27 Eylül'03
Sayı: 2003 (10)


  Kızıl Bayrak'tan
  Irak'a asker göndermek Türkiye ve Ortadoğu halklarına karşı savaş ilanıdır!
  Irak halkıyla omuz omuza emperyalist işgal koalisyonuna karşı direnişi büyütelim!
  İşgal taşeronlarının son manevraları ve bağımsız devrimci faaliyetin artan önemi
  Emperyalistler arası pazarlık kızışıyor..
  Sendika ağaları sendika kürsülerini emperyalist savaşın hizmetine sunuyor!
  Irak halkı katledilerek "özgürleştiriliyor",...
  Savaş kundakçılarının yalanlarının üstü örtülemiyor
  Gençliğin kampanyası sürüyor!
  Sınıfa ihanetin hesabı sorulmalıdır!
  Türkiye: Satılığa çıkarılmış bir ülke!
  Özelleştirme saldırısının yeni dönemi/2
  Katliamın 4. yılında Ulucanlar direnişi...
  Ulucanlar direnişi: Devrimin ve devrimin partisinin yenilmezliğine kanıt!
  Ulucanlar katliamının 4. yılında şehitlerimizi andık...
  On'lara sözümüz var...
  Emperyalistler arası pazarlık ve uzlaşmalar Irak halkının direnişini kıramayacaktır!
  İkinci intifadanın üçüncü yılı... Filistin direnişi sürüyor!
  Dünyada sınıf hareketi...
  Bültenlerden...
  Özel savaş ve KADEK...
  Dersini alanlar Irak'a asker gönderecek
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
On’lara sözümüz var...

Hücreleri yıkacak, biz kazanacağız!

Sınıflar savaşımında zindanlar hem egemenler, hem de sömürülenler açısından özel bir öneme sahiptir. Burjuvazi devrimci muhalefeti bastırmak için zindanları önemli bir mevzi olarak görür ve bu temelde değerlendirmeye çalışır. Yakalarken katledemediği devrimcileri zindanlarda siyasal olarak katletmeye çalışır. Siyasal olarak katledemediklerini de fiili olarak katletmeye... İdam gibi yasal cinayetlerin yanı sıra, Almanya’da RAF militanlarına yapıldığı gibi “yasadışı” cinayetler gerçekleştirir.

Devrimciler açısından zindanlar, ancak direnişin bir kalesi haline getirildiğinde devrimin mevzisi olur. Direnişin ana ekseni ise, sermayenin siyasal katliamına asla izin vermemektir. Bugünkü ÖDP’nin temelleri, 12 Eylül sonrası Mamak zindanı teslimiyeti olmuştur. Kuşkusuz devrimci-demokrat ideoloji reformizmin ana kaynağıdır. Ama zindanlarda teslim olmak, devrimci ruhu yitirmek de önemli bir rol oynamıştır. Zindanlarda siyasal katliama karşı ölümüne direnenler devrimci kimliklerini de korumuşlardır.

Zindanlarda yaratılan direniş geleneği

12 Eylül öncesinde devrimci muhalefetin yükselişi, zindanlar üzerinde baskı kurmayı engelliyordu. 12 Eylül darbesiyle devrimci muhalefet bastırıldıktan sonra, zindanlar tam bir işkencehaneye dönüştü. Sadece bu bile, toplumsal mücadeleyle zindanlar arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyor.

‘84 Ölüm Orucu Direnişi bir anlamda zindanlarda yaratılan direniş geleneğinin miladıdır. Elbette öncesinde de direniş yok değildi. Ama ‘84 ÖO Direnişi geleneğin yaratılması için milad niteliği taşıyor. Mehmet Fatih Öktülmüş, Abdullah Meral, Hasan Telci ve Haydar Başbağ ölümsüzlüğü kucaklayarak devrim tarihine geçtiler.

12 Eylül sonrasında faşist sermaye devleti, dışardaki mücadelenin seyrine göre zindanlardaki saldırılarını yoğunlaştırıdı. ‘89 bahar eylemleriyle yükselişe geçen sınıf hareketi, madenci yürüyüşüyle sermaye için tehdit oluşturacak bir evreye geldi. 1. Körfez savaşı gerekçesiyle madenci yürüyüşünü engelleyen devlet, bütün grev ve direnişleri de yasakladı. Yine ‘91 yılı içinde anti-terör yasasını çıkarıp Eskişehir tabutluklarını açtı. Tabutluklar SAG direnişiyle kapatıldı.

‘95 Gazi direnişinden bir süre sonra gerçekleştirilen Buca ve Ümraniye katliamları da sermayenin aynı taktiğinin sonucudur. 3 kişinin katledildiği ‘96 1 Mayıs’ı sonrası Eskişehir tabutluklarının yeniden açılması da öyle... ‘96 ÖO ve SAG direnişi ve 12 yiğit canımızla püskürtüldü bu saldırı. Çok geçmeden Diyarbakır katliamı gerçekleşti.

Tüm saldırılar komünist ve devrimci tutsakların direnişiyle püskürtüldü. Ağır bedeller ödendi, ama direniş geleneği kökleşti.

Ulucanlar: Direniş geleneğinin güçlü bir halkası

Ulucanlar katliamı gerçekleştiğinde, sermaye devleti işçi ve emekçilere yönelik yeni bir saldırı dalgasına hazırlanıyordu. İMF’yle imzalanan ve tüm faturası emekçilere çıkarılan anlaşmanın öngünüydü. Yeni saldırı dalgasının kapsamı işçi ve emekçilerin mücadele potansiyelini açığa çıkaracak nitelikteydi. Ulucanlar katliamının nedeni koğuş işgali değil, işçi-emekçilere yönelik bu saldırının yolunu düzlemekti. Bununla birlikte içerde ve dışardaki devrimcilere gözdağı verip korku ve yılgınlık yaymak isteniyordu. Ayrıca Ulucanlar zindanındaki komünist ve devrimci tutsaklar sermaye sınıfı için “katledilmesi vacip” olanlardı. Bu yüzden Ulucanlar zindanı tercih edildi. Saldırıyı gerçekleştiren komutanların askerlere “30’a kadar yolu var” demeleri herşeyi anlatıyor. Saldırının vahşeti şehitlerin g&oml;rüntülerinden anlaşılıyor.

Saldırı ne kadar vahşiceyse, direniş de o kadar destansıydı. Komünist ve devrimci tutsaklar kendileri şahsında işçi ve emekçilere yönelik saldırıya karşı canlarıyla-kanlarıyla barikat ördüler. Habip Gül, Ümit Altıntaş, İsmet Kavaklıoğlu, Halil Türker, Önder Gençaslan, Aziz Dönmez, Ahmet Savran, Zafer Kırbıyık, Mahir Emsalsiz ve Abuzer Çat Ulucanlar direnişinde ölümsüzlük burçlarına çekildiler.

Hücre saldırısının başlangıcı olan Ulucanlar katilamı karşısında tutsaklar zindanlardaki direniş geleneğine güçlü bir halka eklediler. Ulucanlar direnişi, ödenen bedelin ağırlığına rağmen devrim cephesinde yeni bir zafer olarak yerini aldı. 19 Aralık katliamına karşı sergilenen direniş ve ÖO Direnişi en büyük moral gücü Ulucanlar Direnişinden aldı.

ON’ları hücreleri yıkıp, devrim davasını güçlendirerek yaşatacağız. Sermaye sınıfına tüm cephelerden vurarak biz kazanacağız.

M. Atak



Göstermelik Ulucanlar katliamı davası sürüyor!

Katliamın sorumluları
er geç hesap verecekler!

Ulucanlar katliamının üzerinden 4 yıl geçti. Bu katliam o döneme kadar zindanlarda gerçekleşen en kanlı operasyon olarak tarihteki yerini aldı. 10 devrimci tutsak vahşice katledildi. Şans eseri sağ kalan tutsaklar ise ağır işkencelere maruz kaldılar. Son derece planlı ve hedefli olarak hazırlanmış bu katliamı gerçekleştirenler doğru dürüst yargılanmadılar bile. Göstermelik açılan davalar ise halen devam ediyor.

Ulucanlar katliamında devletin kontra güçlerinin yarım bıraktığı işi “hukukçular” devraldı. Katliamın delilleri yokedildikten sonra soruşturmayı yürütmek üzere üç savcı görevlendirildi. Katliama ilişkin iddianame hazırlandı. Katliamın gerçekleşme biçimi, otopsi ve Adli Tıp raporları ayan beyan ortadayken, sermayenin “adeleti” kendisinden beklenen yerine getirdi. Trajikomik bir iddianame hazırlandı. Cüppeli katiller hazırladıkları iddianame ile kontra güçlere en ufak şekilde dokunmadılar. Hatta onları mağdur ilan ettiler. Devrimci tusaklara ise beş arkadaşlarını öldürmekten dava açıldı. Üzerine gelen kurşunları paylaşanlar, şimdi birbirlerini öldürmekten yargılanacaktı!

Pervasızlıkta sınır tanımadılar ve bir adım daha attılar. 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dava dosyası “Tutukluların cezaevinde örgüt kurarak anayasal düzeni değiştirmek” istedikleri gerekçesiyle DGM’ye sevkedildi. Ancak dosya DGM tarafından da reddedildi ve yine 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geri gönderildi. Devrimci tutsakların avukatlarının iddianame ile birlikte reddi hakim talebi üzerine 5. Ağır Ceza Mahkemesi hakimi davadan çekildi. Dava 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Ortaya çıkan yetki sorununu çözmek üzere dosya Yargıtay’a gönderildi. Yargıtay yetki sorununu karara bağlayarak dosyayı 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Dava bugün 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. Yılları bulan dava sürecinde halen sanık ve mağdurların ifadelerinin alınması süreci işliyor.

Katliamdan şans eseri kurtulan devrimci tutsaklar ile katledilen tutsak yakınlarının yaptığı suç duyuruları sonuç vermedi. Cezaevi yöneticileri ve gardiyanların hakkında hızla takipsizlik kararı verildi. Kontra güçler hakkında ise yargılanmalarına gerek olmadığı kararı alındı. Ancak avukatların yaptıkları itiraz Bölge İdare Mahkemesi’nce kabul edildi. Devlet, 150 civarındaki katliamcı hakkında 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açmak zorunda kaldı. (Bu davanın açılması için yaklaşık 2 yıllık süre geçti.) Yaşananların katliam olduğu gerçeği gizlenemeyecek boyuttadır bugün artık. Katliamın üzeri bir türlü örtülemedi. 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmalara binlerce insan katıldı. Ancak ortaya konulan tepkiler sonucunda dava açıldı. Jandarmaların yargılandığı dava 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde halen devam ediyor. Yagılananlar listesinde katliamın asıl planlayıcıları ve uygulayıcılarına ise yer verilmedi. Davanın açılmasından bugüne iki yılı aşkın zaman geçmesine rağmen yargılanan “güvenlik güçleri”nin bazılarının ifadesi henüz alınmadı bile. Dava süreci bilinçli olarak uzatılmaktadır.

Katledilen devrimci tutsakların yakınları tarafından idare mahkemelerinde açılan tazminat davalarının büyük kısmı sonuçlanmış ve devlet tazminat ödemeye mahkum olmuştur. Bu mahkumiyet kararı devletin katliamdaki rolünün adeta tecsillidir.

Sermaye devleti, Ulucanlar ve tüm öteki katliamlarda kendi burjuva “hukukuna” göre davranmakta, mevcut düzeni ve sistemi korumak kaygısıyla hareket etmektedir. Sokakların gücü Ulucanlar katliamı davası sürecinde de görülmüştür. Jandarmalar hakkında göstermelik de olsa dava açılabilmesi böylece mümkün olmuştur.

Katliamını sorumluları er ya da geç hesap vermekten kaçamayacaklardır.



Geceyle Batmayan Güneş’e...

Devrimciliğin büyük öğretmenine...

“Bize kabullenmek düşer böyle bir ölüşü
anılmaya değer gidenin ardındaki karanfil kokulu gülüşü”

Senin hakkında bugüne kadar hiç yazmadım. Çünkü bu hakkı kendimde görmemiştim. Şimdi sana “yoldaş” diyebiliyorsam zamanı gelmiş demektir. Bana düzenin saçmalıklarını öğrenmeden devrimci düşünceyi ve devrimci ruhu öğrettin. Devrimci yaşamda karşıma ölümün bile çıkacağını, ama bunun hakkından da nasıl gelebileceğimi, yani direnmeyi sen öğrettin.

Senin bana bir ders gibi değil ama ufak detaylarda verdiğin mesajları unutmuyorum. Hayatımda çok önemli olaylarda hep senin imzan var. İlk eylemimde seninle yanyana yürümek, bana öğrettiğin militanlığı orada sergilemen ve o an orda olabilmek... Nasılda silkelemiştin o polisi. Köpek şaşırıp kaçmak zorunda kalmıştı. Bu bile bana verdiğin bir dersti...

Sen, bana devrimcilik dersleri veren, beni gerçekleri görmeye iten tek kişiydin. Benim okumam ve yazmam için büyük çaba göstermen beni mutlu ediyordu. Yazdıklarım ne kadar kötü olsa bile beni teşvik ediyordun. Bir gün seni gördüğümde çok yorgundun. Ne olduğunu sorduğumda işkenceden çıktığını öğrendim. Ama o zaman bile o kadar anlamlı ve dolu bakıyordun ki, bu yorgunluğun sağlam duruşunun bedeliydi. Bu benim için çok anlamlıydı. Bana yazı yazdırmaya çalışırken, gerektiği zaman direnişin sembolü olabilmeyi de gösteriyordun. Bu bana vermek istediğin en önemli dersti. Partinin de istediği bu değil miydi? Savaşan ve düşünen militanlar olmak...

Bayrampaşa Cezaevi’ndeki görüşlerimizde beni daha çok yazmaya itiyordun. Daha çok yazarak daha iyi gelişilebileğini sen öğrettin. Şimdi dönüp baktığımda senin sayende buradayım demek benim için onur verici. Bayrampaşa’dan çıktığında “Bir Sıra Neferi”ni senden dinlemek çok güzeldi. Hewal Ahmet’in başına gelenleri anlatmak ve anlatırken söylemeye çalıştıkların beni çok etkilemişti. Yazdığın yazıları ancak senin şehit olmandan sonra öğrenebildim. O yazıları okumaya başladığımda senden öğrenecek daha çok dersimin olduğunu, seninle yapılacak daha çok işimiz olduğunu anlıyorum. Seninle, içerde olsun dışarda olsun, birlikte geçirdiğimiz her saniye benim için altın değerinde önem taşıyordu.

Seninle katliamdan kısa bir süre önceki son görüşmemizde konuştuklarımızı beynime kazıyıp dediklerini yapmaya çalıştım. Ama zor günlerde elime bir türlü kalem alamadım. O an için uygun kişi olup olmamaktan çok yasa bürünmüştüm. Çok sonra yas tutacak zamanımın olmadığını farkettim. Bu zaman boşluğu bende büyük izler yarattı, ama bunun da üstesinden geldim. Senin derslerinden yoksun olarak yol almaya alışmadığım için zorlandım. Ama öğrettiğin onca şey gene de yolumu aydınlatıyordu. Sen ve Habip yoldaş üzerine yazılmış “Zor Dönem Devrimcileri”ni okuduktan sonra daha iyi anladım senden öğreneceğim daha çok şey olduğunu.

Şimdi seni tanıyan, seninle ortak çalışma yürütenlerle seni daha iyi tanımaya çalışıyorum. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde hala senin hakkında konuşulması, seni tanıyanların anlattıkları benim için mutluluk kaynağı oluyor. “Ben de onu tanıyorum” diyebilmek o kadar güzel ki. Şimdi mücadele, senin gösterdiğin yönde uğrunda tereddütsüz ölünecek dava için ilerleyenlerle dolu.

Senin nasıl bir devrimci olduğun anlatılmalı kuşaklardan kuşaklara. Senin gibi parti için büyük sorumluluklar üstlenen biri anlatılmalı ki, herkes görsün nasıl devrimci olunur. Sen ve senin gibi yoldaşlarımız çoğaldıkça devrim yakınlaşacaktır. Savaşan ve düşünen bir militan zamanı geldiğinde en önde ölüme koşan neferdir, zamanı geldiğinde ordusuyla en önde ölüme giden bir mareşaldir. İşte senin için en uygun tanım bu olsa gerek. Okulda eylem sırasında kendini önemsemeden eylemi kameraya alan polisi dövmen, hem de köpeğin silah çekmesine rağmen bunu yapman neferlik değil midir? Beyazıt işgalinde uyumamaları için arkadaşlarını uyarman, ama bunu sertlikle değil gerekliliğini hissettirerek yapman komutanlık değil midir? Senin polisin elinden her seferinde kaçmaya çalışman sıcak mücadelenin içinde ola isteğinden değil midir? Özellikle tek başına sahte kimlikle yakalanıp götürülmeyi beklemek yerine onlarca polisi arkandan kovalatıp Galatasaray Lisesi önünde sloganlar atmaya başlaman unutulmaz değil midir? Her seferinde polisin karşısında devleşmiştin. Gazetelerde “psikopat eylemci hastaneyi havaya uçuracaktı” diye çıkan haberde hastaneyi polislere cehenneme çevirmen senin bizdeki en güzel anıların değil midir? u anıların bize öğrettiği ve öğreteceği daha çok şey var.

Ulucanlar’da katliam başlarken “saldıralım, püskürtebiliriz” demen senin en zor anlarda bile kararlılığını kanıtlıyor. Seni tanıdığım andan itibaren senin farkını yaşayarak hissetmiştim. Senin mücadele ruhun bize nasıl olmamız gerektiğini gösteriyor.

Seni tanıdığım günden beri tek hatan son sözlerindi. “Gece battı. Şafağı bensiz karşılayacaksınız.” Hayır! Geceyle batmayan güneş asla batmaz. Senin batman bizim yapacaklarımıza bağlı ve biz buna asla izin vermeyeceğiz. Şafağı seninle karşıladık, daha yüzlerce şafağı seninle karşılayacağız. Senin farkın zafer halayına bizden önce katılmandı. Zaten bu onuru da hakediyordun. Şimdi sen mücadelede partili olmanın onuruyla yaşıyorsun...

B. Çağ



Geceyle Batmayan Güneş’e...

“Devrimciler ölür, devrimler sürer!”

Aslında nasıl başlamak gerekli bilemiyorum…

Birini anlatmak… Eksiksiz her yanı ile...

Birini anlatmak… Sonuçta bu, kendi geçmişine bakmak ve bulunduğun noktayı eleştirmek de...

Ve belki de en zoru bu birinin kendinden yaşama bakışından kaynaklanıyor… Öyle ki onun hakkında söylenenlerin abartılmadığını sadece tanıyanlar bilecekler. En önemli özelliği neydi? Yaşama bağlılık ve onu dönüştürme gücü, üstün bir merak, sonsuzmuş gibi duran enerji, coşku ve çok çeşitli konularda ayrıntılı bir sürü bilgi. Bu kadar çok şeyi niye ve nasıl öğrendiğini ve aklında nasıl tuttuğunu hep merak ettik. İlk defa ondan “bilmiyorum” sözünü duyduğumda şaşkın “gerçekten mi!” dediğimi hatırlıyorum. Çünkü o bizim için hep bir bilici idi…

Onun sözlerine sonsuz bir güven duyardık. Bir arkadaşıma şakayla “devrim şu gün olacak!” diye yakın bir tarih vermiş. Arkadaş merakla verdiği tarihi beklemiş. Böyle önemli bir sırrı Ümit onunla paylaştığı için kimseye de söylemiyor. Okulun kantininde otururken biraz kırgın, verdiği tarihte devrim olmadı diye Ümit’e çıkıştı. Ümit bana baktı, ne o ne de ben böyle bir konuşmayı hatırlamıyorduk. Çok şaşırdık, çünkü böyle bir sözün ciddiye alınabileceğini hiç düşünmemiştik ve arkadaşa dönüp o zaman “gel şimdi beraber devrim yapalım!” dedi. Ve ikisi ayağa kalkıp sol yumrukları havada Kapital’den bir parça okudular. Sanırım yaşamı boyunca o devrim olabilen nadir insanlardandı.

“Yaratıcılığın sonu isyanın sınırı yok!”tu.. Biz ondan öğrendik. Yemekhanenin üstünde yaklaşık beş-altı metre yükseklikte devasa boyutlarda yazılmıştı. Oraya nasıl yazıldığı ise herkes tarafından çok merak edilmişti.

Bizi hep zorladı devrime daha yakın olalım diye, en sert eleştirilerde de bulundu. Bizim basitçe geçebileceğimiz sözlerin derinlerde yatan zaaflarını görür ve bu anlayışı ezerdi. İlgi alanlarımızla yakından ilgilenir, kimimiz için sevdiğimiz ressamların kitabını, kimimiz için metronom getirir, futbol oynardı. Satranç oynamaktan büyük zevk alırdı.

Bir şiir taslağının yanına yazılmış birkaç satır... Bazen okul defterinin arkasına yazılmış kısa notlar... Hep daha fazla paylaşmak... O vakitler hepimiz şairliğe merak sardık. Ortalıkta dolaşan bir sürü şiir. Güzel bir betimlemeyi kimin ilk kez söylediğini farkına varamaz olmuştuk.

Ama en önemlisi herşeye karşın ayakta durmayı öğretti. Onu tanımamış olsak, yaşamımız boyunca karşılaştığımız zorluk ve acılar karşısında bu kadar sağlam duramazdık. Kaç kere durduk tökezledik, tümden vazgeçtik ve hala da bizler için devam ediyor bu süreç. Ve onun yokluğunu böyle zamanlarda arıyoruz, ama ne söyleyeceğini biliyoruz. Kendinden emin bir tavırla derdi ki:

“On beş gün düşünüp insanlar için hiçbir şey yapmaya değmez olduğuna mı karar verdin. Neyse gerçek hayatta böyle şeyler olmuyor. Çünkü yapılanlar bir şeyler biriktiriyor, süreçte onların yok olma şansıyla birlikte. Hayat tabii ki siyahtan ve beyazdan ibaret değil ama, gri çoğu zaman beyazın siyahlaşması veya siyahın beyazlaşmasıdır.”

Ya da talihsiz laflar ettiğimizde, insanları sevmek üzerine konuştuğumuzda, sevginin boyacı çocuğa bir gülücük yapmak olmadığını söylerdi. Ezici bir tavırla, “Hayatta saf olan her şey ölüdür. Açlığı ve çıkar ilişkilerini yok etmek için savaşan biri, savaştığı için bir parça kirleniyorsa bunu mükemmel ve kirlenmemiş, saf dolayısıyla ölü olana tercih etmek gerekir. Zira akşam eve gidildiğinde boyacı çocuk için yazılan sevgi şiiri, bundan öte bir şey yapmayan için, ikiyüzlülük ötesi bir şeydir.”

Materyalizmi iyi kavramış ve özümsemişti. Bu yüzden yalnızca teori ile pratiği birleştirdiği yaşamı değil, her sözü de henüz yeterli birikime sahip olmayan bizler için taşların gerçek yerine oturmasını sağladı. Yol göstericiliğinin yanı sıra o hep şen kahkahaları ile iyi bir arkadaş olmuştu. Bir devrimcinin yirmi yedi yaşına kadar yaşayabileceğini söylerdi ve paylaşımı üzerine gelen bir kurşunu bile paylaşmak olarak görürdü. Kehanet! O yaşamı boyunca bir bilici idi, ölümünü bile bilen.

Gece belki yarım kalmış bir hikayeyi bitirememenin hüznünü yaşıyor. Ama bilmeli ki, fark edenler için hayat artık güneşin elleriyle dokunuyor.

M. Zafer