MGKnin Eylül ayı toplantısı olağan tarihinden önce yapıldı. Bu da asker gönderme kararını bir an önce netleştirme eğilimi olarak yorumlandı. Ne var ki, toplantı sonrası yapılan açıklama yine yuvarlak ifadelerden ibaret. Karar netleştirildiyse bile, kitlelerden gizleme ihtiyacı duyulduğu açık.
Çeşitli açıklamaların ortaya koyduğu gibi, ordu da hükümet de Amerikan jandarmalığına pek hevesli. Fakat sıra devlet kararı çıkarmaya ve bunu kamuoyuna açıklamaya geldiğinde işler karışıyor. Konunun net ve açık ifadelendirilmesine bir türlü yanaşılmıyor. Herkesin bildiği ve artık daha rahat konuşmaya başladığı bir gerçek olan ordunun yönetimdeki açık-gizli ağırlığı, Iraka asker gönderme kararında bir türlü kendini göstermiyor. Bu ağırlığın terbiyesi sonucu hükümete taşınma imkanı bulan AKP, bu ağırlığa boyun eğişinin bir ödülü olarak, kararın ille de MGKdan çıkarılması konusunda ısrarcı görünüyor. Ama ordu da sorumluluğun kendi üzerinde kalmasına izin vermek niyetinde değil.
Peki ama, bu kadar istemelerine rağmen karara imza atıp sorumluluğunu üstlenmekten niye çekiniyorlar? Halkı ikna için yürüttükleri reklam kampanyasının argümanlarına kendileri inanmıyorlar mı? Asker gönderme konusu vatanın ve milletin yüksek çıkarları gereği değil mi? Biz Irak halkının iyiliği, refahı, güvenliği için, demokratik bir düzen kurmasına yardımcı olmak üzere gitmeyecek miyiz Iraka? Bu kadar iyi bir kararın sorumluluğunu üstlenmekten niçin kaçınılıyor?
Kaçınmanın tek bir nedeni olabilir: Bu karar Türkiye halklarının da, Irak halklarının da aleyhinedir. Kararın tek bir gerekçesi vardır; Iraktaki emperyalist işgal güçlerine yardımcı olmak, işgalin devamını, işgalcilerin kazanımını güvencelemeyi istemek. İşin bu yönü çoktandır açıktan ifade ediliyor, savunuluyor. Bu görevi de medyadaki CİA maaşlı hainler üstlenmiş durumda. Amerika Irakta kaybederse Türkiye için ne kadar büyük bir felaket olacağını anlatıp duruyorlar. Öyle ifadeler kullanılıyor, öyle görüşler savunuluyor ki, halk düşmanlığının bu kadarına pes dememek elde değil.
Haydi Irak halkını umursamadınız; ya Amerikan jandarmalığına ikna etmeye çalıştığınız kendi halkınız? Yarın asker göndermeyi başardığınız takdirde, her gün üç-beş tabut içinde geri gelecek olan kendi halkınızın gençlerini de mi umursamıyorsunuz? Bunların arasında tanıdıklarınız da olabilir. Bir akrabanızın, bir komşunuzun, arkadaşınızın çocuğu da girebilir o tabuta. Böyle bir durumun sizi zerre kadar etkilemeyeceği bir konumda mısınız? Bu derece alçaldınız mı?
Yukarıdaki soruların sadece medyadaki Amerikan kalemlerine değil, Iraka asker göndermeyi savunan herkese, öncelikle de bu konuda karar verme hakkını kendinde gören iktidar sahiplerine yöneltilmesi gerekiyor. Yönetim görevinin, halka rağmen ve halkın aleyhine karar verme yetkisi olarak algılanması ve uygulanması kabul edilemez. Böyle kabul edilmeyeceği onlara anlatılmak zorundadır. Anlatmanın yolu ise anlayacakları dilden konuşmaktır. Bu dil, kitlesel ve eylemli itiraz dilidir. Halk aleyhine olduğu için gizlenme ihtiyacı duyulan her karar gibi, Iraka asker gönderme kararı da ancak sokaklarda ve topluca ifade edilecek olan itirazlarla bozulabilir.
Iraka asker gönderme konusunda söylenen yalan sadece karara ilişkin de değil. Konuya ilişkin her türden ayrıntı da binbir yalanla saptırılmaya, gizlenmeye çalışılıyor. Örneğin; Dubaide imzalanan 8.5 milyar dolarlık ABD kredisi için, Başbakanından Dışişleri Bakanına kadar hükümet cephesinden her konuşan, kredinin Irakla ilgisi olmadığı yalanına sarılıyor. Sonunda, imzalanan metinde Irak şartının yer aldığı açıklanmasına, basına yansımasına ve ABDli yetkililer tarafından itiraf edilmesine rağmen, ve hemen bu itirafı takip eden süreçte, hükümetin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, aynı yalanı hiç sıkılmadan tekrarlayabiliyor. Üstelik Amerikada muhaliflerin hükümeti rüşvet vermekle suçladıkları için ortalığın karıştığı bir zamanda yapıyor bunu. Türkiyede ise burjuva siyaset o derece çür¨müştür ki, bir kişi bile sözde de olsa kalkıp hükümeti gençlerinin kanını rüşvet karşılığı satmakla suçlamıyor, suçlayamıyor
Burjuva siyasette tek parti, devlet partisi tahlilinin test edildiği bir başka konu oluyor böylece Irak sorunu. Ama bu test, tek program-tek politikaya indirgenmiş burjuva partilerinin, tek parti/devlet partisi özelliğine, Amerikan partisi özelliğinin de dahil olduğunu gösteriyor. Devletin Amerikancı olduğu bir yerde bunun ayrıca kanıtlanma ihtiyacı bulunmadığı da söylenebilir. Ancak üzerinde durmaya değecek önemde bir özelliktir bu.
Bugün Amerikan uyduluğu konusunda epeyce mesafe almış görünen Türkiye benzeri pek çok ülke Iraka asker göndermekten kaçınabiliyor. Demek ki, tek başına geri kalmışlık, borçlanmışlık vb. Türk devletinin gösterdiği işgüzarlığı, gönüllü uşaklığı koşullamayabiliyor. Böyle bir tutum için çok daha farklı ve ileri angajmanlara girilmiş olması gerekiyor. Bu açıdan denebilir ki, ABD-CİAnın angajman faaliyetlerinde en yüksek başarı sağladığı ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Sadece ordunun yönetimini değil, hükümete oynama şansı bulunan her büyük partinin merkezi kadrolarını, belli başlı medya organlarının sahipleri ve yöneticileriyle en ünlü kalemlerini sağlamca bağladıkları ortada. Öyle olmasa, düzen cephesinden de bazı aykırı sesler çıkması gerekir. Muhalefet patilerinden, kimi yayın organlarından...
Siyasi ve askeri otoritelerde Amerikan uşaklığı konusunda böylesine uyum sağlanmasına rağmen, Iraka asker gönderme istemine hızla yanıt verilmemesinin (ya da verilememesinin), Türkiye ve Irak halklarının itirazı yanında, pazarlıklara ilişkin bazı pürüzlerin hala giderilememiş olmasıyla da ilgisi var kuşkusuz.
Bilindiği gibi, Kuzey Iraktaki PKK/KADEK varlığının tasfiyesi, neredeyse, Türkiyenin asker pazarlığı konusunda sarıldığı tek koz durumundadır. Türk devleti bunu bağımsız Kürt devleti planını önlemenin de tek imkanı gibi görmektedir. Ya da en azından böyle arzulamaktadır. Ancak Amerikadan bu yöndeki istemlere verilen yanıtlar Türk devletini tatmin eder açıklıkta görünmüyor. Kararı açıklamadaki gecikme, Yaparız, ederiz, sorun değil yanıtlarıyla yetinilmek-avunulmak istenmediği, daha net ve kesin yanıtlar, mümkünse uygulamalar beklendiği izlenimi yaratıyor.
Oysa ABD, öncelikle, büyük devlet olmanın kibirini bir kenara bırakıp da, kimseyle pazarlık yapar havası yaratmak istemiyor. Ben söylerim yapılır, bana söylenmez, rica edilir, düşünürüm demeye getiriyor. Bu büyüklük kibirinin böylece teslim edildiği, Abdullah Gülün çuval vakası ile ilgili beyanında da görülmüştü. Amerika büyük devlettir, özür dilemez şeklinde özetlenebilecek bu beyan, aslında, Türk devletinin Dışişleri Bakanının ağzından uşaklık itirafından başka bir anlama gelmiyordu.
Şimdi, Irak meselesinin bugünkü aşamasında, Amerikanın hala bu büyüklük kibirini bırakmadığı, tüm sıkışmışlığına rağmen Iraktan çekilmeyi düşünmediği, bunun yerine Amerikancı bir devletin (Türk devletinin) ordusuyla bataklığı tutmaya çalıştığı görülüyor. Oysa, küçük tavizler vermeye yanaşsa, Birleşmiş Milletlerden çok zorlanmadan karar çıkartabileceği görülüyor. Ama o bunun yerine, bir yandan BMden liderliğinin onaylanması anlamına gelecek bir karar çıkartma, diğer yandan da, yine efendiliğinin onayı anlamına gelecek, Türkiyenin Iraka asker göndermesi gibi girişimleri zorluyor. Tehditle olmazsa rüşvetle uydu devletlerin karar almalarını sağlamaya çalışıyor.
ABDnin, giderek zorlaşan Irak işgali konusunda az buçuk nefes almasını sağlayacak olan Türkiyenin asker vermesi gibi bir konuda, PKK/KADEK kozunu sonuna kadar elinde tutmaya çalışması, sırf bu nedenle olduğunu düşündürtecek şekilde kararın ve uygulamanın gecikmesini göze alması ise, bununla da ilgisi bulunmakla birlikte, tek başına büyüklük kompleksi ile açıklanabilecek bir tutum değildir. Daha ziyade Ortadoğuda yeni düzen planlarıyla bağlantılı olmalıdır. Resmi açıklamalarda her ne kadar yalanlansa da, Irakın parçalanması ve yerine Amerikanın tam güdümünde bir takım devletçikler kurulması, yeni plan dahilinde olmalıdır. Böylesi, sadece emperyalizmin böl, parçala, yönet politikasına uygun olmakla kalmayacak, Ortadoğudaki devrimci dinamiklerin kontrol ve tasfiyesinde de &ccedi;ok uygun fırsatlar yaratacaktır. En azından emperyalist hayal ve umutlar bu yöndedir.
Böyle bir plan dahilinde, Kürt devrimci dinamiklerinin bastırılması da, doğal olarak, Amerikan denetimindeki bir Kürt devleti tarafından üstlenilecektir. Elbette ABD, dünyanın her yanında yaptığı gibi, Kürdistana da askeri, siyasi, operasyonel yardımlarda bulunacaktır. Fakat o durumda Amerikan askeri artık işgalci bir ordu konumunda olmayacağı için hedef tahtası olmaktan da kurtulacak, diğer dost ülkelerdeki üslerde görevli personel gibi, her gün ölümle burun buruna gelmeden görevini sürdürecektir.
Sonuç olarak ABD, 8.5 milyarlık krediyi onaylamakla Türkiyeye verebileceği azami rüşveti verdiğini, bunun ötesinde bir söz ya da tavize yanaşmak istemediğini anlatmaya çalışıyor. Ötesindeki söz ya da taviz KADEKin tasfiyesine ilişkin olan. Bu da, Amerikanın henüz Kürtlerle ve KADEKle işinin bitmediğini gösteriyor. Kürtlerle işi, Ortadoğuda yeni düzen planının henüz tümüyle hayata geçirilmediğini; KADEK ile işi ise, Türk devletinin boğazındaki ipi tümüyle elinde tutmaya devam etme isteğini anlatıyor. KADEK, iddia edildiği gibi Türkiyenin Amerikaya karşı değil, asıl Amerikanın Türkiyeye karşı bir kozu gibi görünüyor.