliğin merkezi olabilecek bir nitelik taşımadığı, bundan sonra da taşımayacağı açıkça görülüyor.”

Burada itiraz CHP’ye değil, onun dayatmacı tutumunadır. Bu dayatmacı ve bölücü tutumundan dolayı, aynı zamanda “birlikteliğin merkezi” olma iddiasınadır. “Birlikteliğin merkezi” olmaya bu itirazın aynı günlerde ve haftalar boyu SHP’ye de yapıldığını, fakat sonuçta bu güçlüğün zaman içinde aşıldığını biliyoruz. Gelecekte benzer bir güçlük CHP için de aşılır, bundan kuşku duyulmamalıdır. Geriye İsmail Cem’in YTP’si ile Ecevit’in DSP’si kalıyor. İlkiyle ittifak SHP ile birlikte gerçekleşecekti, esasa ilişkin olmayan ve daha çok da YTP’den kaynaklanan nedenlerle gerçekleşmedi. İkincisiyle ise Ecevitler olduğu sürece herhangi bir ittifak zaten olanaklı değil. Zira Ecevitler çizgisindeki DSP, kurulduğundan beri tepeden tırnağa gerici şoven bir merkez sağ parti gerçekt. Kendini CHP ve SHP’den çok MHP’ye yakın gören bir parti. Öte yandan, İsmail Cem’in YTP’si düne kadar DSP’nin yarısı olduğuna göre, bu konuda bile sorun kalmış sayılmaz. Dolayısıyla, işin esasında liberal sol için bir bütün olarak “sosyal-demokrat” partilerle ittifak artık pratik bir sorundur. CHP ve YTP örnekleri üzerinden somut olarak görüldüğü gibi, gerçekleşmemesi tüm¨yle bu partilerin kendi tutumundan kaynaklanan bir durumdur. EMEP propagandası ısrarla CHP’yi bölücükle suçlarken, bu gerçeği ayrıca dile getirmiş olmaktadır. EMEP başkanı “CHP’nin tavrı oluşabilecek halkçı, demokratik bir birliği bozan bir mahiyette” derken de, sonuçta aynı “bölücü” tutuma işaret etmektedir.

Nihayet sorunun kritik yönüne geliyoruz. Sorular şunlardır: “Sosyal-demokrat” ortak etiketi taşıyan bu partilerin “halkçı” ve “demokratik” olduğu iddia edilen bir birlikte ne işleri var sahi? Bu partilerle seçimlere dayalı birlik kurmanın “halkın güçlerini birleştirmek”le, “demokrasinin önünü açmakla”, hele hele “halkın iktidarı”nı hazırlamakla nasıl bir ilişkisi olabilir? 12 Eylül’ü izleyen dönemin toplam pratiği (neredeyse 20 yıllık bir deneyim demektir bu) bu partilerin MGK-TÜSİAD çizgisinde gerici düzen partileri olduğunu, programları ve politikalarıyla herhangi bir sol ya da ilerici değeri temsil etmediklerini bütün açıklığı ile göstermedi mi? Tümü de hükümet deneyiminden geçmiş bu partiler, katıldıkları hükümetlerde izledikleri politikalarla gerçekte nyi temsil ettiklerini tüm açıklığı ile göstermediler mi? Tümünün de Amerikancı, NATO’cu ve İMF’ci olduğu tescilli değil mi? Tümü de devrimcilere, toplumsal muhalefete ve Kürt halkına karşı kirli savaş suçunu dolaysız olarak işlemediler mi? Bu partiler “demokrat” olmak bir yana elleri kana bulaşmış kirli savaş partileri değiller mi? Bu partiler “halkçı” olmak bir yana tepeden tırnağa mek düşmanı olduklarını 5 Nisan’dan İMF reçetelerinin eksiksiz uygulanmasına ve hızlı özelleştirmeciliğe kadar her vesileyle göstermediler mi? Kirli savaşın en azgın dönemini yaratan “‘93 konsepti”nin en dolaysız sorumlularından biri Murat Karayalçın değil mi? DB memuru Derviş’i Amerika’dan getirtip ekonominin başına oturtanlar Ecevit ile İsmail Cem değil mi? Aynı Derviş’i partisine transfer etmek için yırtınan,aynı yırtınmayı şimdi Kürt halkına karşı şoven söylemiyle sürdüren Baykal değil mi? Türkiye’nin gelmiş geçmiş “en Amerikancı dışişleri bakanı” unvanı hala da İsmail Cem’in elinde değil mi? Ulucanlar’da ve 19 Aralıklar’da devrimci kanı akıtanlar, hücre tipini hayata geçirenler, en ağır İMF reçetelerini eksiksiz uygulayanlar Ecevit ile İsmail Cem değil mi? Kürt halkının önünde ve bizzat nun oy desteğiyle yeniden siyasal güç olmaya çalışırken bile “ulusun tümlüğü” üzerine yırtınan birilerinin demokrasiyle, demokratik değerlerle uzaktan yakından bir ilişkisi olabilir mi? Olsaydı zamanında binlerce insanın yaşamına mal olan kirli savaşın suç ortaklığını hükümet ortağı olarak üstlenebilir miydi?

Bu sorular sonsuza kadar uzatılabilir ve nitekim SHP ile ittifak gündeme geleli beri çeşitli devrimci çevreler bunu gereğince yapmaktadırlar da. Dahası bunu hiç değilse Ecevit’in DSP’si ile Baykal’ın CHP’sine karşı halen EMEP yayınları da yapmaktadır. Ama tüm bunlardan çıkan temel önemde sonucun üzerinden atlayarak. Bu kesin ve sade sonuç şudur: ‘80 öncesi CHP kökeninden gelen ve 12 Eylül sonrasında artık çeşitli bileşenleriyle “sosyal-demokrat” olarak anılan akım, ilerici ve sol değerlerle zerre kadar bir alakası olmayan/kalmayan tepeden tırnağa gerici bir burjuva akımdır. Herhangi bir ara ya da orta sınıfı değil, dolaysız olarak işbirlikçi büyük burjuvaziyi temsil etmektedir ve herşeyiyle onun hizmetindedir. Emek düşmanı, halk düşmanı ve Amerikan işbirlikçisidir. Yalnızca devrime değil, demokrasiye de düşmandır. (Bunuyalnızca Ecevitler’in ve Baykallar’ın fazlasıyla çıplak ve bayağı şoven söylemleri üzerinden değil, Karayalçınlar’ın “kutsal üçlemesi” üzerinden de görmek mümkündür.)

Bu olgusal gerçekler bu kadar açık ve çıplakken, nasıl oluyor da herşeye rağmen ilerici konumda bulunan, hatta hatta kendilerine devrimci ve sosyalist diyebilen bazı partiler, kalkıp SHP ile ittifak kurabiliyor ve YTP ile CHP ile bir ittifaktan ise salt pratik nedenlerle uzak kalabiliyor? Yanıtın bunların “sosyal-demokrat” partiler olmalarında gizli olduğunu biliyoruz. Peki “sosyal-demokrat” olarak bu partileri tüm öteki düzen partilerinden ayıran temel özellikler neler? Gerçekte hiçbir şey! O halde? Ama bunlar ne de olsa “sosyal-demokrat” partiler!**

Günümüz Türkiye’sinin gerçek
sosyal-demokratları

Tarih içinde “sosyal-demokrasi” denilen akım, ideolojide Marksizme ve toplumsal planda ise işçi hareketine dayanan partilerin zaman içinde bozulup yozlaşarak reformcu burjuva düzen partilerine dönüşmesi ile ortaya çıktı. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi üzerinden düzene bağlanan bu akımın kendine özgü konumu, kapitalizmin aşırılıklarını törpüleme ve emekçi kitleler için iktisadi ve siyasal reformlar elde etme çizgisinde ifadesini buluyordu. İşçi kitleleri üzerindeki etki ve denetimini de temelde buna borçluydu. II. Enternasyonal’in çöküşüyle gerçek konumu ve kimliği tüm boyutlarıyla açığa çıkan ve artık bir düzen partisi haline gelen sosyal-demokrasi, 1950’li yıllarda Marksizme dayalı sosyalist geçmişiyle bağlarını resmen de kopardı ve bundan böyle tekelci burjuvaziy dolaysız olarak temsil eden gerici düzen partilerinden biri haline geldi. Bu akım bugün artık ilerici-solcu geçmişiyle hiçbir bağı kalmamış gerici bir burjuva akımdır. (Uzun zamandan beridir birçok ülkede, emekçilerin geçmiş kazanımlarını neo-liberal politikalarla tırpanlayan saldırılar, aynı zamanda, “sosyal-demokrat” etiketi taşıyan hükümetler eliyle yürütülmektedir). Ondan boşalan yeri ise ‘60’lı yıllaran itibaren fiilen ve ‘70’li yıllarda ise resmen, eski komünist işçi partilerinin revizyonist yozlaşmasının ürünü euro-komünist partiler doldurmaya çalıştılar. Euro-komünist akım, kelimenin bilimsel ve tarihsel anlamında, eskisinin yerini alan yeni türden bir sosyal-demokrat akım oldu. Bu yeni sosyal-demokrat akımın dayandığı programın ve izlediği politikanın esasını da, kapitalizmin reforme edilmesi ve bu çerçevede emek¸iler için bazı kazanımlar elde edilmesi oluşturdu.

Sonuç olarak, sosyal-demokrasi denilen akım, tarih içinde ve dünyada, sosyalist geçmişten gelip de reformculaşan akımları anlatır. Buradan bakıldığında bu, ÖDP’den EMEP’e bugünün liberal sol akımlarına tam olarak uyan bir tanım ve kimlik demektir. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinin gerçek sosyal demokratları da gerçekte bu partilerdir, sosyal-demokrat akım gerçekte onlar şahsında temsil edilmektedir. Onları Kürt hareketi cephesinden ulusal reformcu bir parti olarak Kongra-Gel tamamlıyor. Sosyal-demokrat tanımı, bu partilerin yalnızca herşeye rağmen “sosyalist” sayılabilecek geçmişlerine değil, fakat bugünkü reformcu program ve politikalarına da tam olarak oturuyor. “Belediye sosyalizmi” ile burjuva parlamentarizmine dayalı çizgileri ise bu konuda geriye en ufak bir kuşku ve tartışma alanı bırakmıyor.

Klasik sosyal-demokrat partiler ile sonradan onların yerini alan euro-komünist partiler, geçmişlerinde işçi hareketi eksenine dayanan partilerdi. Bizdekilerde doğal olarak bunu göremiyoruz. Bu, tarihi ve toplumsal koşulların getirdiği anlaşılır bir farklılıktır. Bizimkiler geçmişlerinde küçük-burjuva demokratik harekete dayanıyorladı ve sosyal-demokratlaşmaları tümüyle farklı koşulların ve dinamiklerin ürünü oldu. TKİP’nin ‘80 sonrası sol harekete ilişkin kapsamlı değerlendirmeleri bu konuda yeterince açık bir fikir sunduğu için burada ayrıntılara girmemiz gereksizdir. Biz burada, bizdeki bu yeni sosyal-demokrat akımın yenilmiş ve yıldırılmış, böylece devrimden koparılmış ve düzenin icazet alanına mecbur ve mahkum edilmiş küçük-burjuva akımlara dayandığını belirtmekle yetinelim. Bizi burada ilgilendiren “sosyalist” reformizmdir ve önümüzdeki örnekler de bu bilimsel ve tarihsel tanıma tam olarak uymaktadırlar.

Oysa SHP’den CHP ve DSP’ye kadar Türkiye’nin halihazırda “sosyal-demokrat” kimlikleri salt taşıdıkları etiket üzerinden kabul gören partilerin reformist bir program ve politik çizgi ile yakından uzaktan bir ilişkileri yoktur. Orta sınıf çıkarlarına denk düşen bir reformist eğilimin taşıyıcısı olan kadro ve üyelerin bu partilerin bünyesinde çok sayıda bulunduğu elbette bir gerçektir. Fakat bunun bu partilerin geçmişte ve bugün izledikleri çizgiyi belirleyen bir yana, etkileyen gücünden bile sözetmek olanaklı değildir. Fikri Sağlar benzeri şahsiyetler üzerinden halihazırda bu açıdan nispeten avantajlı partinin belki SHP olduğu söylenebilir. Fakat Karayalçın gibi bir şahsiyet ve onun net bir biçimde temsil ettiği çizgi üzerinden de bunun tersini söylemek aynı ölçüde olanaklıdır. Karayal&ccedi;ın’ın “cumhuriyetin kutsal üçlemesi” olarak nitelediği ve SHP programından aktardığı, taviz konusu etmek bir yana “asla tartıştırmayız” dediği, “Devletin tekliği, ulusun tümlüğü, yurdun bölünmez bütünlüğü” formülü, gerçekte başlıbaşına bir programdır. Böyle bir programdan ise doğal olarak herhangi bir demokratik reform projesi çıkarmak olaağı yoktur. Bugünün Türkiye’sinde güdük bir demokratik reform projesi bile Kürtler’in hiç değilse ulusal varlığını dolaysız olarak kabul etmeyi gerektirir. Oysa Karayalçınlar bunun karşısına “ulusun tümlüğü” türünden 80 yıllık inkar rejiminden miras sağlam bir engel dikmekte, böylece demokratik nitelikteki her türlü siyasal reformu olanaksız kılmaktadırlar. Bu, bugükü programı ve çizgisiyle, SHP’nin de herhangi bir gerici düzen partisinden farksız olduğunu gösterir.***

Doldurulmayı bekleyen boşluk

Yakın zamanda günlük basında CHP ve sosyal-demokrasi konulu iki röportaj yayınlandı. Bunlardan ilki Milliyet’te (Derya Sazak, 8 Mart 2004) eski SHP genel başkanı Prof. Aydın Güven Gürkan’la, ikincisi ise Radikal’de (Neşe Düzel, 8 Mart 2004) sosyal-demokrat bir akademisyen olan Hasan Bülent Kahraman’la yapılmıştı. Buraya ikisinden de bazı pasajlar aktarmak istiyoruz.

Önce Aydın Güven Gürkan’dan:

“CHP içinde ve başka partilerde kendini sol sayan ve sosyal demokrat ilkelere inanç duyan, bunları gerçekleştirmek isteyen önemli bir kesim var ama CHP ve DSP evrensel ilkelere uygun sol partiler değil. Türkiye’de gerçek anlamda sosyal demokrat sol oluşmadı. CHP, 1960’ların sonlarına doğru bir ‘sol’ partiye dönüşmeye çalıştı ama tam olarak başaramadı.

“Bence CHP’nin akıllıca yapması gereken şey kendini demokrat bir merkez partisi haline dönüştürmesidir. Yani nasıl 60’lı ve 70’li yıllarda dünya konjonktürünün etkisiyle sola açılma denemesi yapıldıysa, şimdi de merkez demokrat bir parti haline dönüşmeye çalışılmalıdır.”

Hasan Bülent Kahraman’dan:

“Bir partinin kendisine solum demesi onun sol olmasına yetmiyor. Türkiye’de sosyal demokrat olduğunu söyleyen partilerin hiçbiri gerçek sosyal demokrat partiler değil. ... Hem milliyetçi olup hem sol olunmaz. CHP’den MHP’ye bütün partiler, çeşitli renklerde sağ partiler. Ama CHP ben solum dedikçe, doğabilecek olan sol partilerin önünü kapatıyor.”

Kendileri de sosyal-demokrat etiket taşıyan, biri politikacı öteki akademisyen bu kişilerin düşünüş tarzı ve mantığı elbette bize tümüyle yabancıdır. Ama yukarıya aldığımız gözlemlerinde önemli bir gerçeklik payı var ve bizi burada ilgilendiren da budur, yani birer “sosyal-demokrat” olarak, bugünün Türkiye’sinde “sosyal-demokrat” tabela taşıyan partilerin gerçekliğine ilişkin gözlemleridir. CHP’nin “ortanın solu” geleneğinden gelen bu kişiler, bugün CHP ya da öteki “sosyal-demokrat” partilerin gerçekte herhangi bir sol değeri temsil etmediklerini teslim ederek, böylece önemli bir gerçekliğin altını çiziyorlar. Daha da önemlisi, ikisi de, buna rağmen mevcut “sosyal-demokrat” partilerin solcu geçinmesinin, düzen tabanı üzerinde duran fakat buna rağmen reformcu oln gerçek bir “sosyal-demokrat” parti ya da partilerin ortaya çıkmasını zora soktuklarını vurguluyorlar.

Bu tespitler, EMEP propagandasının CHP’ye yüklenme noktalarıyla, onu samimiyetsizlik ve “bölücülük” suçlamalarıyla da örtüşüyor. Bugün CHP gerçekten de düzen içi bir sol program ya da kimliği temsil etmiyor. DSP zaten uzun yıllardır MHP’lileşmiş durumda. Dolayısıyla ortada ciddi bir düzen solu boşluğu, Gürkan’ın ifadesiyle “evrensel ilkelere uygun sol parti” boşluğu var. Aynı Gürkan, “Türkiye’de halen en büyük akım (yüzde 25 ile) sosyal demokrasi. Bunu uygun bir program, kadrolaşma ve toplumsal ittifaklarla yüzde 40’lara taşımak hiç de zor değil” diyor.

Bu görüşler, AKP’ye karşı “genel iktidar” alternatifi yaratmaktan ve bunun hiç de hayal olmadığından sözedenlerin hayalleri ile de uyuşuyor. Fakat bunda başarılı olabilmek için, ilkin yüreklice “sosyal-demokrat” konum ve kimliği açıktan benimsemek ve ikinci olarak da, SHP ve CHP türünden “sosyal-demokrat” kimlikle ilgisi olmayan partilerin kuyruğunda sürüklenmek yerine bu partilerin bünyesindeki gerçek “sosyal-demokrat”larla birleşerek yeni oluşumlara gitmek gerekir.

O zaman gerçekten herşey yerli yerine oturacak, saflar ve bayraklar netleşecek, her iki ayağıyla düzen zemini üzerinde duranların buna rağmen devrimden sözetmelerini gerektiren ikiyüzlülük son bulacak, bu arada devrimci kalmak istedikleri halde reformistlerden de bir türlü kopamayanların gerçek konum ve yönelimlerinin açığa çıkması da kolaylaşacaktır.

28 Mart yerel seçimleri, bu kapsamdaki bazı gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştırarak ve bundan sonrası için konumları ve safları daha da netleştirecek gelişmeleri hızlandırarak, daha şimdiden önemli bir işlev yerine getirmiş bulunmaktadır.

Dip notlar:

* İşi tarihsel ufka dayalı edebiyata vardıranlar bile oldu: “Tarih, siyasal merkezlerdeki durgunluğa karşın, tabandaki devrimci kaynaşmaya, merkezi politikalardaki sığlığa, ürkekliğe, hatta ılımlılığa karşın, tabandaki derinliğe, cesarete ve radikalizme defalarca tanık olmuştur. Nice ülkelerde, uzlaşmacı reformist partilerin programlarının, aşağılara inildikçe, o partilerin emekçi tabanları tarafından nasıl devrimcileştirildiği, biz sosyalistlere yabancı değildir. İttifak politikalarımızın çeşitliliği, işte bu saptamadan kaynaklanıyor. Çatıda sağlanamayan programatik anlaşmanın, tabanda sağlanmasının sırrı buradadır.” (Mustafa Kahta, SDP’nin Kürt basınındaki yazarlarından..., Özgür Gündem, 23 Ocak 2004)

Tarihsel perspektif içinde konuşmak iyi ve övgüye değer bir şeydir, fakat herhalde bunun da bir ölçüsü olmak durumundadır. Tarih üzerinden sözü edilen durumlar daha çok devrimci kaynaşmalar dönemine özgüdür ve tabandan zorlananlar da herşeye rağmen devrimci partilerdir. Oysa biz bugün kitle hareketi yönünden durgun bir ortamdayız; gündemde olan tırmanış içindeki kitle hareketi değil, fakat liberal hayallere konu olağan bir yerel seçimdir. İttifak ilişkileri tartışılan partiler ise devrimcilikle yakından uzaktan bir ilişkileri kalmamış yenilgi ürünü liberal sol partiler ile SHP ve YTP türünden bazı gerici düzen partileri. Somut durumla herhangi bir ilgisi olmadığı için yavanlığı ölçüsünde gülünç kalan bu “edebiyat”ın herhangi bir anlam ve gerçeklik izi taşımadı&curen;ını, bu sözlerden yalnızca bir hafta sonra gerçekleşen “güçbirliği”nin ortaya koyduğu dört dörtlük reformist platform göstermektedir.

** “Sosyal-demokrat” etiketi öylesine tılsımlıdır ki, normalde gerici düzen partileri ile ittifakı ilke olarak reddettiklerinden kuşku duyulamaz olan bazı çevreler, tabela “sosyal-demokrat”sa eğer, buna ilke olarak değil fakat bugünkü somut koşullar gereği karşı olduklarını söylemek yoluna gidiyorlar:

“(Atılım) SHP’yle ittifaka genel olarak sosyal demokratlarla ittifak yapılmaz gibi bir görüş açısıyla değil, somut bir durumda Kürt ve Türk halklarının burjuva çözüme (çözümsüzlüğe) yedeklenmesinin önünü açtığı için karşıdır ve gazetemiz sayfalarında defalarca yazılmıştır. Bu yazıları okuduğu anlaşılan Özgür Gündem Editörü, bu noktaları inatla yok sayıyor.” (“Gerçeklere Saygı!”, Atılım, Sayı: 72, 14 Şubat ‘04)

*** Derin devletle bağlantılı olarak çalışan “düşünce kuruluşu” ASAM uzmanları, konuya ilişkin hayli uzun bir incelemede, mevcut güçbirliğini Kürt hareketi ve sorunu eksenli olarak şöyle değerlendiriyorlar:

“SHP sol yelpazede ve siyasal yaşamda ciddi bir yer tutabilmek için yerel seçimleri önemli gösterge olarak kabul etmektedir. Bu ittifakın kendileri açısından olası bazı olumsuzlukları olmasına rağmen DEHAP yönetimi ve tabanını milli bütünlük politikalarına sevk ederek bir kazanım elde etmeyi amaçladıkları belirtilmektedir.

SHP Genel Başkanı ve parti yönetimi DEHAP ile yapmış olduğu seçim işbirliğini, DEHAP’ın tabanını entegre edemediği ve milli bütünlük noktasında kontrol edemediği takdirde 28 Mart yerel seçimleri HEP-SHP ittifakında olduğu gibi bir dizi olumsuzluğun yeniden ortaya çıkmasına Türkiye açısından siyasal riski yüksek bir tehlikeye dönüşmesine yol açması mümkündür. Türkiye’nin milli bütünlüğü konusundaki hassasiyetini sürekli olarak ön plana çıkaran Karayalçın bu dengeyi iyi kurmaktadır. Bu hususları dikkate alarak özellikle HADEP aday ve tabanında varolan aşırılıkların ve ayrılıkçı eğilim ve düşüncelerin töprülenmesini ve ulusal duygu ve düşüncelerin gelişimini sağlayacak bir programı hayata geçirmesi halinde bu işbirliği hem geçmişteki olumsuzlukların izlerini silmede, hem de gelecekte oluşabilecek toplumsal gerginliği önlemede önemli bir fırsat kazanılmış olacaktır. Dolayısıyla bu işbirliğinin hem olumlu ve hem de olumsuz yönleri ağır basmaktadır. Bu nedenle bu ittifakı gerçekleştirenlerin yüksek düzeyde siyasal hassasiyet içerisinde bulunmaları gerekmektedir.”

“Sonuç” bölümünde yer alan bu değerlendirmenin son paragrafı ise şöyledir: “2004 yerel seçimlerinde ulaşılabilecek en yararlı sonuç; DEHAP’ın SHP vasıtasıyla Türkiye geneline açıldığı gibi SHP ve diğer partilerin de DEHAP vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine açılması ve burada DEHAP dışındaki partilerin de tercih edilebilir konuma getirilmesi olmalıdır.” (Dr. Veli Fatih Güven, ASAM Terör ve Çatışma Araştırmaları Masası Başkanı, Stratejik Analiz, Cilt: 4, Sayı:47, Mart 2004, vurgular bizim)