15 Haziran'02
Sayı: 23 (63)


  Kızıl Bayrak'tan
  AB ve ABD emperyalizminin kıskacında Kıbrıs
  Derinleşen istikrarsızlık tablosu ve düzenin çözümsüzlüğü
  Sahte tartışmaların ardındaki gerçekler
  İSDEMİR işçisi işyeri komitelerini kurdu!
  DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplandı...
  Öncüden yoksunluk işçilerin belini büküyor
  Birleşik Metal-İş Genel Temsilciler Kurulu toplantısı ve devrimci görevler
  Sınavsız üniversite, parasız eğitim hakkı istiyoruz!
  Arafat dayatmalara boyun eğiyor
  Gelişme tarihi içinde ve kapitalizmde futbol
  Kapitalizm ve futbol
  Emperyalist stratejilerin kıskacında Türkiye
  TC, AB ve ortaya çıkan çekişmenin gerçek anlamı...
   TMMOB 37. Genel Kurulu toplandı...
   Almanya'da paralı eğitime ve eğitimde özelleştirmeye karşı kitlesel eylemler...
   Avrupa'da paralı eğitim karşıtı eylemler...
   Sefaköy İşçi Kültür Evi açılmadan kapatıldı...
   "Yurtsever Gençlik"ten zorbalık!..
   Enternasyonalle kurtulur insanlık!..
   Komünist kadın önder Clara Zetkin'in anısına...
   Burada, bu kuytuda bir gün
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Derinleşen istikrarsızlık tablosu ve
düzenin çözümsüzlüğü

Devlet ve düzen cephesinde AB gündemi üzerinden siyasal boşluğu doldurma çabalarının en önemlilerinden biri cumhurbaşkanının düzenlediği liderler zirvesi idi. Bu zirvenin hemen öncesinde, Mayıs ayı olağan toplantısında MGK, olağanüstü halin iki ilde daha kaldırılması kararıyla birlikte, uyum yasalarının bir an önce çıkarılması “tavsiye kararı”yla AB’cilere yeşil ışık yakmıştı. TÜSİAD ise her zamanki gibi “görüş ve öneri”lerini tüm bu önemli toplantılar öncesinde açıkladı. Ancak düzen bu kez, sahiplerinin ve hizmetlilerinin bu gayretleriyle de yetinmedi. Pek çoğunun yönetimi düzen tarafından satın alınmış olsa bile aslında “düzen kurumu” sayılmaması gereken meslek örgütleri, sendikalar ve kimi DKÖ’lerin de katılımıyla, tarihinin en kapsamlı sivil inisiyatifi de toplanarak, güya toplumun AB.ye girmekte ne kadar istekli olduğu ispat ve ilan edilmiş oldu.

Bu tablodan, düzenin AB uğrunda yekvücut olmuş, hatta kimi muhaliflerini bile yanına alarak istikrarlı bir yol tutturmuş görüntüsü çıkması gerekmez mi? Oysa sonuç tam bir istikrarsızlık halidir. Tartışmalar, tarihinin “en uyumlu” koalisyon hükümetini dahi dağılma noktasına getirmiş durumdadır. Düzen ve çevresinde oluşturulmuş görünen toparlanmanın tersine, burjuva siyasal arenada tam bir dağınıklık durumu yaşanmaktadır. Muhalefetin Ecevit’in sağlığı üzerinden yürüttüğü saldırıya sonuna kadar direnen koalisyon partileri, muhalefetin arzuladığı “değişiklik” ortamını AB tartışmaları üzerinden bir bakıma kendileri yaratmış oldular.

Fakat sadece bu kadar da değil. Hükümet içinde MHP ile ANAP arasında süren AB tartışmalarında kullanılan argümanlar, yaratılmaya çalışılan yekvücutluk tablosunu baştan bozacak biçimde toplam tartışmalara da yayılmış durumda. AB yanlılarına göre, AB’ye giremezsek ülke bölünür, karşıtlarına göre de girersek. Türkiye’deki burjuva düzenin en hassas sorunu olduğu döne döne vurgulanan ulusal sorun, göründüğü gibi, artık ucuz politika malzemesi haline getirilmiş durumda. Yoksa ne MHP ve yandaşları AB koşullarının ülkeyi böleceğine inanmaktadır, ne de karşıtları kendi ileri sürdükleri sava. Sadece, siyasal istikrarsızlığın yakınlaştırdığı seçimlere yönelik her biri kendince yatırım yapmaya çalışıyor.

MHP’nin tutarsız argümanları

Bu, bu kadar açık olmakla birlikte, özellikle MHP’nin argümanları belli yönleriyle ele alınabilir. Çünkü onlar, ulusal sorun dışında kendi uygulamalarıyla taban tabana zıt olduğu halde, özelde işçi ve emekçilerin hassas olduğu emperyalist sömürü argümanına da sık sık başvurmaya başlamışlardır.

MHP’ye göre, AB’nin her istediğini koşulsuz verirsek bu isteklerin sonu gelmeyecektir. Ve bu şekilde bir AB üyeliği, eğer gerçekleşirse, Türkiye’yi Avrupa’nın sömürgesi haline getirecektir. Bilindiği gibi, MHP’nin AB şartları konusunda sorun çıkardığı maddeler, idam, Kürtçe eğitim ve yayın gibi, sözde demokratik alana ilişkin olanlardır. Dolayısıyla, örneğin idam cezasını yasalardan kaldırdığı için bir ülkenin sömürge haline geleceğini iddia etmek, son derece gülünçtür. Ya da Kürtçe eğitim ve yayın hakkı tanıdığı için, ya da Avrupa’nın başka herhangi bir sözde demokratik dayatması için... Kısacası, MHP’nin karşı çıktığı maddelerle getirdiği ithamlar birbirini karşılamıyor.

Peki, sömürgeleşme ithamını ne karşılayabilir? Tabii ki, MHP’nin de koalisyon ortağı olarak imza attığı, örneğin uluslarası tahkim yasası; ya da koşulsuz şartsız kabul edilen ve uygulanan İMF-TÜSİAD yıkım programları; ya da tüm kilit sektörlerin emperyalist tekellere peşkeş çekilmesini koşullayan İMF dayatması özelleştirme kararları; ya da yerli tarımın yıkımı kararları... Bu tür kölelik yasa ve uygulamaları MHP’nin de ortak olduğu koalisyon hükümetinin üç yıllık icraatının bir özeti olduğuna göre, bu faşist parti, aslında AB tartışmalarında kullandığı argümanın tam tersi bir ithamı fazlasıyla hak etmiş durumdadır.

Emperyalizme köleliğin baş mimarlarından biri olarak MHP, sömürgeleşmekten bahis açabilecek son parti bile değildir. Bugün olduğu gibi, yeri geldikçe yaygarası koparılan milliyetçilik, MHP’nin literatüründe salt şovenistliktir. Yani, Türk ulusunun hak ve çıkarlarının savunusu temelinde yükselen bir ulusalcılık değil, Kürt ulusunun hak ve çıkarlarının çiğnenmesi üzerinden yürütülen bir faşist saldırganlık.

AB konusundaki yaygarada da görülebileceği gibi, MHP ve yandaşlarının karşı çıktığı düzenlemelerin (idam, anadil) Türk halkının hak ve çıkarlarına ters düşen herhangi bir yanı bulunmamaktadır. Oysa, MHP’nin iktidar ortağı olarak onayladığı ve hayata geçirdiği pek çok yasa ve kararın, ulusal değer ve birikimlerin yağmalatılmasına yolaçtığı, dolayısıyla ulusal çıkarlara zarar verdiği yeterince açıktır.

AB tartışmalarıyla yaratılan yanılsama

Ancak, sermaye egemenliğinin bir biçimi olarak ulusal devletler, çıkarlarını uluslararası birliklerde arıyor ve görünür kayıplara rağmen bu yönde ilerlemeye çalışıyorlarsa, bu yöndeki gelişmelere “ulusal çıkarlar” adına karşı çıkmak işçi sınıfına düşmemelidir. İşçi sınıfı ve emekçiler, ABD, AB, İMF gibi emperyalist devlet, birlik ve kuruluşlarla girilen ilişkileri kendi sınıfsal hakları ve çıkarları üzerinden değerlendirmek durumundadırlar. Ve elbette böyle bir değerlendirmeden, emperyalizmle girilen tüm kölelik ilişkilerinin sınıf ve emekçi kitlelerin hak ve çıkarlarında açtığı büyük gedikler tablosu ortaya çıkar.

ABD ile ilişkiler Türk devletinin maşalık rolünü üstlenmesini getirmekte, dolayısıyla sınıfı ve kitleleri savaş yıkımlarına mahkum etmektedir. İMF, DB gibi emperyalist mali kuruluşlarla geliştirilen ilişkiler, ekonomik krizlere, dolayısıyla sınıf ve kitlelerin hızla yoksullaştırılmalarına ve kazanılmış hakların kaybına yolaçmaktadır. Bu nedenle Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleler bu emperyalist devlet ve kuruluşlarla kölelik ilişkilerine şiddetle karşıdırlar. Bu karşıtlık son yılların hemen tüm işçi ve emekçi eylemlerinde çarpıcı biçimde ortaya konulmuş bulunmaktadır. Kitle eğilimlerinin aynası kitle eylemleridir. Düzen tarafından çarpıtılarak yansıtılmaya çalışıldığı gibi, düzenin bir uzantısı haline gelmiş hain sendika yöneticilerinin beyanatları ise, kitlelerin eğilimlerini değil sadece uşaklığını yaptıkları düzenin arzularını yansıtmaktadır.

Sınıf ve kitle hareketi nezdinde ABD, İMF ve DB ile kölelik ilişkilerine karşıtlık önplana çıktığı halde AB ile ilişkilerin gündeme getirilmemesi, ilişkinin henüz somut sonuçlarının ortaya çıkmamış olmasındandır. Bir de, düzen cephesinden AB tartışmaları tek yönlü ve kitleleri yanıltıcı bir mecrada sürdürülmektedir. AB dayatmaları hep Kopenhag Kriterleri üzerinden tartışılıyor, ekonomik getirisi-götürüsü hiç gündeme getirilmemektedir. TÜSİAD üzerinden getirildiği kadarıyla da, oluk oluk yabancı sermaye akacakmış gibi sunulmaktadır.

Oysa, Kopenhag Kriterleri’yle dayatılanın aslında ne menem bir demokrasi olduğunu, meclisin harıl harıl üzerinde çalıştığı mini demokrasi paketleriyle parça parça gaspedilen demokratik hak ve özgürlükler göstermektedir. Örneğin, demokratik adalet adına çıkarılan tüm yasalar, eşitlik adına kalan ne kadar kırıntı hak varsa silip süpürmüş, cezaevlerinde çağın en ilkel ve kanlı sistemi olan hücreleri devreye sokmuş, sanığın savunma hakkıyla birlikte avukatların özlük ve hatta kişisel haklarını nerdeyse tümüyle ortadan kaldırmıştır. Buna rağmen sistem, sanki AB uyum adına demokratik bir rejimi dayatıyormuş, çoğunluk da demokrasiden ve esasen AB’den yana imiş, fakat kimi çevreler AB’yi dolayısıyla da Türkiye’de demokratik dönüşümleri istemiyor, önünü kesmeye çalışıyormuş gibi gösermeyi tercih etmektedir.

Tartışmaların bu biçimi ve bu yolla yaratılan belirsizlik ortamı, işçi ve emekçi kitleler nezdinde AB sorununun karışık ve anlaşılmaz bir hale gelmesine yol açabilmektedir. Sınıf devrimcileri, emperyalizmle kölelik ilişkilerinin her biçimi ve türü konusunda sınıf kitlelerini bilinçlendirmek ve bu ilişkilerin karşısında eylemli tutum alınması için daha fazla çaba göstermek durumundadırlar. Bunun bir yönü de düzen tarafından yaratılan yanılsamaların ortadan kaldırılmasıdır.

Ancak, bugünkü siyasal tablodan sınıf için çıkarılacak daha önemli ders, düzenin açmazları ve çözümsüzlüğüdür. Burjuva politikası, iktidarı ve muhalefetiyle, sorunlara hiçbir çözüm üretememekte, tersine istikrarsızlığı daha da derinleştirmektedir. Sermaye sınıfı ve düzeni ülkede ekonomik refah, siyasal istikrar ve demokratik bir yaşam sağlamak imkanlarından tümüyle yoksundur, zaten böyle bir iddia da taşımamaktadır. Bu iddiaya sahip çıkabilecek ve gerçekleştirebilecek tek sınıf işçi sınıfıdır.