17 Mayıs'03
Sayı: 19 (109)


  Kızıl Bayrak'tan
  Köleleştirme saldırısına karşı tüm sınıf güçleri harekete geçirilmelidir!
  Kölelik yasası daha da ağırlaştırılarak meclisten geçiyor!
  Saldırılara karşı yapılan eylemlerden...
  Saldırılara karşı yapılan eylemlerden...
  Saldırılara karşı eylemler yaygınlaşıyor!
  Sınıf hareketinin yükselme eğilimi ve sendikal ihanete karşı tutum
  15-16 Haziran Direnişi yol göstermeye devam ediyor!
  Maliye Bakanı'ndan emek düşmanı inciler...
  ABD'nin Ortadoğu planları, Türkiye ve Kürtler...
  Müşteri değil, öğrenciyiz!
  Birleşik-militan mücadeleyi yükseltelim!
  ABD, BM Güvenlik Konseyi'ne yağma tasarısını sundu...
  Amerikan özgürlüğü = Açlık!..
  Filistin halkını toplama kamplarına götürecek yol "haritası"
  İsrail'in nükleer gücü...
  Fransa ve Avusturya'da büyük eylem, grev ve genel grev dalgası...
  Avusturya'da son elli yılın en büyük işçi grevi
  Savaş hakikaten bitti mi?
  Gençliğin ortak açıklaması: MGK uzantısı ADKF üniversiteden defol!
  Mezarlık tipi zindan: Yeraltı zindanı
  KADEK'in geleceği...
  Fikret Başkaya...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Duyduk duymadık demeyin: Bu bir skandaldır!

Fikret Başkaya

Son bir ayda hakkımda iki dava birden açıldı: Davalardan biri 13 yıl önce yazdığım bir kitap için, diğeri 10 yıl önce önce yazdığım bir makaleden.. Paradigmanın İflası Nisan 1991’de ilk defa yayınlandıktan 15 gün sonra dava açıldı. Bu kitaptan 20 ay hapis, 42 milyon TL para cezasına çarptırıldım. Para cezası ödendi. Hapis cezasını Haymana Cezaevinde yatarak ‘çektim’. 13 yıl önce yayınlanan Paradigmanın İflası bu güne kadar (korsan baskılar hariç) sekiz baskı yaptı. Aradaki 6 baskıya dava açılmadı...

Fakat hepsi bu kadar değil. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu cezadan dolayı Türk hükümetini mahkum etti. Cezalandırmanın ifade özgürlüğünün ihlali olduğuna kadar verdi. Bu karar mahkumiyeti tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırıldığı halde, kitabın aynı bölümünden ve aynı gerekçeyle Terörle Mücadele Kanunu’nun aynı maddesi (8/1) gereğince yeniden dava açıldı.

Laiklik üzerine yazdığım, Sivas katliamını konu alan ve dava konusu yapılan makalenin yazılış tarihi de 12 Temmuz 1993’tür. Bu yazı günlük bir gazetede yayınlandıktan dört yıl sonra Akıntıya Karşı Yazılar başlığını taşıyan kitapta ikinci defa yayınlandı. 2003 Ocağında yayınlanan üçüncü baskıya dava açıldı (TCK 159/1).

Bir kitap yazmak neden bir ‘terör eylemi’ sayılıyor? Kavramların bir içeriği olması gerekmiyor mu? Bu dünyada yazı yazmak kadar terör eyleminden uzak bir insan faaliyeti mümkün müdür? Devletin istemediği bir şey söylediğinizde, resmi ideolojinin tabu saydığı, tartışılmasını yasakladığı bir konuda fikir beyan ettiğinizde, bunun bir terör eylemi sayılıp, Terörle Mücadele Kanunu’na göre cezalandırılması saçma, mantıksız ve hak ve hukuk kavramlarının inkarı değil mi? Düşünce yasağına itibar eden, böylesi bir haysiyetsizliği içine sindirebilen biri hâlâ aydın sayılacak mıdır? Bir yazı neden devletin manevi şahsiyetine hakaret sayılıyor. Devletin manevi şahsiyetinin olmayacağını anlı-şanlı hukuk profesörleri, yüksek yargının ‘saygın üyeleri’ bilmiyorlar mı? Laiklik üzerine yazdığım yazıda şkence mahkum ediliyor. Neden işkence yapanlar değil de işkenceye karşı çıkan cezalandırılıyor? Eğer maneviyat insana özgü bir şeyse ve devletin manevi şahsiyeti diye birşey de olamayacağına göre bununla yapılmak istenen nedir? Bu işkencecileri korumak için olmayan ‘maneviyatın’ bahane edilmesi değil midir?

Bütün bunlarda mantık, hak, hukuk, adalet nerede? Onca hukuk adamı-kadını neden bu kepazeliğe ses çıkarmaz, bu durumu veri alıp sessiz ve tepkisiz kalır? Koskoca barolar neredesiniz? Bu dünyada meslek etiği (deontoloji profesyonel) denilen birşey yok mu? Öyleyse sizin hukuk dediğiniz nedir? Elbet bir gün gelecek her şey yerli yerine oturacak ve o zaman kimse hukukun katlinin hukuk olduğu yalanına artık itibar etmeyecek...

Bir yazı yazıyorsunuz aradan 10 yıl geçiyor ve yazı bu zaman zarfında defalarca basılıyor. Bir de bakıyorsunuz on yıl sonra dava açılmış. Bir üst mahkeme verilen bir cezayı tüm unsurlarıyla ortadan kaldırmış, sanki hiçbir şey olmamış gibi yeniden dava açılıyor... Bundan büyük aymazlık, keyfilik, tutarsızlık, ölçüsüzlük olabilir mi? Burada oluyor... Burası skandalların harman olduğu bir ülkedir. Kimse durun yanlış yapıyorsunuz, ayıp ediyorsunuz, ‘bu bir skandaldır’ demiyor... Örnek mi istersiniz... İki-üç yıl kadar önce bir gazete benimle bir söyleşi yapmıştı. Sorulan sorulardan biri de ‘sivil toplum örgütleriyle’ ilgiliydi. Sivil toplum söyleminin neden bu aşamada gündeme geldiğini anlattıktan sonra, söz konusu örgütlerin neoliberal küreselleşmeci güç odakları tarafından “araçlaştırılmak” istendi¤ini, dolayısıyla da bu örgütlerin depolitizasyonun, apolitizasyonun aracı haline getirilmek istendiğini ifade etmiştim. Apolitizasyonda “Apo” geçiyor diye Adana DGM hakkımda dava açtı... Daha başka örnekler de vermemi ister miydiniz?

Yıllardır düşüncenin suç olmaktan çıkarılacağı söyleniyor. Ama insanlar düşüncenin ancak ifade edildiğinde düşünce olduğunu pek bilmiyor. Düşünce ancak ifade edildiğinde düşüncedir. Çocuğun doğduğunda çocuk sayılması gibi... Demokratikleşme deniyor, yasalar değiştiriliyor, ‘uyum yasalarından”, “uyum paketlerinden’ söz ediliyor... değişen birşey yok. Değişen birşey yok, zira haklara, özgülüklere, demokrasiye asıl ihtiyacı olanlar bir türlü sahneye çıkmıyor... O zaman bütün bu kavramlar, hakları, özgürlükleri, demokrasiyi engellemekte çıkarı olan egemenlerin, özgürlük ve demokrasi düşmanlarının elinde bir manipülasyon aracına dönüşüyor...

Düşünceyi yasaklayan bir rejim kısa vadede ‘durumu kurtarsa da’ orta ve uzun vadede çürümekten ve yıkılmaktan kurtulamaz. Zira toplumsal dinamik eninde sonunda bağnaz yasal-kurumsal-siyasal-ideolojik yasakçı çerçeveyi çatlatma, parçalama ve yıkma istidadına sahiptir. Hiçbir sosyal formasyon bu tarihsel gerçeklikten muaf değildir.

Düşünce özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır. Eğer düşünce (ifade) özgürlüğü yoksa, başka özgürlükler de gercekleşemez. Dolayısıyla özgürlükler bir bütündür. Özgürlüklerin bazılarına karşı olmak, bazılarından yana olmak mümkün değildir.

Düşüncenin yasaklanması ya da aynı anlama gelmek üzere sansüre tâbi tutulması, dar anlamda bu yasağın ötesinde sonuçlar doğurur. Zira, sansür belirli bir eşikten sonra otosansürü beslemeye başlar. İnsanlar ‘başlarına bir iş gelir’ korkusuyla ve savunma “işgüdüsüyle” kendi kendilerini sansür etmeye başlarlar. Bu, sansürün içselleşmesidir. Sansürün içselleşteği, otosansürün yaygınlaştığı bir toplum artık bilimsel, estetik, entellektüel kısırlığa mahkum olmuş bir toplumdur. Böyle bir rejim, ‘sorunları çözme yeteneği’ dumura uğramış bir rejimdir... Aynı bu gün Türkiye’de olduğu gibi...

Eğer siz, ait olduğunuz, üyesi olduğunuz bir toplumun veya topluluğun sorunları hakkında fikir beyan ettiğinizde cezalandırılıyorsanız, bu sizin henüz ‘yurttaş’ sayılmadığınız anlamına gelir...

Oysa, insanı insan yapan onun haysiyet bilincidir. Özgürlük mücadelesinden vazgeçmek haysiyetsizliğe razı olmaktır. Bu da insanlığınızın gerçekleşmemesi, ya da “eksik insan” olmaktır.

Haklar, özgürlükler ve demokrasi ‘verilen’ değil, ‘kazanılan’ şeylerdir. Kazanmak da mücadele etmeden, bedel ödemeden mümkün değildir.

Özgürlük mücadelesinin ilginç bir veçhesi de, mutlaka kazanılan bir mücadele olması, kaybetmenin asla söz konusu olmamasıdır. Adımınızı attığınızda özgürleşmeye başlarsınız ve bu sürüp gider...

Rosa Luxemburg’un dediği gibi, “özgürlük başkasının özgürlüğüdür.” Eğer başkaları özgür değilse siz de özgür değilsinizdir.

Velhasıl, burada söz konusu olan senin özgürlüğün, senin haysiyetin, senin insanlığındır.

Skandal, “utanılacak şey” (utanca) demektir. Bu utanca ortak olma....

5 Mayıs 2003



ÇOMÜ’de faşist beslemeler boy gösteriyor

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi bahar şenlikleri 8-10 Mayıs tarihlerinde gerçekleşti. Şenliğin ilk günü son derece hareketsizdi. İkinci günde oynanan bir skece sivil polis ve ÖGB müdahale etmeye çalıştı. Ancak izleyenlerin çokluğu ve gelebilecek tepkilerden dolayı müdahalede bulunamadılar. Üçüncü ve son gün ise sol görüşlü bazı öğrencilerin çektiği halaydan rahatsız oldukları gerekçesiyle faşist öğrenciler sivil polise şikayette bulundular. Siviller, “ideolojik halay çektiğimiz ve arkadaşlarını rahatsız ettiğimiz” gerekçesiyle halaya son vermemizi söylediler. Aynı anda kampüste bangır bangır yabancı müzik çalıyor, faşistler öğrencilikle alakası olmayan kişilerle kurt işareti yaparak bağıra bağıra şarkı söylüyorlardı.

Bu müdahale üzerine faşistlerin dağılmadığı, yanlarındaki öğrenci olmayan kişilerin kampüsü terketmediği sürece halaylarımıza türkülerimiz eşliğinde devam edeceğimizi söyledik. Yeniden halaya durduğumuzda maalesef 20 kişi vardık. Devrimci demokrat öğrenciler dağınık bir görünüm sergilediler. Daha sonra faşistler küçük gruplar halinde üniversitede gezmeye başladılar. Bu arada bazı grupların okuldan toplu halde çıkma talebinin konuşulmadan gerçekleştirilmesi bizi çok şaşırttı. Okulda kalınması yönünde görüş bildiren 5-6 kişiyle orada kalmanın tehlikeli olacağını düşünerek toplulukla beraber dışarı çıktık.

Okulu toplu terkeden 70 kişiyle sorunu konuşmak üzere kapalı bir mekana gittik. Toplantıda iki grup ve biz, alınan tutumun yanlış olduğunu, okulu terketmenin üniversiteyi onların eline bırakmak anlamına geldiğini söyledik. Ne gariptir ki orada bulunan herkes söylenenlerin doğru, yapılanın yanlış olduğunu savundu ve konunun üniversite kantinlerinde tartışılması kararına varıldı. Önümüzdeki süreçte devrimci öğrenciler arasındaki kopukluğu gidermeye, anti-faşist mücadeleyi yükseltmeye çalışacağız.

Ekim Gençliği/ÇOMÜ