Türk devletinin stratejik müttefiği olmakla pek övündüğü Amerikadan gördüğü muamele ve asıl o muameleye veremediği yanıt, son bir haftanın gündemini hemen tümüyle meşgul etti. Yer yer birbirini suçlayan, birbirine zıt görünen ifadeler kullansalar da, iktidarı ve muhalefetiyle burjuva siyaset cenahı, ordusu, bürokrasisi ve medyasıyla düzen cephesinin ruhhalini şöyle ifade etmek mümkün: Kırgınlık ve küskünlük...
Ne asla kabul edilemez, ulusal onurumuz incindi ifadeleri kullanan ordudan, ne derhal notayla yanıtlanmalıydı diyen sözde muhalefetten, ne de medyadan bu kırgınlığın ötesinde ciddiye alınabilecek bir alınganlık, bir öfke yansımıyor. Hükümet ise Fevri bir olayı büyütmemek, iki müttefik arasındaki ilişkileri zedelememek lazımdır gevelemeleriyle süreci atlatmaya çalışıyor.
Düzen ve devlet cephesinden gösterilen bu tutuma aslında kimse şaşırmış değil. Çünkü bu, yeni ortaya çıkan bir durum değil. Geride kalan yüzyılın ilk çeyreğinde bağımsızlık iddiasıyla yola çıkan Türk devleti, daha ikinci çeyreği bitirmeden sermayenin vatanı olmadığını öğrenmiş bulunuyordu. Mustafa Kemalin iktisadi ve siyasi bağımsızlık ilişkisi üzerine söylevleri içi boş tekerlemeler olarak ders kitapları ve tören nutuklarında kalırken, devlet desteğiyle palazlanan sermaye hiç zaman yitirmeden emperyalist sermaye ile göbek bağlarını oluşturuyor; devletini de bu doğrultuda ilişki ve anlaşmalara yöneltiyordu. Kurulan ilişkiler, hem sermaye hem de devlet açısından eşitler arası ilişki olmadığı ölçüde de sermayenin taşeronlaşması, devletin ise işbirlikçi konum &uul;zerinden köleleşmesi kaçınılmaz hale geliyordu. Sonuç orta yerde duruyor; Türkiye, yalnızca birkaç on yılda, en sıkı ve yoğun ilişkiye girdiği emperyalist güç ABDnin sömürgesi haline getirildi.
Bu köleleşme sürecinin nasıl yaşandığı ortada. Her seferinde NATO anlaşmaları bahane edilerek dünyanın dört bir yanında Amerikan askerliği yapmak; İMF ile, ekonomi yönetiminin tamamen bu emperyalist kuruluşa devriyle sonuçlanan borç ilişkilerine girmek; siyonist İsrail ile ittifak halinde Ortadoğuda da Amerikan maşalığına soyunmak; Amerikanın SSCBye karşı soğuk savaşında piyon-ajanlık uğruna tüm ilerici muhalif güçleri faşist askeri darbelerle kırmak, ülkeyi onyıllar boyu bir Nazi karanlığına, bir kontr-gerilla cehennemine mahkum etmek
Bu geçmiş bile geleceği göstermeye fazlasıyla yeterken, günün gelişmeleri, utanç verici bir boyut kazanan kölelik ilişkileri tablosuna daha güçlü bir ışık tutmuş oldu. Amerikan işgali altındaki Irakın kuzeyinde, yani Güney Kürdistanda kirli ve karanlık faaliyet gösteren Türk özel timi, stratejik müttefik Amerikanın askerleri tarafından basılıp esir alındı. Alma ve götürme biçimi, tıpkı Afganistanlı ve Iraklı esirlerinki gibiydi. Yere yatırıldılar, başlarına çuval geçirildi, bilekleri plastik kelepçeyle boğuldu, tekme, yumruk ve dipçiklerle araçlara sokuldular.
Özel Tim elemanlarına, kendilerinin de ülkedeki muhaliflere sistemli biçimde uyguladıkları bu muamele hiç yabancı gelmemiştir kuşkusuz. Binlerce insanımızı kaybetmek, katletmek, işkencelerden geçirmek üzere kaçırırken, onlar da ABDde gördükleri eğitime uygun olarak bu aynı yöntem ve araçları kullandılar.
Ancak, onlar yadırgamasalar da, Ankaradaki ağababalarını en fazla üzen bu muamele oldu. Ordu üzerinden yapılan açıklamaların satır araları bile bu ruhhaliyle doluydu. Biz hata yapmadık, ama öyle bile olsa müttefik askerine böyle mi muamele yapılır? Bu sözler, gözaltına alacaksanız alın, sorgulayacaksanız sorgulayın, ama hiç olmazsa bunu bizi bu derece küçük düşürecek görüntülerle yapmayın, anlamına geliyor.
Buradan, devlet cephesinden reddedilen ve muhalefet cephesinden hiç sorgulanmayan bir konuya geliyoruz. Bu Özel Timin Süleymaniyedeki işi nedir? Türkmenlere hangi amaçla askeri eğitim vermektedirler? Madem varlıkları ve görevleri NATO ve Pentagonun bilgisi dahilindedir, o halde niçin sivil ve kimliksiz dolaşmaktadırlar? Komşu bir halkın emperyalist işgal kuvvetlerinden çektiği eziyet yetmedi mi, bir de etnik çatışmalara sürüklenmek isteniyor? Irakın Bosnalaşmasından Türk devleti nasıl bir çıkar elde edebilir? Kürt sorununun çözümü yeni sorunlar çıkarmaktan mı geçmektedir?
Daha onlarca soru sorulabilir. Ancak bir teki bile sorulmuyor. Çünkü bu cenahta, Türk devletinin Irak halkına karşı işlenen suçlara ortak olması gerekliliği baştan kabul edilmiştir.
Ancak, söz konusu stratejik ortaklıkta (ki bu sadece uşağın efendiyle ortaklık hayalidir) tek taraflı niyet ve istekler hiçbir anlam ifade etmemektedir. Nitekim, Iraka saldırı öncesi pazarlıklarda ABD, tüm istek ve uyarılarıyla Türkiyeden beklentisini açıkça ifade etmiştir. İstediğim herşeyi ikiletmeden vereceksin ve askerini Iraktan çekeceksin! Amerikanın suç dosyası çok yüklü olsa da, Türk sermaye devletiyle yaşanan bugünkü sorunun tek suçlusu değildir. Baskın olayındaki tavrı tam da efendinin uşağa göstereceği bir tavırdır ve ABD Türkiye ile ilişkilerini zaten böyle tanımlamaktadır. Bu utanç verici uşaklığı kabullenmekte beis göstermeyenlerin uşak muamelesine itiraz hakları olabilir mi?
Bugün ulusal onurdan dem vuranlar, ulusal onuru asıl zedeleyenin onu emperyalizmin ayaklarına serenler olduğunu kabul etmek zorundadırlar. İMF memurları hükümete şunu şöyle, bunu böyle yapacaksın derken zedelenmeyen ulusal onur, işi bir başka ülkeyi karıştırmak olan 11 özel kuvvet mensubu gözaltına alınınca mı zedeleniyor?
Bu nasıl bir ulustur ki, işçi, memur, çiftçi, esnaf hesapta yoktur? Bu nasıl bir ulusal onurdur ki, onların aşağılanması, yok sayılması, ezilmesi sözkonusu olduğunda hiç hatırlanmaz? Dün başbakanlığı sırasında İMFye söz verdim, memura 5 kuruş fazla zam yapamam diyen Ecevitin, bugün tutup ulusal onurdan söz etmeye hakkı olabilir mi? Bu, sistemin ve uşaklarının ikiyüzlülüğünü, onursuzluğunu ve sahtekarlığını kanıtlamaktan başka hiçbir anlam ifade etmez.
Bunlar ise dün de bugün de uşak kimliğinin tipik özellikleridir.
Bu uşaklığa ancak işçi sınıfı son verebilir. Ve o bunu, ancak işbirlikçi sermaye ikidarına onu ayakta tutan emperyalist kölelik ilişkileriyle birlikte son vererek başarabilir. İşçi sınıfının devrimci partisinin programatik istemi olan Bağımsız sosyalist Türkiye gerçekleşmeden bugün sıradan bir örneğini yaşadığımız emperyalist kölelik ve aşağılamaların da sonu gelmez.
Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin organik bir parçasıdır. Sistemin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralmaktadır. İktisadi, mali, siyasi, askeri ve diplomatik tüm alanlarda tam bir emperyalist boyunduruk altındadır. Türkiye, saldırgan bir emperyalist politik-askeri örgüt olan NATOnun sadık bir üyesidir. Ülke topraklarında çok sayıda NATO ve Amerikan askeri üssü bulunmaktadır. Ekonomisi her alanda emperyalist dünya ekonomisine bağımlı olan Türkiye, aynı zamanda ödendikçe büyüyen ağır bir emperyalist borç yükü altındadır. Emperyalizme bağımlılıktan temellenen bir yapısal kriz içindeki ekonominin çarkı ancak sürekli yeni dış borçlar sayesinde dönebilmektedir. Bu nedenledir ki, Türkiye, başta İMF olmak üzere ululararası emperyalist finans merkezlerinin dayattığı iktisadi ve mali politikaların uysal bir ileyicisi durumundadır.
Türkiye üzerindeki bu emperyalist hükümranlığın merkezi ve belirleyici gücü, son elli yıldır tartışmasız olarak ABD emperyalizmidir. ABDnin etkisi ve denetimi toplum yaşamımızın tüm alanlarında hissedilmektedir. Ekonomi ve maliye politikaları İMF ve Dünya Bankasının, iç ve dış politika ABD hükümetlerinin, ordu ve sözde savunma Pentagonun, iç güvenlik CİAnın dolaysız denetimi ve yönlendirmesi altındadır. CİA stratejistleri sürekli olarak Türkiye için iç ve dış politika alternatifleri üretmekte, dahası uygulamayı bizzat planlamaktadırlar. Türkiyede ABDnin desteği olmadan hükümetler bile kurulamamakta, hükümet olmaya aday tüm sermaye partilerinin liderleri icazet almak için her zaman ABDye koşmaktadırlar. Toplumu bir ahtapot gibi saran medya ağının tüm kilit mevkilerini de Amerikancılar tutmakta, yalnıza politik yaşam değil, kültürel ve gündelik yaşam da Amerikan ideolojisinin, yaşam tarzının, yoz kozmopolit değerlerin sistematik bir bombardımanı altında bulunmaktadır.
Türkiye üzerindeki bu çok yönlü ve utanç verici köleci emperyalist boyunduruğun iç toplumsal dayanağı Türk tekelci burjuvazisidir. Varlığını ve egemenliğini emperyalist dünya sistemine borçlu olan bu işbirlikçi sınıf, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren emperyalizme uşakça bir sadakat çizgisi izlemiştir. Onun iç politikasını olduğu kadar dış politikasının da ana çerçevesini her zaman bu tutum belirlemiştir. Bu sınıf içerde ülke kaynaklarını emperyalist yağmaya açmış, emperyalist tekellerle işbirliği halinde iç pazarda aşırı kârlara dayalı tekelci bir hakimiyet kurmuş, Türkiyeyi emperyalist tekeller için bir ucuz işgücü cenneti haline getirmiştir. İşçi sınıfı ve emekçileri ağır yaşam koşullarına mahkum eden ve topluma büyük sosyal-siyasal bedellr ödeten bu sömürü ve yağma politikalarına, siyasal planda, zaman zaman faşist askeri yönetimler halini alan dizginsiz bir siyasal gericilik eşlik etmiştir. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, çok sınırlı bazı demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek ve kullanabilmek için bile zorlu mücadeleler vermek zorunda kalmışlardır. Siyasal gericiliğin sömürgeci bir kölelik altında bulunan Kürt ulusu i&ccedl;in sonuçları ise, toptan inkar ile zora dayalı bir sistematik asimilasyon politikası olmuştur.
Tekelci burjuvazinin dış politikası da içteki bu gerici işbirlikçi ve halk düşmanı sınıfsal konumun bir yansımasıdır. Kendi iç egemenlik sahasında emperyalist dünya ile bu denli bir çıkar ve kader birliği içinde olan bir sınıfın, dış politika alanında da aynı işbirliği ve uşaklık çizgisini sürdürmesi eşyanın tabiatı gereğidir.