Hücre saldırısına can ve kan bedeli karşı duran ve hücreleri yıkmaya kararlı tutsaklar, bugüne dek 107 kavga yoldaşını ölümsüzlüğe uğurladı. Gerek ölüm orucu, gerekse 19 Aralık katliamı ve sonrasında hücrelerde devam eden saldırılar nedeniyle yüzlerce tutsak sakatlandı. Ne var ki bilanço bununla sınırlı değil. Çünkü saldırılar sürüyor ve buna yenileri eklenmeye çalışılıyor.
Yeni saldırılara geçmeden önce varolanları, Çağdaş Hukukçular Derneğinin raporu üzerinden ortaya koyalım. ÇHD, hazırladığı bu raporun tecrit başlıklı bölümünde, hücrelerdeki ağır izolasyon ve tecrit koşullarının devam ettiğine, cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin birbirlerinin yüzlerini dahi göremeyecekleri bir sistem yerleştirildiğine dikkat çekiyor. Hücreler arasında idarenin denetiminde dahi para, kitap, eşya alışverişi yaptırılmayarak insani dayanışmanın engellendiği, aynı cezaevindeki tutuklu ve hükümlüler arasında yayın alışverişi ve mektuplaşmanın PTT aracılığıyla yaptırıldığı da raporda dikkat çekilen saldırılar arasında yer alıyor. Bu şekilde yapılmaya çalışılan kelimenin tam anlamıyla tutsakları yalnızlaştırmak ve kendilerine dahi yabancılaştırmaktır. Zaten tecrit etmenin özlü amacı da budur.
Raporun sağlık sorunları başlıklı bölümünde ise, kronik sağlık sorunları yaşayan tutuklu ve hükümlülerin tedavilerinin keyfi biçimde geciktirildiği ve birçok tedavi yönteminden mahrum bırakıldıkları belirtilmektedir. Asmayalım da besleyelim mi anlayışının uzantısıdır bu uygulama.
ÇHD raporunda; "İdari tutum, adli başvurular ve hukuki durum başlığı altında, Şikâyet dilekçelerinin, infaz hakimliklerine, içeriği bahane gösterilerek zaman zaman verilmediği; başvuruların incelemeye tabi tutulup delil toplanmadan reddedildiği; özel eşyalara el konulduğu; revire çıkanlara 5-6 kez üst araması eziyeti yapıldığı anlatılıyor. Savunma hakkı ve avukatlara karşı tutum bölümünde ise avukatların cezaevine girişte arama bahanesiyle engellendiği; savunma evraklarının avukatların bulunmadığı bir ortamda incelendiği; avukatların müvekkilleriyle görüşe geldiklerinde yanlarında kâğıt kalem bulundurmalarının yasaklandığı kaydedilmiş.
İnceleme raporunun ayrıntıları önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak. Ancak bu kadarı dahi hücreler konusunda yeterince fikir verir niteliktedir. Raporda da yer alan fiili saldırılar ise, hemen hergün çeşitli gerekçelerle yapılmaktadır. Bugün hala tutsaklar, keyfi ayakkabı araması uygulamasına boyun eğmedikleri için görüşe yalınayak, hastane ve mahkemeye ise terlikle çıkıyorlar.
Bunlara ek olarak traji-komik uygulamalar da yaşanıyor. Misal; F tipi hücreler için özel olarak üretilen nasihat (!) isimli sakız var. Bu sakızlarda fal değil, ama devrimcilere yönelik saldırıların hakim olduğu zırvalar bulunuyor! Komik gibi görünen bu uygulama, faşizmin çaresiz hezeyanlarına bir örnek oluşturuyor.
F tipi hücrelerde tutsakları teslim almayı başaramayan faşist sermaye devleti yeni saldırı hazırlıkları içinde. İlk gündeme giren D tipi hücreler oldu. Diyarbakır, Denizli ve İstanbulda 4 tane D tipi hücrenin tamamlandığı açıklanıyor. Bu hücrelerin tipik özelliği yer altında olmasıdır. Böylesi güneşsiz bir hücreye konulmak başlı başına bir saldırı olmakla beraber, burada daha insanlık dışı uygulamaların yapılacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor.
Bununla beraber Sulhi Dönmezer başkanlığında 12 kişilik bir heyetin hazırladığı yeni yasa tasarısı, tutsaklara yönelik saldırılarla dolu. Dönmezer hazırladıkları taslağın mantığını 4 ilke halinde açıklıyor:
Birinci ilke, kurumda güvenliğin sağlanmasıdır. İkinci ilke, düzenin sağlanmasıdır. Üçüncü ilke, hükümlünün iyileştirilmesidir. Dördüncü ilke, adalet ilkesidir. Cezaevinde kendisini iyileştireceğiniz mahkumu güvenlik, düzen ve iyileştirme amacıyla bazı rejimlere tabi kılacaksınız. O rejimler bazı hak kısıntılarını zorunlu kılacaktır. (1 Temmuz 2003/Radikal)
Tasarının en kapsamlı saldırı bölümünü tek tip elbise uygulamasına geçilmesi oluşturuyor. Tasarı gerekçesinde tek tip elbise, Herkesin kendi zevkine göre elbise giymesi hükümlüler arasında disiplinin bozulmasına yol açabilir ve firarları kolaylaştırabilir denilerek savunuluyor. Bu uygulamaya geçilmesi, açıkca yeni katliamlar anlamına geliyor. Çünkü tutsaklar asla tek tip elbiseyi giymeyecektir. Bu direnişi yine can bedeli gerçekleştirecektir. 12 Eylül sonrası tek tip elbiseye karşı direniş, bir anlamda zindanlarda direniş geleneğinin itici gücü olmuştur. Bedeller ödenerek tek tip elbise kaldırılmıştır. Bugün tutsaklar yine bedeller ödemeyi göze aldıklarını hücrelerde teslim olmayarak göstermektedirler.
Tasarının diğer maddeleri ise şöyle:
* Hükümlülere güvenliği tehlikeye düşüren veya müstehcen haber, yazı, fotoğrafları kapsayan hiçbir yayın verilmeyecek.
* Taslak yasalaştığında, mahkûmlar, yasaklanmamış tüm yayınları ücret karşılığında alabilecek, ancak, odalarda, gereksinimden çok kitap olamayacak.
* Mecburi çalışma: Hükümlüler kurumda, iş yurtlarında, inşaat ve maden gibi kurum dışında çalışmaya mecbur tutulabilecek, elde edilen gelirden bu kişilere ücret ödenip sigortası yapılacak.
Son madde zorunlu köleliği çağrıştırıyor. En insancıl ve hukuki görünen uygulamaların bile saldırı dayanağı yapıldığı koşullarda, böylesine insanlık dışı bir uygulamanın çok daha kapsamlı saldırılara dayanak yapılacağı muhakkaktır.
Yinelemek gerekirse tutsaklar hiç bir saldırıya boyun eğmeyecektir. Ağır bedeller ödeme pahasına faşizme teslim olmayacaktır.
20 Ekim 2000den bu yana tutsakların temel şiarı hücreleri yıkacağız! oldu. Bu şiar hala tüm anlamını, önemini ve güncelliğini koruyor. Bu mücadele için dışarıda işçileri ve emekçileri harekete geçirmek de, aynı şekilde tüm önemini ve aciliyetini koruyor.
Dışarıyla içerisi arasında ayrılmaz diyalektik bir bağ vardır. Bu iki alan sınıflar savaşımının iki ayrı cephesidir. Bir cephede alınan yenilgi veya kazanılan bir zafer, dolaysız olarak diğer cepheyi etkiler. Tutsakların teslim olmaması, dışarıda en azından moral destek rolü oynuyor. O halde dışarıda da teslim olmamak gerekiyor. Kazanmanın iki koşulu vardır; teslim olmamak ve bedel ödemeyi göze alarak mücadele etmek. Tutsaklar bu koşulları yerine getiriyor. Kazanmak için dışarıdaki cephede de bu koşullar yerine getirilmeli.
Geçtiğimiz ay ABDde işsizlik oranı belirgin bir biçimde yükseldi. Washingtondaki İş Piyasası İstatistik Kurumu tarafından yapılan açıklamaya göre, Mayıs ayından %6.1 olan işsizlik oranı Haziranda % 6.4e (360.000) yükseldi. İlk kez işsizlik parası yardımına başvuranların sayısı 409 binden 430 bine yükseldi.
İşsizlik oranının artışına gerekçe olarak işten çıkarmalar gösteriliyor. Haziran ayı içerisinde yaklaşık 56 bin işçinin işine son verilmiş, böylece imalatta son üç yılda işten çıkarılan işçi sayısı yaklaşık 2.6 milyonu bulmuştur. İş Piyasası İstatistik Kurumu tarafından yapılan açıklamaya göre, altı ay veya daha uzun süredir işsiz olanların sayısı 410 bin artarak 2 milyona ulaşmıştır. Ekonomistlerin tahminlerine göre, yılın ikinci yarısı için beklenen toparlanma iş piyasasını pek etkilemeyecek, böylelikle işsizlik oranında düşüş trendi değişmeyecek.
Bu arada 2003 yılının üçüncü üç aylık periyodu için %3.5, son üç aylık periyodu için ise %3.8lik ekonomik büyüme bekleniyor. Bu beklentinin nedeni faiz oranının düşük olması. Diğer bir neden ise Bush hükümetinin kongreden geçirmeyi başardığı yeni vergi yasası. Bu yasa ile kapitalistlere uygulanan vergi oranı düşürülüyor, böylelikle ülke genelindeki gelir uçurumu daha fazla açılıyor.
Bush yönetimi yıl içinde ABD ekonomisini canlandırmak gerekçesiyle yeni bir vergi yasası çıkartmış, böylece kapitalist tekellerin çıkarları doğrultusunda hareket etmişti. Bu vergi yasasıyla kapitalist tekellerin kazançları dolaylı olarak yükseltilirken, çalışan kesimlerin durumunda bir düzelme söz konusu olmayacak. Buna ek olarak ABD Merkez Bankası bu yıl içinde faiz oranlarını bir kez daha düşürmüş, böylece enflasyon oranının yükselmesine yol açmıştı. Yatırımları özendirme, dolar kurunu düşürerek ihracatı canlandırma gibi gerekçelerle alınan bu önlemlerle ABDde de krizin faturası işçi ve emekçilere çıkarılmış, gelir düzeyleri aşağı çekilmiş, kapitalistler ise krizden faydalanmışlardır.