27 Eylül'03
Sayı: 2003 (10)


  Kızıl Bayrak'tan
  Irak'a asker göndermek Türkiye ve Ortadoğu halklarına karşı savaş ilanıdır!
  Irak halkıyla omuz omuza emperyalist işgal koalisyonuna karşı direnişi büyütelim!
  İşgal taşeronlarının son manevraları ve bağımsız devrimci faaliyetin artan önemi
  Emperyalistler arası pazarlık kızışıyor..
  Sendika ağaları sendika kürsülerini emperyalist savaşın hizmetine sunuyor!
  Irak halkı katledilerek "özgürleştiriliyor",...
  Savaş kundakçılarının yalanlarının üstü örtülemiyor
  Gençliğin kampanyası sürüyor!
  Sınıfa ihanetin hesabı sorulmalıdır!
  Türkiye: Satılığa çıkarılmış bir ülke!
  Özelleştirme saldırısının yeni dönemi/2
  Katliamın 4. yılında Ulucanlar direnişi...
  Ulucanlar direnişi: Devrimin ve devrimin partisinin yenilmezliğine kanıt!
  Ulucanlar katliamının 4. yılında şehitlerimizi andık...
  On'lara sözümüz var...
  Emperyalistler arası pazarlık ve uzlaşmalar Irak halkının direnişini kıramayacaktır!
  İkinci intifadanın üçüncü yılı... Filistin direnişi sürüyor!
  Dünyada sınıf hareketi...
  Bültenlerden...
  Özel savaş ve KADEK...
  Dersini alanlar Irak'a asker gönderecek
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Özelleştirme saldırısının yeni dönemi/2

Özelleştirme saldırısı giderek gündeme oturuyor. Satılacak KİT’lere talip olan sermaye grupları birer birer ortaya çıkıyorlar. Bu arada hükümet TÜPRAŞ ve TEKEL için son ihale verme tarihlerini bir kez daha değiştirdi. TEKEL için 26 Eylül, TÜPRAŞ için 2 Ekim olan son teklif verme süresi TEKEL’de 24 Ekim’e, TÜPRAŞ’ta ise Kasım ayının ilk haftasına kadar uzatıldı.

Geçen sayımızda sermayenin özelleştirme saldırısına neden ihtiyaç duyduğunu, işçi ve emekçileri ikna etmek için hangi yalanların arkasına saklandığını, 18 yıldan bu yana hayata geçirdiği özelleştirmelerin bilançosunu ve önümüzdeki dönem için yaptığı hazırlıkları kabaca özetlemiştik. Şimdi ise meseleye saldırının muhatabı durumundaki işçi sınıfı ve emekçiler cephesinden yaklaşacağız. Saldırı karşısında alınan yenilginin ana nedenlerine değineceğiz ve bunlardan önümüzdeki döneme ilişkin dersler çıkartmaya çalışacağız.

İlk raundu sermaye kazandı

Özelleştirme saldırısının uygulamaya sokulduğu ilk dönem, sınıf hareketinin de nispeten canlı olduğu yıllardı. 12 Eylül darbesinin üzerinden 4-5 yıl geçtikten sonra yeniden canlanma belirtileri gösteren sınıf ve emekçi hareketi ‘87’den itibaren yoğun bir eylemlilik sürecinin içine girmişti. Hem sermayenin özelleştirme saldırısını hayata geçirme konusunda yeterli deneyim ve hazırlıktan yoksun olması, hem de karşısında nispeten diri bir sınıf hareketinin varlığı bu dönemde özelleştirme saldırısının cılız kalmasına neden oldu.

Fakat 1991 sonrası dönemde sınıf hareketi kırıldı ve geri çekilmeye başladı. Sermaye bu ortamda saldırılarını daha rahat uygulama fırsatı buldu. Özelleştirme saldırısının basıncı da asıl olarak bu dönemde hissedilir oldu. ‘94’te saldırıyı yasal dayanaklarına da kavuşturan sermaye özellikle 1995, ‘97, ‘99 ve 2000 yıllarında birçok özelleştirme uygulamasını gerçekleştirdi.

Bu dönem aynı zamanda özelleştirme karşıtı mücadeleye tanıklık etti. Bu mücadele yer yer etkili de oldu, kimi mevziler üzerinden sermayeye geri adım attırdı ya da saldırının hız kesmesine yol açtı. Ama hiçbir zaman saldırıyı püskürtecek bir düzey kazanamadı. Hareket, sermayenin basıncından ziyade kendi iç zayıflıklarına yenik düştü.

İşçi sınıfı mücadele inisiyatifini ele alamadı

Bu iç zayıflığın pek çok unsuru vardır. Birincisi ve hepsinden önemlisi siyasal öncüsünden yoksun, bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından geri durumdaki işçi sınıfının özelleştirme karşıtı mücadeleye kendi damgasını vuramamış, inisiyatifi ele alamamış olmasıdır.

Boşluk reformist partiler ve sendikalar tarafından ne kadar doldurulabilirse o kadar doldurulmuştur. İşyerleri üzerinden ortaya çıkan bazı özgün örnekleri saymazsak, özelleştirmeye karşı mücadele daha çok saldırının hedefi durumundaki işkollarında örgütlü sendikalarla reformist partilerin başını çektiği platform türü örgütsel oluşumlar üzerinden yürütülmüştür.

Sınıfa, sınıfın devrimci ve mücadeleci özelliklerine yabancılaşmış, ona güvenini çoktan yitirmiş sendikacılarla reformist politikacılardan oluşan platformlar özelleştirme karşıtı mücadeleyi kamu malının yağmaya karşı korunması ya da emperyalizme karşı ulusal devletin savunulması şeklinde algıladılar ve öyle de anlattılar. Saldırıyı gerçekleştiren sermayenin kendisinden ziyade özelleştirme uygulamalarının biçimini ya da yol açtığı yıkımı eleştiri konusu yaptılar.

Kuşkusuz platformları gerçekten birer mücadele örgütü olarak görenler ya da bu biçime sokmaya çalışan güçler de oldu. Bu iyi niyetli çabaları bir kenara koyarsak, platformların ya da bileşenlerinin yaptıkları iş sınıfı ve emekçileri bilinçlendirip örgütlemekten ziyade onlar adına mahkeme kapılarında gezmek, ya da bitip tükenmez görüşmelerden ibaret kaldı. Taban basıncının kabardığı durumlarda gündeme gelen yerel ve merkezi mitingler ise özelleştirme karşıtı mücadeleyi geliştirmekten ziyade tabanı memnun etmek ve oyalamak işlevi gördü.

Devrimci bir müdahalenin gelişmediği koşullarda başka türlüsü de beklenemezdi. Sonuç olarak işçi sınıfının ana gövdesi bu mücadelenin dışında kaldı. Özelleştirmeye karşı politika ve söyleme ise işçi sınıfı yerine reformist partilerin, sendika bürokratlarının çizgisi hakim oldu. Bu da yenilgiyi getirdi.

Mücadelenin önündeki
en büyük engellerden biri sendikal ihanettir!

Özelleştirme saldırısının şimdiye kadar başarıyla uygulanmış olmasında sendikal ihanet çetelerinin rolü çok büyüktür. Burada esas olarak sendika konfederasyonlarının tepesine çöreklenmiş şebekeden söz ediyoruz. Bunlardan bir kısmı sendikaları işçi sınıfının mücadele örgütü olarak değil de yığınları sermaye adına denetlemenin bir aracı olarak kullanıyorlar. Özelleştirme konusunda da tutumları farklı olmadı. Taban basıncını göğüsleyemedikleri durumlarda gündeme getirdikleri merkezi mitingler dışında özelleştirmeye karşı hiçbir şey yapmadılar. Tersine özelleştirme konusunda tabandaki işçileri beklentiye sokan, bilinçleri çarpıtan ve onlara çaresizlik ruh halini aşılayanlar esasta onlar oldu. Hatta Hak-İş örneğinde görüldüğü gibi özelleştirme saldırısında suç ortaklığına bile soyundular. Yacurren;maya açılan kimi kamu kurumlarına işçiler adına talip olma yüzsüzlüğünü dahi gösterebildiler.

Alt kademe sendikacılar ve şube yönetimlerinin bir bölümü de tepedeki ağaların yolundan gittiler. Alt kademe sendikacıların ve şube yönetimlerinin ancak sınırlı bir kesimi özelleştirmeye karşı tutum almaya yöneldi. Fakat yaptıkları esas olarak özelleştirme karşıtı platformların omurgasını oluşturmak oldu.

Bütün bunların da bir kez daha gösterdiği gibi, sermayeye karşı mücadele kendi başına sendikaların altından kalkabileceği bir iş değildir. Tabii burada şu ya da bu ölçüde mücadele etme niyetinde olan sendikaları ve sendikacıları kastediyoruz. Sermayeyle işbirliği içindeki ihanet çeteleri ise hizmet ettikleri burjuvazi ile birlikte işçi sınıfının mücadelesinin en temel hedeflerinden biridir. Sendikalarımızı bu hainlerden temizlemek, mücadeleyi zafere çevirmenin olmazsa olmaz koşullarındandır.

Sermayenin vaatlerine kananlar
faturasını ödemek zorunda kalırlar

Her konuda olduğu gibi özelleştirme saldırısına da bir yalan kampanyası eşlik etti. İşçi ve emekçileri saldırının meşruluğuna ve doğruluğuna inandırmak için ileri sürülen yalanlardan biri de özelleştirmelerin sermayenin tabana yayılmasına hizmet edeceği idi.

Geçmiş yıllarda sermaye bu yalana dayanarak işçiler arasında sahte umutlar yaymayı, özelleştirmeye karşı mücadeleyi zayıflatmayı başarabildi. Önce TELETAŞ ve KARDEMİR’de, yakın dönemde ise TÜPRAŞ’ta özelleştirilen hisselerin bir kısmı işçilere satıldı. Pek çok işçi sermayenin bu oyununa gelerek çalıştıkları fabrikaların hisselerinden pay aldılar. Böylelikle kendi çalıştıkları fabrikaların patronu olduklarını sandılar.

Sonuç ibret vericidir. Özelleştirme yalanlarına kanarak hisse senedi satın alan işçiler bu davranışlarının en ufak bir faydasını görmediler. TELETAŞ’ta işçiler önce sendikal örgütlenme haklarını kaybettiler. Ardından kitlesel olarak işten atıldılar. Geride kalanların ücretleri ise hızla eridi. Hisse satın alan işçiler ise ellerindeki hisseleri değerinin de altında fiyatlarla borsada satmak zorunda kaldılar. Hisselerini satmamakta diretenlerin kâr payları ise yıllar geçtikçe sermaye artırımları nedeniyle azaldıkça azaldı.

1994’te KARDEMİR’de fabrikanın hisselerinin yüzde 49’u işçiler tarafından alınmıştı. “Nasıl olsa patron da sizsiniz” denilerek o yıl işçilere TİS’de sıfır zam verildi. Düşük ücret politikası sonraki dönemlerde de devam etti. Sermaye artırımına ortak olmak adına işçilere toplu sözleşme farklarını borsaya yatırmaları dayatıldı. 5 yıl sonra, yani 1999’da sermaye artırımına gidildi ve işçilerin payı yüzde 32’ler civarına düştü. Sonuç olarak işçilerin aldığı hisselerin çok büyük bir kısmı, büyük yatırımcıların ve borsa simsarlarının eline geçti.

Bu numaranın artık eskidiğini düşünüyorlar ki yeni dönem özelleştirmelerinde “özelleştirilecek kuruluşların çalışanlara satılması düşünülüyor mu” diye soran gazetecilere ilgili bakan “kendimizi aldatmanın bir anlamı yok” diye yanıt veriyor. Bununla herhalde “o eskiden işçileri kandırmak için tezgahladığımız bir yalandı, artık gerek yok, tuttuğumuzu satıyoruz zaten” demeye getiriyor.

Acı deneyimlerle de olsa bugün işçi sınıfının önemli bir kesimi özelleştirmenin sermayenin çıkarlarını karşılamak için gündeme getirildiğini, saldırıyı meşru göstermek için ileri sürülen gerekçelerin hepsinin yalandan ibaret olduğunu görüyor ya da hiç değilse seziyor. Bundan 3 yıl önce fabrikanın hisselerinden almak için kuyruğa giren TÜPRAŞ işçilerinin bugün özelleştirme saldırısına yanıt verme hazırlığı ve kararlılığı içinde olması da bunu gösteriyor.

Düzenin yasaları düzenin
efendileri içindir, gerekirse değiştirilir

Özelleştirme karşıtı mücadeleye renk veren en hatalı yaklaşımlarından biri de düzen hukukuna bel bağlanmasıydı. Özelleştirmeyi emperyalizmin politikası olarak tanımlayan kimi çevreler buna karşı “ulusal” olana sarılmanın gerekli olduğunu düşünüyor ve “ulusal hukukun” özelleştirmeye geçit vermeyeceğini savunuyorlardı. Mücadele adına tek yaptıkları, yapılan özelleştirmenin hangi yasanın hangi maddelerine aykırı olduğunu saptayıp mahkemelere koşmaktı. Bir dönem Mümtaz Soysal ve onun öncülüğünde kurulan KİGEM’in bayraktarlığını yaptığı bu “hukuk savaşı” kapsamında mahkemelerde yüzlerce, binlerce dava açıldı. Anayasa ve yasalar özelleştirme uygulamalarına göre elden geçirilmemiş olduğu için de çoğu kez açılan davalar kazanıldı. Bu yöntem özelleştirme uygulamalarını br parça geciktiriyordu, ama öte yandan da işçi ve emekçilerin gözünde düzen kurumlarının meşrulaştırılmasına, militan mücadele yerine “hukuk savaşı” ile saldırıların engellenebileceği düşüncesinin zihinlerde yer etmesine yol açıyordu. Kuşkusuz bu uzun vadede sınıf hareketi için son derece sakıncalı bir durumdu.

Sermaye bu durumdan vazife çıkartmasını bildi. “Hukuk savaşı” veren özelleştirme karşıtlarının bel bağladığı, hatta neredeyse kutsal saydığı yasalar zaman içinde hükümetlerce birer birer değiştirildi. Onlarca yeni yasa çıkarılarak hukuksal altyapı emperyalist kurumların isteği ve sermayenin çıkarları doğrultusunda neredeyse bütünüyle yeniden düzenlendi, özelleştirilecek kamu kuruluşları buna uygun biçimde sil baştan yapılandırıldı.

Bu da gösterdi ki sermayenin yasaları sermayenin çıkarları içindir. Çıkarları neyi gerektiriyorsa yasaları da öyle düzenler. Yakın zamanda meclisten geçip uygulamaya sokulan kölelik yasası bunun en somut örneğidir. Durum böyleyken işçi ve emekçiler sermayenin yasalarındaki kimi maddelere güvenerek kendi geleceklerini buna endeksleyemezler. Eğer böyle yaparlarsa, o yasa gidip başka yasa geldiği zaman sermayeye söyleyecekleri hiçbir şey olmaz.

Bütün düzen partileri ve
kurumları özelleştirmecidir

Bundan 15 yıl önce pek çok kişi Türkiye’de Turgut Özal’dan ve onun partisinden başka özelleştirmeci olmadığını düşünürdü. Hele hele “sol” partilerin bu işe asla onay vermeyecekleri sanılırdı. Gerçekten de o dönemin “sol” partileri sık sık özelleştirmeye karşı nutuklar atarlar, yağma ve talana izin vermeyeceklerini söylerlerdi. Ama zaman geçti, Özal dönemi sona erdi. O günden bu yana neredeyse bütün düzen partileri birer ikişer iktidara geldiler, hükümet kurdular.

İktidara gelen partiler, birçok konuda olduğu gibi özelleştirme konusunda da eski söylediklerini bir anda unuttular. Yeni özelleştirme plan ve uygulamalarının altına imza attılar. CHP, DSP, DYP, MHP, RP ve nihayet AKP. Sermayeye uşaklık ve özelleştirme saldırısında kararlılık konularında hiçbiri diğerlerinden geride kalmadı.

Bu konuda bel bağlanan düzen kurumlarından biri de TBMM’ydi. Özelleştirmeye ve emperyalistlere fena halde karşı olan bazıları, yasaların emperyalizmin çıkarlarına uygun bir şekilde değiştirilmesi gündeme geldiğinde “bu yasa meclisten geçmez” ya da “Cumhurbaşkanı bunu dünyada onaylamaz” gibi sözler etmeye başladılar. Örneğin “uluslararası tahkim” meclisin gündemine geldiğinde bu tür laflar çok edildi. Fakat hem milletvekilleri hem de Cumhurbaşkanı, hangi sınıfın hizmetinde olduklarını çok iyi biliyorlardı. Kimi zaman küçük pürüzler yaşansa da hükümet, meclis ve Cumhurbaşkanı üçlüsü sermayenin ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri elbirliği içinde çıkardılar.

Ordu kimi özelleştirme karşıtlarının umutlarından bir tanesiydi. Hele TELEKOM ya da POAŞ gibi temel işletmeler gündeme geldiğinde “ulusal güvenliğe aykırı, ordu buna kesinlikle izin vermez” diye pusuya yatarak askerin özelleştirmecilere haddini bildirmesini bekleyenler her seferinde hayal kırıklığına uğradılar. Ordu sermayenin çıkarına olan herşeye olduğu gibi özelleştirme uygulamalarına da tam destek verdi.

Bu da gösterdi ki, bu düzen partilerine, bu meclise ya da orduya güvenerek bir yere varılmaz. Kendi aralarında bazen didişirler, kavga gürültü yaparlar, ama sıra işçi ve emekçilere kan kusturmaya geldi mi hepsi tek vücut olur üzerimize yürürler.

Yerellere sıkışan mücadele
sonuç alıcı değildir

İşçi sınıfının gerçek gücünü bir parça gösterdiği zamanlar da olmuştur. Kimi işletmelerde özelleştirmelere karşı tabanın mücadele dinamizmine dayalı militan eylem ve direnişler gündeme gelmiş, buralarda özelleştirmecilere geri adım attırılmıştır.

Bu konuda en belirgin örnekler enerji santrallerinde ve SEKA’da yaşanmıştır. Başta Sümerbank’a bağlı bazı işletmeler olmak üzere başka bir takım yerlerde de benzer direnç noktaları ortaya çıkmıştır. Fakat bunların toplamı içinde nispeten sonuç alıcı olanlar termik santrallerdeki militan eylemler olmuştur. Bu eylemlerin de etkisiyle termik santrallerin çoğu özelleştirme programından çıkarılmıştır. Şimdiye kadar sadece Çayırhan Termik santrali özelleştirilebilmiştir.

SEKA’da da dönemin hükümetine geri adım attırılmıştır. Fakat sermaye bu kez SEKA işletmelerini aynı anda değil de parça parça özelleştirmeye yönelmiştir. Sendikadan başka ortak örgütlülüğe sahip olmayan SEKA işçileri saldırının bu şekilde gelişmesi karşısında ortak bir mücadele örgütleyememişlerdir. SEKA’nın pek çok işletmesi şu anda özelleştirilmiştir.

Özelleştirme saldırısı birleşik-militan
mücadeleyle püskürtülebilir!

18 yıllık özelleştirme saldırısından çıkartabileceğimiz dersler elbette bunlarla sınırlı değil. Daha pek çok şey sıralamak mümkün. Yeri geldiğinde bu da yapılacak. Ama ne kadar uzun bir liste oluşturursak oluşturalım, hepsi neredeyse tek bir sonuca çıkıyor. Bu saldırı sınıfı, emekçileri ve sermaye dışında bütün bir toplumu hedeflemektedir. Düzen partilerinden medet umarak ya da sermayenin yasalarına güvenerek kendi çıkarlarımızı korumamız, sömürü ve yıkımın önüne geçmemiz mümkün değildir. Topyekûn saldırıyı göğüslemenin tek yolu işçi sınıfının inisiyatifi ele almasından, işçi ve emekçilerin topyekûn mücadelesinin örgütlenmesinden geçmektedir.

Şu ana kadar ortaya çıkan tablo fazla umut vermeyebilir, ama herşey bitmiş değildir. Geçmişin derslerinden gereği gibi yararlanır, bu dersler ışığında mücadeleyi yükseltmeyi başarırsak, yeni dönemde sermayeden rövanşı almak hiç de imkansız değildir.

Bu da şu an ortaya çıkan olanakları en iyi şekilde değerlendirmeyi, fabrika ve işletmelerde tam bir örgütlenme ve bilinçlenme seferberliği başlatmayı gerekli kılmaktadır. Bu işin bir an önce gereğince yapılmasını sendikal ihanet çetelerinden ya da makam-mahkeme kapılarında dolananlardan bekleyemeyiz. Görev öncü işçilere, ilerici ve devrimci güçlere düşüyor.