19 Eylüldeki MGK toplantısında hükümet ve ordunun Iraka asker gönderme konusunda uzlaştıkları açıklandı. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile AKP Başkanının sözlerinin birbirine olan uyumu bunu teyit ediyor. Genelkurmay Başkanı gelişmelerin dışında kalamayız, orada olmalıyız diyor, diğeri denklemin dışında kalamayız, orada olmalıyız diye tekrarlıyor. Haberi yapan ertesi günkü Hürriyet gazetesi, Cumhurbaşkanı Sezerin karşı bir görüş açıklamadığını yazdı.
Gitmeliyiz kararının aylar önce devlet zirvelerinde ilke kararı olarak alındığını, o günden bu yana kararı resmileştirme çabalarının sürdüğünü, hatta tezkere çıkmışcasına askeri planlamaların yapıldığını izledik. MGKdan dosdoğru tezkere çıkarılmalıdır gibi bir tavsiye kararı çıkmasa da meclisten Bakanlar Kuruluna yetki alınması formülünde anlaşılması, kararın resmileştirilmesi anlamına geliyor. Yani iş artık hükümete kaldı.
Ordu salt MGKda değil, öncesinde en yetkili ağızlardan yapılan açıklamalarla da Iraka gitmek yanlısı olduğunu defalarca ortaya koydu. AKP hükümetinin sorumluluk paylaşımı konusundaki istemleri böylelikle karşılanmış oldu. Artık siyasal sorumluluk hükümettedir denilmesi, sorumluluğu tüm sermaye iktidarı kurumlarının taşıdığı gerçeğini değiştirmez. Bir devlet kararı verilmiştir ve bunun arkasında TÜSİAD, ordu, hükümet, Cumhurbaşkanlığı, devlet bürokrasisi başta olmak üzere sermaye devletinin bütün bileşenleri vardır.
Bu kararın içinde BM şemsiyesi şartı yok ve Abdullah Gül, 8.5 milyar dolarlık ücret anlaşması imzalanana kadar bunu defalarca dile getirdi. Kredi anlaşmasından sonra, kısık sesle BM kararı olsa iyi olur demesi sadece bayağı bir manevradır. Hepsi asker gönderilmesini savundu, bugüne kadar dört koldan bunun hazırlığını yürüttüler. Öyle ki, Iraktaki halkı bırakın, işbirlikçilerin bile aksi söylemlerine rağmen, Irak halkı bizi istiyor arsızlığı yapmaktan bile kaçınmadılar. Meclise de tezkere ya da yetki oylamasıyla noterlik rolü oynatılacak, sorumluluğa en ileri düzeyden ortak edilecektir. Abdullah Gülün sık sık yinelediği üzere, Ekim ayı için yapılan plan bu.
Bu saatten sonra herhangi birinin çarketmesi sadece görüntüyü kurtarmak anlamına gelir. Örneğin MGK toplantısının hemen ardından TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhanın BM şemsiyesi şartını ileri sürmesi, tekelci burjuvazinin 1 Mart sonrası hayıflanmalarını, o günden beri yürüttükleri kampanyayı, yükselttikleri savaş çığırtkanlığını unutturabilir mi? Biz gene de tekellerin satılık kalemşörlerinin, Ertuğrul Özkök gibilerinin bile içerlediği açıklamayı, sadece sorumluluktan kurtulma çabası olarak görmüyoruz. Dediğimiz gibi, bu saatten sonra bu çaba tümüyle beyhudedir. Asker gönderme kararı bizzat tekelci burjuvazinin uğraşları sonucu, yine bizzat bu sınıf adına hareket eden devlet tarafından, tam da bu sınıfın çıkarlarına uygun olarak verilmiştir. Kaldı ki ortada gerçek bir çarketme diye ir şey söz konusu değil. TÜSİAD Başkan Yardımcısı Mustafa Koç, TÜSİAD bugün 1 Martta ne söylüyorsa pozisyonunu aynı şekilde koruyor... Özilhanın mesajı, kesinlikle kategorikman Iraka asker göndermeyelim filan gibi değil... diyerek durumu tartışmaya yer bırakmayacak şekilde özetledi.
O halde TÜSİADın açıklamalarını ya da BM şemsiyesi, adımların dikkatli atılması gibi şartlarını anlamak için başka nedenlere bakmak gerekli. TÜSİAD kendi geleceğini, Türkiyedeki öteki Amerikancılar gibi kraldan daha kralcı tarzda Bush çetesinin eteğine yapışmakta görmüyor. Amerikanın iç kamuoyunda itibarı aşağı doğru inen, 2004 seçimlerinde seçilme olasılığı zayıflayan bir yönetime soluk aldırmak yerine, büyük beklentilere konu ettiği Avrupayı da hesaba katan bir tavır geliştirmek tekelci Türk burjuvazisi için daha makuldür. (Rejimin asli efendilerinden biri olduğu halde, AByi rejim içindeki etkinliğini yitirme aracı olarak gören ordu için durum böyle değil.)
Türk askerinin Iraka gitmesiyle Irakta Amerikan istikrarının sağlanamayacağı da malum. Keza TÜSİAD, tam da ABDnin zorunlu arayışlarıyla örtüşen biçimde Irak sorununun BMye havale edilmesini hem kendi devleti için, hem de emperyalist-kapitalist dünya egemenliği için, dolayısıyla bir kez daha kendi geleceği için daha sağlıklı bir çözüm olarak görüyor.
Bunları TÜSİADın açıklamalarından güç almak adına kitlelerde sermaye egemenliği konusunda bilinç yanılsaması yaratılmasına karşı hatırlatmakta yarar var. Tezkere veya yetki kararı çıkar mı, yoksa başına gene bir kaza mı gelir, bugünden bir kestirmede bulunmak pek mümkün değil. Sermaye iktidarı satışı resmen gerçekleştirdi, bundan dönmesi ABD ile ilişkisi bakımından pek mümkün değil. Büyük olasılıkla AKP, hükümet yetkisi kendi içinde bile tepki toplayacağından, bunun için değilse bile tezkere için grup kararı alarak, devlet kararını mecliste onaylatmaya çalışacaktır.
CHP asker göndermeye karşı olmadığını aylardır çeşitli şekillerde yansıtıyor. Onun derdi AKPnin askerin arkasına gizlenmesiydi. Ha bir de Cumhurbaşkanı ile ittifak halinde BM ya da NATO kararını dert etmekteydi. Gelin görün ki Genelkurmay kendi kuyruğundan ayrılmayanlara nispet, AKP ile çoktan anlaşmaya vardı. Cumhurbaşkanı ise şartlarından çoktan vazgeçti, ya da hiç değilse suskunluk/onaylamak siyasetini seçti. Dolayısıyla CHP tezkere karşıtı oy kullansa dahi, bu sadece muhalefet olmanın bir gereğini iş olsun kabilinden yerine getirmek olacak. İş olsun kabilinden olacak zira, yıllardır düzenin siyasal arenasında muhalefet zemini tümden yitip gitmiş durumda.
Demek ki devlet düzeyinde alınmış kararın akıbetini, 8.5 milyar dolarlık anlaşmadan sonra egemenler içindeki farklı eğilimler değil, kitlelerin mücadelesi belirleyebilir. Ki en baştan beri, hatta 1 Mart deneyimiyle de görüldü ki, belirleyici olan kitlelerin tepkisiydi. Savaş, gelinen yerde işgal karşıtı kitle hareketi cephesindeki durum ise hiç de iç açıcı değil. İşçi sınıfının, emekçi kitlelerin taşıdıkları duyarlılığa rağmen, sahneye çıktıkları söylenemez. 96dan beridir de ileri-hareketli kesimler planında siyasal atmosfere devrimci değil, reformist hava egemen. İşçi-emekçi kitleler olduğu kadarıyla bu havanın taşıyıcısı siyasal öznelerin peşinden gidiyor. İşçi-emekçi tabanlı devrimci basıncının olmadığı bir yerde, reformist akımların mücadele çizgisi, varedebilecekleri en geri çizgidir. (Bununla ilgili de&curre;erlendirme ayrı bir konu olduğu için burada irdelemek gerekmiyor.)
Bu tabloyu değiştirecek tek çıkış yolu, sınıf ve emekçi kitlelerin sorunun sahibi haline getirilmesidir. Tarihte reformist anlayışların bu tür durumlarda oynadıkları uğursuz rol bir yana, güncel deneyimler de gösteriyor ki işçilerin, emekçilerin, gençliğin bağımsız bir güç ve inisiyatifle sahneye çıkması, devrimci öznelerin öncülük misyonlarını oynamalarına bağlıdır. Halihazırda siyasal önderlik boşluğunu doldurmak mümkün olmasa da, öznel planda yürütülen faaliyetlerin, yapılan eylemlerin etkisi ilericilerin! yapacaklarından çok daha önemlidir. Bununla sermaye iktidarının Irakta işgal taşeronu olması belki engellenemeyebilir. Ama meseleyi güncel kazanımlar üzerinden değil de stratejik hedefleri üzerinden değerlendirenlerin, bugün sınıf ve emekçi kitle hareketinin en ileri &oum;ğeleri olarak bağımsız devrimci bir çizgiye yaşam kazandırma çabaları, yarın sertleşecek kavgaların tuğlalarını oluşturacaktır.
Kaldı ki meclisin açılışına, dolayısıyla belki de tezkerenin çıkmasına çok az bir süre kalmışken, ilericilerin sokak eylemlerine yönelmesi, bunu süreklileştirmeleri için bile, devrimci öznelerin bağımsız eylem inisiyatifinin yaratacağı basınç gereklidir. Şöyle de söylenebilir; darlık ve tasfiyeci sürecin ideolojik-politik savrulmalarının etkili olduğu bir durumda içerden devrimci basınç yaratmak formülünün öze ilişkin bir karşılığı yoktur. Reformist havanın hakim olduğu bugünkü koşullarda birlikte hareket etmenin baştacı yapıldığı bir durumda, en iyi ihtimalle icazetçi-reformist anlayışlara yedeklenilir. Zira reformizm devrimci-militan çıkışları baskılamak için, birlikte hareket etmeyi önemsiyorsan benim esneyebileceğim eylem çizgimden ötesine geçmezsin, ya da önemsemiyorsan ayrı haeket eder, eylem hattımı esnetmem der.
Reformizmin uğursuz misyonunu bilmeyenler, ilk seçeneği işaretleyerek verili gerilik içinde reformist akımlara adım attırdıklarını sanarken, kendilerinin kaç adım gerilediğini, üstelik bu gerilemenin ilkesel düzeyde olduğunu unutuverirler.
O yüzden küçük hesaplar peşinde eksenlerini yitirmeyen, stratejik doğrultularını unutmayan devrimci akımlar ve komünistler, kitle hareketinin verili durumuna ya da sermaye iktidarının işgal taşeronluğundaki kararlılığına, bir kez daha kendi öznel, ama sadece bugün için öznel çabalarını yoğunlaştırarak, bağımsız militan eylemleri yaygınlaştırarak yanıt vermelidirler. Faaliyetin ekseni, kitle hareketinin geriliğinden beslenenleri diplomatik düzlemde yola getirmekten çıkarılıp, sınıf ve emekçi kitlelere yönelik ajitasyon, propaganda ve örgütlenmeye odaklanmalıdır.
Ülkedeki siyasal atmosferi değiştirecek bir şey varsa, ya da kitlelerdeki savaş karşıtı duyarlılığı sermaye iktidarı karşıtı bir siyasal kuvvet düzeyine sıçratacak bir şey varsa, o da yalnızca kitlelere yönelen çok yönlü bir devrimci faaliyettir.