10 Ağustos '02
Sayı: 31 (71)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sermaye düzeninin aldatıcı manevraları
  Temel demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi yükseltelim!
  "AB uyum yasaları" ve Kürt sorunu
  Artık devlet adam öldürmeyecek mi?
  Türkiye demokratikleşiyor mu?
  İdam tartışmasının gizledikleri
  Düzen siyasetinde ittifak tartışmaları
  İşçi sınıfına büyük tuzak!
  Sendika ağaları yine işbaşında!
  Paşabahçe direnişi ihanete yenildi!
  "AB uyum yasaları" ve sahte demokrasi hayalleri
  Emperyalizme taşeronluk için kollar sıvandı
  Grev hakkı için grev ve direniş çizgisi!
   Filistin işgali yeni boyutlar kazanırken, BM siyonist katliamlara destek veriyor!
   Hızır Paşalar hak ve özgürlüklerimizin düşmanlarıdır!
   Devrimci basına yönelik davalar üzerine...
   L tipi cezaevleri
   Dersim, barajlar ve kalkınma/2
   "Munzur Kültür ve Doğa Festivali" üzerine...
   Türkiye'nin dış politikası kimin?
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Türkiye’nin dış politikası kimin?

Mustafa Alp Dağıstanlı

İdam cezasının kaldırılması ve anadil eğitiminin serbest bırakılması da tamamlanınca, Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi konusunda, tabii ki kağıt üstünde, pek bir zorluk kalmadı diye düşünüyor Türkiye. Kendi açısından haklı belki, çünkü hem psikolojik, hem de ideolojik bir bariyeri aştığını düşünüyor. Avrupa Birliği ise Türkiye’nin yapması gereken daha çok iş olduğunu söylüyor. Biz anlamak istediğimiz şeyi anlamaya teşne olduğumuz için duymuyoruz bile onların sesini; şimdilik. Yine de herkes memnun. Ayrıca, Kopenhag kriterleri kağıt üstünde yerine getirilse bile, uygulama nasıl olacak, gündelik hayat pratiği nasıl uyum sağlayacak bu uyum yasalarına ve Avrupa’ya? AB’nin çeşitli yetkili ağızları sık sık işaret ediyor bu noktaya. Bunlar yine de hem içeride, hem dışarıda konuşulan, tartışıln meseleler. Ben Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin ve eğer olacaksa entegrasyon sürecinin önemli, ama dikkatlerden kaçan bir başka önemli ve sorunlu veçhesine işaret etmek istiyorum: dış politika.

Genel hatlarıyla bakınca bile hemen görünüveren bir şey var; Türkiye’nin tüm dış politika tercihleri Amerika Birleşik Devletleri paralelinde. Bu durumdaki bir ülkeyi, diğer ikircikli konular bir yana bırakılsa bile, AB neden kabul etsin?

Zaman zaman ünlü adamların çocukları peydahlanır ya hani aniden. Çocuk belli bir yaşa gelmiştir; bazan küçük, bazan da epey büyüktür. Eğer küçükse annesi, büyükse kendisi çıkar ve mesela “Ben Marlon Brando’nun çocuğuyum” der. Haydi, başlar bir bol dedikodulu, çekişmeli bir dava... Bizde en son şarkıcı Emrah’ın başına gelmişti böyle bir durum. Emrah uzun süre direnmiş, ama sonunda çocuğun Emrah’tan olduğu kanıtlanmıştı. Eski Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın da başına gelmişti aynı şey; onun da hayatının baharında bir kızı olduğu ortaya çıkmıştı. Artık DNA testiyle filan anlayıveriyorlar bu iddiaların doğru olup olmadığını. Tabii bütün iddialar doğru çıkmıyor.

Türkiye’nin durumunu bu zengin baba arama davalarına benzetiyorum ben. Özellikle dış politika tercihleri penceresinden bakınca bir tuhaflık olduğu ortada. Bizim politikacılar çıkıp “Bakın şu Türkiye’ye, hık deyip Avrupa’nın burnundan düşmüş”, diyorlar, “bu çocuğun babası Avrupa Birliği.” Eh, bir bakıyorsun, aslında ABD’nin burnundan düşmüş ve o hık dediği burun da pek matah bir burun sayılamaz aslında. Oraya buraya sokulan, girdiği yeri de karıştıran bir büyük burun. AB, “Hayır, sen benim çocuğum değilsin” deyip duruyor, itiyor Türkiye’yi, Türkiye de ısrar ediyor AB’nin kucağına oturmak, başını göğsüne yaslamak için. Bu uyumsuzluk bütün temel dış politika konularında açık seçik kendini gösteriyor.

Avrupa Birliği Parlamentosu’nun 28 Şubat 2002 tarihinde onayladığı Güney Kafkasya Raporu, örneğin, ABD’nin bölgeye müdahalesinden duyulan rahatsızlığı belirtiyor ve işbirliğine dönük, ekonomik fırsatları adilane paylaştıracak, güvensizlik ortamını giderecek yöntemler öneriyor. “Birlik, ayrıca, sıkı silah denetimlerinin uygulanması ve tedrici silahsızlanma için yardımcı olmalı” diyor. Türkiye ise, ABD ile birlikte bölgeyi tedrici olarak silahlandırma yolunda ilerliyor. Bu ABD-Türkiye çizgisinin en belirgin olduğu ülke Gürcistan. Bu ülkeyle asıl olarak Rusya’ya karşı gelişen askeri işbirliği Türkiye’nin eğitmen, silah, teçhizat göndermesiyle, hatta hibe etmesiyle sürüyor... Azerbaycan da sıraya girmiş durumda.

Filistin meselesinde de, AB’den ziyade ABD’nin paralelinde duruyor Türkiye. Üstelik, ABD, Ortadoğu’da izlediği neredeyse gözükapalı ve açıkgöz İsrail yanlısı politikadan dolayı yoğun eleştiri alıyor. Tabii, Ankara’nın çizgisinde Türkiye ile İsrail arasında kurulan stratejik işbirliğinin, Türkiye-İsrail ekseninin etkisi de var. Mart sonunda başlayan, nisan ayı boyunca yoğun şekilde süren ve sonra da aralıklarla devam eden İsrail’in Batı Şeria’yı işgali sırasında Türkiye, tank modernizasyonu ihalesini İsrail’e verdi. Bütün dünyanın, özellikle de içine girmeye çabaladığımız Avrupa Birliği’nin hem işgal, hem de işgal sırasındaki saldırganlıkları dolayısıyla İsrail’i kınadığı bir ortamda. Hem de, usulsüzlük söylentilerinin söylenti olmaktan çıkıp, haber olarak gazetelere yansıdığı, ihaleyi ürüten kurumun başının protesto niteliğindeki istifasına rağmen. Hem de, “Osmanlı bakiyesi” Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi Filistin’le bir sürü tarihi, manevi, dini, kültürel etkenden dolayı yakınlığı olmasına rağmen.

ABD, kendi Ortadoğu planını açıklayıp Arafat’ı artık görmek istemediğini ilan ettiğinde de, yani aynı Arafat’ı “40 yıllık dostum” diye tanımlayıp gördüğünde sarılan İsmail Cem’in dışişleri bakanı olduğu sırada Dışişleri Bakanlığı öyle bir açıklama yapmıştı ki, hiçbir şey demese iyiydi. Sadece AB değil, ABD’nin stratejik müttefiki İngiltere bile kabul edilemez bulmuştu Arafat’ın defedilmesini ve bunu da Kanada’daki G8 toplantısında Başkan George Bush’a söylediler. AB, Ortadoğu’da İsrail’in hırçın, ortalığı kırıp döken, hiçbir uluslararası anlaşmaya, ilkeye ve karara uymayan eylemlerinden usanmış durumda. Burada en kısa zamanda Filistinlilere de nefes alma, devlet kurma hakkı tanınmasını ve İsrail’in evelemeden gevelemeden bu çizgiye gelmesini istiyor. Bunu da açıkça ilan ediyor. Türkiye, nediyor? Genel laflarla eveliyor geveliyor ve sonra da Amerikan-İsrail çizgisinde hizaya giriyor.

Başka konularda da örnekler verilebilir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra ABD ile Türkiye arasındaki paralellik belirginleşti. Sovyetler Birliği çözülüp Soğuk Savaş bitince demokrasi havarisi olarak arzı endam eden ABD, 10 yıl parçalı bulutlu sürdürebildiği bu yaklaşımını 11 Eylül’den sonra terk etti bütün dünyanın gözlediği gibi. Hepsi birer diktatörlük olan Orta Asya’daki Türki cumhuriyetler, Afganistan harekatının ihtiyaçları da göz önünde bulundurularak ABD’nin müttefiki olma şerefine nail oldu ve askeri ve mali yardımlarla koltukları kabartıldı. Türkiye için de hiçbir zaman önemli olmamıştı bu ülkelerdeki özgürlük, demokrasi düzeyi.

11 Eylül’de ABD’nin canı yandı ve “Başlarım sizin demokrasinize, insan haklarınıza” deyip silahı ve külahı eline aldı. Ben bu işi silahla çözerim, gerekirse bütün “terörist”leri tek tek öldürerek bitireceğim, dedi. Bu tavrı en iyi anlayan ve cânı gönülden destekleyen ülkelerin başında Türkiye geliyordu; “Nihayet bizim haklılığımız anlaşıldı” diyordu ve diyor. AB ise daha ince ayar bir yaklaşıma sahip bu konularda. ABD’nin başına bu felaket neden geldi, sorusunu sordu Avrupa. Sonra da tek taraflı, başına buyruk faaliyetlerinden ötürü sık sık sitem etti ABD’ye.

Aynı çelişki Avrupa ordusu (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları) konusunda da yaşanıyor. Sorun sanki Yunanistan ile Türkiye arasındaymış gibi görünse de, bu sadece bir görüntüdür. Gerçek sorun AB’nin kendisiyledir ve işin içinde ABD de vardır. Nitekim, bu noktada Türkiye’nin kendini bağlı hissettiği Ankara mutabakatı ABD, Türkiye ve İngiltere arasında imzalanmıştır. AB içinden sadece bir ülke ve o da İngiltere, yani ABD’nin stratejik müttefiki. İngiltere, AB’nin içinde ABD’nin kankardeşi olarak batıda bir parantez açmış, ABD’nin bir başka stratejik ortağı Türkiye de AB’ye girerse bu parantez doğuda kapatılmış olacak. AB neden izin versin buna?

ABD’nin Irak’a düzenlemesi muhtemel askeri harekatla ilgili olarak da aynı çelişkili durum geçerli. Eğer bir harekat düzenleyecekse ABD, Türkiye isteyerek ya da istemeyerek katılacak bu savaşa. (Pazarlıkta bir şeyler koparmak istiyor ve koparmak istediği şeylerden biri de Kıbrıs. ABD, bence şu anda bile Türk tezine yakın bir formülle Kıbrıs’ın AB’ye girmesini destekliyor el altından. İsrail de Türkiye ile AB arasında bir karakedi gibi Kıbrıs meselesinin var kalmasını en azından şimdilik teşvik ediyor. İsmail Cem’in dışişleri bakanıyken Kıbrıs konusunda bir ara herkesi şaşırtan heyheylenmesi bu dengelere oturuyor işte. Yoksa parti içi dengelerle, iç politika hesaplarıyla filan ilgili değildi o çıkış.)

Neyse, Türkiye’nin Irak harekatı konusunda takınacağı tavır da AB’nin yaklaşımına uygun değil. Burada şunu belirtmek gerekiyor tabii: AB’nin ortak bir dış politikası yok, onu oluşturmak için çabalıyorlar ve pek de ilerleme kaydettiklerini söylemek zor. İtalya, mesela, Irak’a harekata destek vereceğini açıkladı. Almanya da kesinlikle karşı olduğunu. İngiltere ise, kendi içindeki kuvvetli muhalefete rağmen zaten ABD ile beraber yürütmeyi planlıyor saldırıyı. Başka konularda da, çeşitliliği daha az olmakla beraber, aynı ortak politikasızlık geçerli.

Yine de, tek tek ülkelerin üzerinde bir AB yöneliminden bahsedilebilir ve bu da ABD politikalarına paralel değil. Ve AB, yavaş yavaş anlayacak ki, Türkiye’nin itilmesi, ABD’nin kucağına itilmesi olacak. O ABD ki, hemen her alanda Avrupa ile ihtilaf noktaları artmaktadır. Bu bakımdan, Irak harekatı dönüm noktası sayılabilecek bir olay. En azından, eğer harekat olursa, Türkiye’nin bundan sonra yürüyeceği yol bakımından.

Şimdi idam ve anadil meselesinde de beklenen adımın atılmasıyla yıl sonundaki Kopenhag zirvesinde Türkiye’ye bir katılım takvimi verilmesi ihtimali de arttı. İşin ilginç tarafı, Irak’a harekatın da aşağı yukarı aynı zamana denk gelebilecek olması. AB, bu çetrefil problemi düşünmektedir.

Independent gazetesinde (02.08.2002) Maureen Freely imzalı yazıdan alınan şu cümleler bu sorunun gündemde olmasa bile gündeme geleceğini gösteriyor. Uzun yıllar Türkıye’de yaşamış olan Freely, “Türkiye modern bir Avrupa ülkesi olmak istiyor” başlıklı yazısında şunları söylüyor:

“Irak sorununun gündemde olması, IMF’nin en büyük borçlusu Türkiye’nin ekonomik krizi atlatamaması ve siyasî belirsizlik nedeniyle sorulması gereken soru, ‘Türkiye bizimle mi, yoksa bize karşı mı?’ değil, verebileceklerini dikkate alarak ‘Türkiye’yi yanımıza alabilmek için biz ne yapabiliriz?’ olmalı. Bush’un terörle savaşının, Türkiye’nin reformlarının önünü kesmesine izin vermemeliyiz. Türkiye’nin Irak’la ilgili planlara dahil olması için ABD’nin Türkiye’ye haksız bir baskı uygulamasına izin vermek ikiyüzlülük ve siyasî aptallık olur.”

Avrupa-ABD çelişkisinden kurtulamayacak Türkiye. Bu çelişki Türkiye’yi hırpalar. Çelişkinin iki tarafı da büyük çelişkiler yaratmaya gayet uygun bir bünyeye sahip. En azından son yüzyılın tarihi bu çatlatıcı, felakete sürükleyici çelişkilerin ve onu besleyen, ona vücut olan siyasi ve toplumsal yapıların tarihidir. Ama farklıdır bu bünyeler. ABD dönüp arkasına bakmaz, “Ben ne hatalar ettim” diye düşünmez. “Onlar geçti artık” diye düşünür. Kendisiyle yüzleşmez. Vietnam’da, orada burada, dünyanın dört bir yanında yüzbinlerce kişinin canını alan faaliyetleri özgürlük adına sürdürüp sonra da birkaç Hollywood filmi çekince kendinle yüzleşmiş olamazsın. ABD kendiyle yüzleşmez. Türkiye de...

Avrupa öyle değildir. Önüne bakmadan önce arkasına bakar. Çünkü dünyanın başına bin türlü musibet örmüştür, iki dünya savaşını bağrından çıkarmıştır. Korkuları vardır Avrupa’nın, en çok da kendinden korkar... Ve yine korkmaktadır ve yine korkmakta haklıdır. Peki, Türkiye, gittikçe daha fazla sayıda genetik özelliği ABD’ye benzerken AB’nin göğsüne başını yaslama ısrarını ne kadar sürdürebilir? Peki, Türkiye ne düşünmektedir? Türkiye’nin bir dış politikası var mı? Türk dış politikası Türkiye’nin mi? (8 Ağustos 2002)

(NTV-MSNBC sitesinden alınmıştır...)