8 Haziran'02
Sayı: 22 (62)


  Kızıl Bayrak'tan
  Avrupalı emeryalistlerin sözde demokrasisi
  Düzen politikalarına meşruluk arayışı
  Bahçeli'nin manevraları ve faşist MHP gerçekliği
  AB'ye bağanan umutlar batağa sürüklüyor
  Faşist çete mensupları serbest bırakıldı, devrimci tutsaklar hücrelerde!..
  Belediye işçisi işvereni ve hükümeti uyardı
  Grev hakkı için grev!..
  SASA işçisinin denetiminden uzak grev satışla sonuçlandı!
  Emperyalist sermaye bir ülkeye ne için gelir?
  Grev hakkı ancak grev silahı kullanılarak savunulabilir
  ODTÜ'lüler geleneklerine sahip çıkıyor
  15-16 Haziran Direnişi ve sınıf hareketinin güncel sorunları
  Çukurovo'da öncü-devrimci kamu emekçileri ortak platform kurdu
   Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki ilişkiler üzerine düşünceler VI
   Filistin halkı kıskaca alınmaya çalışılıyor!
   Keşmir sorunu ve emperyalist ikiyüzlülük
   İspanya'da genel grev havası
   Ekim Gençliği'nin Haziran sayısından...
   Aşık Mahzuni Şerif
   Sefaköy İşçi Kültür Evi yürüklerimizdeki isyanın bir mevzisi olarak açılıyor!
   Nazım Hikmet'e büyük saygısızlık!
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
15-16 Haziran Direnişi ve sınıf hareketinin güncel sorunları

İşçi sınıfının mücadelesine ışık
tutan bir direniş

Mücadele tarihine altın harflerle kazınan 15-16 Haziran Direnişi’nin üstünden tam 32 yıl geçti. Bu şanlı işçi direnişi, işçi sınıfının en kitlesel militan eylemi olma özelliğini hala da koruyor. Yalnızca kitlesel militanlık yönüyle değil, saldırıyı püskürtme ve haklarını koruma başarısı anlamında da benzersiz bir yere sahip. 15-16 Haziran Direnişi, o günün küçük-burjuva ideolojik atmosferinin hakim olduğu koşullarda yeterince bilince çıkarılmamış olsa da, yeni bir dönemin, işçi sınıfının siyasal gücünü hissetirmeye başladığı bir sürecin başlangıcıdır. Siyasal yönüyle1976 DGM Direnişi, sendikal-demokratik haklar uğruna mücadele yönüyle 15-16 Haziran Direnişi işçi sınıfının mücadelesine bugün de ışık tutumaya devam ediyor.

O günden bugüne işçi sınıfı ve emekçi yığınlar çok daha ağır ve kapsamlı saldırılara maruz kaldılar. Sermayenin iki askeri darbeyle yolunu düzlediği asıl saldırılar son 10 yılda kesintisiz biçimde sürüyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle gem’i azıya alan sermaye tüm dünyada işçi sınıfının kazanımlarına daha büyük bir kinle saldırısını sürdürüyor. ‘89 Bahar Eylemleri bir yana bırakılırsa, sermayenin kapsamlı saldırıları sınıf tarafından aynı kapsamda ve şiddette bir karşılık bulamıyor. Bir dizi direniş sergilenmesine rağmen sınıf hareketi ciddi bir gerileme yaşıyor. Bunların sonucu olarak gelinen yerde en temel haklar ve en temel mevziler korunamıyor. Sendikalar başta olmak üzere korunamayan bu mevziler sendikal bürokrasinin denetimi aracılığıyla dolaysız biçimde sermayenin sınıf içindeki dayanaklarına dönüşüyorlar.

15-16 Haziran Direnişi’ni önemli ve güncel kılan yan da burası. O gün, bu günkü bürokratlarla kıyaslanmayacak meziyetlere sahip sendika yöneticilerinin bir noktadan sonra eylemin karşısına geçmesine rağmen işçi sınıfı büyük bir kararlılıkla hakları için çatıştı, sendikal örgütlenmesine ve mücadelesine sahip çıkmasını bildi ve saldırıyı püskürttü.

Bugün ‘80 öncesiyle kıyaslanmayacak ölçüde kapsamı artan saldırılara maruz kalan işçi sınıfı sendikal mevzilerinden yoksun bulunuyor. Bu en temel mücadele aracından yoksunluk, elbette sınıf hareketinin bugünkü düzeyinin ve yaşanan sorunların bir sonucu. Saldırıları püskürtmek için bu düzey, bu sorunlar aşılmak zorunda. Başa yazılması gereken en temel ders, işçi sınıfının sahip çıkmadığı, denetimine almadığı her türden örgütlülüğün çürümeye mahkum olduğudur. Ve en temel görev, işçi sınıfını gerçek mücedele araçlarıyla donatmak, örgütlenme mücadelesine önderlik etmektir.

Sendikal mücadele sınırlarını aşan ve
düzeni zorlayan bir eylem

‘60’lardan itibaren ulusal ve uluslararası düzeyde yükselen sol dalganın da etkisiyle işçi sınıfı mücadele sahnesinde yerini almaya başladı. Yoksul köylülük toprak işgalleriyle, öğrenci gençlik boykot ve fiili çatışmalarla hak ve özgürlük mücadelesine girişirken, işçi sınıfı saldırılara fabrika işgalleri, grevler ve direnişlerle yanıt veriyordu. Kavel, Singer, Türk Demir Döküm gibi fabrikalarda, Zonguldak ve çevresindeki maden işletmelerinde karşılarında düzenin kolluk kuvvetlerini bulan işçiler, kıyasıya bir mücadele yürütüyor, ilk militan sınıf eylemliliklerine imza atıyorlardı.

İşçi sınıfının yükselen bu mücadele dalgasına giderek daha etkin biçimde katılması düzen için bir korku kaynağıydı. Nerdeyse her grev ciddi bir çatışma vesilesi oluyor, bu çatışmaların bazılarında işçiler katlediliyordu. Başka bir deyişle, burjuvazi karşısında hakları için ölesiye mücadele eden işçi sınıfı vardı artık. Bu gözüpek mücadele potansiyelini, Türk-İş’ten ayrılarak devrimci bir mücadele hattı tutan DİSK’te örgütlenmiş işçi sınıfının bir kesiminin gitgide güçlenen gelişmesini bir şekilde bastırmak ayrı bir önem taşıyordu düzen için.

1970’in ilk aylarında düğmeye basan sermaye hükümeti saldırının yasal düzenlemesini yaptı. Yasayla DİSK devre dışı bırakılacak, DİSK’e bağlı sendikalar dağıtılacak ve Türk-İş tek yetkili konfedereasyon olarak varlığını daha da güçlendirerek sürdürecekti. Hain Türk-İş bürokratları 11 Mayıs’ta Erzurum’da yaptıkları kongrede bu yasal değişiklik önerisini sevinçle karşıladılar. Meydanı kendilerine bırakan bu yasa önerisini hareretle desteklediklerini açıkladılar. DİSK’i bölücülük ve vatan hainliği yapmakla suçladılar.

DİSK’te örgütlü işçi sınıfının buna yanıtı ise gecikmedi. Alttan alta biriken tepkiler karşısında DİSK, başlangıçta tabandan yükselen tepkileri dikkate alan bir eylem hattı çizdi. 13 Mayıs’ta yasal sendikal hakların sonuna kadar savunulacağı kararı kamuoyuna duyuruldu. Gerçekten de yasa önerisi sendikal hakları düzenleyen anayasa maddelerine aykırı bir içeriğe sahipti. Fakat işçiler yasa önerisinin anayasaya uygun olup olmadığıyla değil, somut olarak eldeki kazanımları silip süpürmesi yönüyle ilgileniyor ve saldırıyı açıkça görüyorlardı. Açıkça kendi meşru talepleri ve hakları açısından bakıyorlardı meseleye.

Saldırının DİSK’in kapatılmasıyla sınırlı kalmayacağı ise çok iyi biliniyordu.

Yasa önerisinin Meclis’te görüşülmeye açılmasıyla birlikte tek tek fabrikalarda biriken tepkiler iyice açığa çıkmaya başladı. Hoşnutsuzluk ve tepkiler yer yer pasif eylem biçimlerine bürünüyordu. Bunun üzerine DİSK, kendisine bağlı sendikalarla yapılan toplantı sonucunda 17 Haziran’da bir protesto eylemi örgütleme kararı aldı. Fakat alttan alta biriken tepkiler daha erken bir patlamaya dönüştü.

Tarih 15 Haziran’ı gösterdiğinde DİSK’e bağlı sendikaların İzmit ve İstanbul’daki fabrikalarında o gün üretim durduruldu. İşçiler fabrika fabrika anayollara çıkıp yürüyüşe başladılar. Böylece, DİSK şahsında işçi sınıfının sendikal haklarına yapılan yasal saldırıya tepki olarak başlayan eylemler, kısa zamanda düzenle işçi sınıfı arasında iki güne yayılan şiddetli bir çatışmaya dönüştü. Yasadan yana açık tutum alan Türk-İş’te örgütlü işçileri, bölgelerdeki semt halkını, devrimci öğrenci gençliği de saflarına katan işçiler, İzmit’ten Kadıköy’e kadar geçtikleri her yerde barikatları yıka yıka ilerlediler.

Rumeli yakasındaki işçilerin birleşmesini engellemek için köprüler açıldı. İki yaka arasında vapur seferleri iptal edildi. Polis kuvvetleri yetersiz kalınca binlerce asker çatışmaya sürüldü. Polisin ve askerlerin silah kullanması, işçilerin katledilmesi, eylemci işçilerin öfkesini daha da artırdı. Sermaye devleti son çare olarak 17 Haziran’da sıkıyönetim ilan etti. Her türlü eylem yasaklandı. 3 işçi ve bir emekçinin yaşamını yitirmesiyle, binlercesinin yaralanmasıyla süren eylem, sıkıyönetime ve DİSK yöneticilerinin eylemin karşısına geçmesine rağmen başarıya ulaştı. Sonuçta yasa tasarısı Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.

15-16 Haziran eyleminin
gösterdikleri

15-16 Haziran eylemi ‘50’lerden itibaren hızla gelişen Türkiye kapitalizmine, yani sömürü ve baskılara karşı Türkiye işçi sınıfının militan bir tepkisidir. Sömürüyü sınırlamak ve hakları uğruna mücadele etmek için elde ettiği sendikal örgütlülüğü korumaya dönük kendiliğinden patlak veren bir işçi hareketidir. Eylemin gerisinde on yıla yayılan bir gelişim, deneyim ve birikim süreci var. Öncesindeki her grev, her işgal ve direniş 15-16 Haziran eylemine giden yolun taşlarını döşedi, işçiler için ciddi bir eğitim ve bilinçlenme işlevi gördü. İşçi sınıfı bu eylemlerde kendi sınıf gücünü sınadı ve birliğini bu süreçte pekiştirmeye başladı. Bazı sendikaların Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’i kurmaları tam da bu gelişmenin üzerine oturmuş ve bir anlamda tabanda gitgide atan arayış ve ayrışmanın ifadesi olmuştur.

Direniş tamamıyla sınıf tabanının basıncıyla gelişti ve işçilerin inisiyatifinde geçti. Bu anlamda eylem kararı ve çatışmalar herhangi bir önderlikten yoksun olarak gelişti. DİSK yöneticilerinin başlangıçta, eylem patlak verdiğindeki rolü ise, iki gün sonra tam tersine döndü. Düzen tarafından tehdit edilen sendika yöneticileri eylemin bitirilmesi için ellerinden gelen çabayı esirgemediler. Radyodan yaptıkları konuşmalarda, verdikleri demeçlerde ve yayınladıkları bildiride eylemi karaladılar; kan döken, can alan düzenin kolluk güçlerini kutsadılar. Eylem sonrasında eylemin doğal öncüsü konumundaki yaklaşık 6 bin işçinin işten atılmasına seyirci kaldılar.

Bu anlamda DİSK yöneticilerinin tutumu ile Türk-İş bürokratlarınınki arasında hiçbir fark kalmadı. DİSK yöneticileri de sıkıştıklarında sınıfın karşısına aynı ihanetçi tutumla ve “vatan”, “millet” edebiyatına dayalı aynı berbat söylemle çıktılar. Sendikalarına sahip çıkmak için çatışan işçiler bizzat sendika yöneticileri tarafından yalnız bırakıldılar, ihanete uğratıldılar. 15-16 Haziran şanlı direnişinin ortaya çıkardığı en önemli ders budur.

Kuşkusuz bu ihanetçi tutuma rağmen görkemli direnişin ortaya çıkarttığı başka dersler ve kazanımlar da var. Bunlardan ilki ve en önemlisi, işçi sınıfının toplumsal-siyasal süreçlere damgasını vuran bir güç olarak mücadele sahnesindeki benzersiz rolünü oynamaya başlamış olmasıdır. İşçi sınıfı bu eylemle sınıf gücünü açık biçimde ortaya koymuş, diğer katmanların desteğini de almayı başarmış ve dönemsel olarak görünürde öne çıkan gençlik eylemlerinin önüne geçmiştir.

İkincisi; eylemin farklı sendikalarda örgütlü işçileri birleştirmiş olmasıdır. Eylem güzergahı boyunca Türk-İş’te örgütlü işçilere yapılan çağrılar karşılıksız kalmamış, yüzbini aşan eylemci kitlenin önemli bir kesimini Türk-İş işçileri oluşturmuştur. Yalnızca farklı sendikalarda örgütlü işçileri değil, sınıf dışındaki farklı katmanları (semt halkı, gençlik, küçük esnaf) da birleştirdi 15--16 Haziran eylemi.

Bunlarla bağlantılı olarak, üçüncüsü; iki şehirde başlayan eylemin kısa zamanda başka kentlerde de yankı bulması ve bu anlamda genel bir sınıf tepkisi olarak yaygınlaşmasıdır. Kuşkusuz, başka kentlerdeki eylemler destek sınırlarında kalmış, bir hazırlıksızlığın ve örgütsüzlüğün ürünü olduğu ölçüde ciddi bir iz bırakamadı. Fakat, yine de bu vesileyle onbinlerce işçi ve emekçi sokaklara döküldü. Düzenin en korktuğu sonuçlardan biri de bu yaygınlığın kendisi oldu.

Dördüncüsü; eylemin sol üzerindeki ayrıştırıcı ideolojik ve politik etkisidir. Bu şanlı eylem her şeyden önce işçi sınıfının varlığı ve bağımsız rolüne ilişkin karamsar küçük-burjuva teorilere iyi bir yanıt ve güçlü bir darbe işlevi gördü. ‘60’lardan itibaren gençliğin hızlı politizasyonu ve militan çatışmaları kendi sınıf doğasına uygun bir mücadele anlayışıyla içiçe gelişiyor, düzenden kopuş gerçekleşemiyordu. TİP’in legalizmine ve parlamentarizmine karşı alınan tutum yeterli bir çıkış sağlayamıyordu. Zira, MDD etkisindeki gençlik kesimleri, devrimin “zinde güç”lerinden biri olarak tanımlanan orduya ilişkin dayanaksız hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı.

Sonuçta, marksist teorinin yeterince kavranamamasıyla birleşen küçük burjuva anlayış için işçi sınıfı, herhangi bir toplumsal katmandan farksız bir konum ve role sahipti. Hatta, çalışma koşulları nedeniyle diğer katmanlara göre hareket kabiliyeti daha sınırlı olan bir sınıftı, onlar için. Emek-sermaye çelişkisi genel ve popülizan bir tarzda ele alınıyor, sınıfsal gerçekler geri plana itiliyordu. Bütün bunlar “tamamlanmamış demokratik burjuva devriminin görevleri”ne kitlenmiş devrimci küçük-burjuva unsurların sınıftan kopuk arayışlarının nesnel ve öznel zeminini oluşturuyordu.

İşte bu koşullarda15-16 Haziran Direnişi, öncelikle sınıfa olan güvensizliği, ve bununla beraber orduya ilişkin hayalci pozitif beklentileri boşa çıkardı. O güne kadar daha çok sivil faşistleri ve polis gücünü karşısında gören devrimci gençlik güçleri, bu eylemde bizzat orduyla da karşı karşıya gelip çatıştılar.

Kuşkusuz, orduya biçilen sözde ilerici, devrimci misyon çok daha köklüydü. 15-16 Haziran eylemi yalnızca bazı dayanaksız beklentilerin sorgu konusu yapılmasına bir başlangıç yapma imkanı sağladı. Orduya ilişkin boş hayallerin tuzla-buz olması için 12 Mart gibi bir darbe pratiğinin yaşanmasını beklemek gerekti. Hemen ardından olmasa da, 15-16 Haziran Direnişi bu konuda pratiğin öğretici sınırlarını da aşan bir etki yarattı; küçük-burjuva devrimciliğin teorik çıkmazının ve ideolojik zaaflarının ortaya çıkmasına hizmet etti. ‘70 sonrasında bunun ne kadar bilince çıkarılıp değerlendirildiği ise ayrı bir tartışma konusudur.

Tartışmasız olan nokta ise, düzenin bu kendiliğinden gerçekleşen ve bir noktadan sonra sendikal sınırları aşan direnişi “solun ihtilal provası” olarak tanımlayıp sınıfın devrimci dinamiklerini kontrol etmek, sınıfı örgütsüz bırakmak, sınıfın sendikal örgütlerinin içini boşaltmak için tüm olanaklarını kesintisiz biçimde seferber ettiğidir. 12 Eylül faşist darbesinin ilk uygulamalarından birinin DİSK’i kapatmak ve tüm yöneticilerini yargılamak, bazılarını tutuklamak olması ve tescilli sarı Türk-İş’in Genel Sekreterini Çalışma Bakanlığı’na getirmesi “sınıfın ihtilal provaları”ndan duyduğu korkunun bir ifadesi ve bu yönde alınmış tedbirlerden yalnızca bir kısmıdır.

Çok öğreticidir; darbenin başındaki generallerin en büyük korkusu, darbeye karşı olası bir sınıf direnişidir. Bunu sonradan açıklayan darbenin başı, “ilk üç ayda beklediğimiz bir işçi direnişinin olmaması işimizi çok kolaylaştırdı” diye ekliyor. ‘70’ler boyunca süren şiddetli çatışmalarda darbecilerin dikkatlerini sınıftan gelecek bir tepkiye yoğunlaştırması, sermayenin sınıfsal gerçekler konusundaki sağlam bakışının bir ifadesi ve dönemden çıkardığı en önemli derstir.

Sendikaların ve sendikal
hareketin bugünü

Gelinen yerde dünya ölçüsünde ve kesintisiz biçimde süren çok yönlü bir kuşatma ve baskılar, başka bazı nedenlerle de birleşerek sendikal harekette büyük bir gerilemeye, sendikal yönetim kademelerinde hızlı bir yozlaşmaya yol açıyor. Sınıfın en temel örgütlerindeki bu gerileyiş ve yozlaşma, gerisin geriye sınıf hareketi üzerinde ezici, dağıtıcı ve moral bozucu bir etkene dönüşüyor. Dünün görece ileri mevzileri olarak kurulan sendikalar da bu gelişmeden payını alıyor.

Bu gelişmeyi sendikal hareketin, sendikaların krizi olarak tanımlamak ve çözümü masabaşı çalışmasının ürünü ‘yeni sendikal model’lerde ya da ‘sendikal muhalefet’ sınırları içinde aramak beyhude bir çabadır. Yine, mevcut tablodan kalkarak sendikaların bittiğini, işlevlerini tamamladıklarını ilan edip bu alandaki mücadele görevlerini yüzüstü bırakmak da benzer bir yüzeysellik ve kolaycılık örneğidir.

Ortada bir kriz olduğu açık. Daha özelde bu, sendikal hareketin ya da sendikaların değil, belli bir sendikal anlayışın, düzen içi sendikacılığın kaçınılmaz olarak gelip dayandığı bir krizdir. Yapı ve işleyiş olarak kastlaşmış-bürokratlaşmış; anlayış olarak sınıf uzlaşmacılığını ya da daha kötüsü işbirliğini rehber edinmiş; sınıfın iktisadi çıkarlarını koruma bahanesiyle devrimci sınıf siyasetine kapalı olmanın yol açtığı çürüme ve ihanet batağına saplanmış; düzenin basit bir eklentisi haline gelmiş düzen sendikacılığının krizidir. Saldırıların siyasal niteliğine uygun bir karşılık veremedikçe, sendikalar daralmış, küçülmüş ve işlevlerinden uzaklaşmıştır.

Sermaye esnek üretim, özelleştirme, taşeronlaştırma ve üretimi küçük parçalara ayırma vb. uygulamalarla sendikal örgütlülüğün tabanını ve zeminini zayıflatırken, sendikalar bu saldırılara karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş, sınıfın biriken tepkisini oyalayıcı eylemlerle boşa harcamıştır. Üstelik bu uygulamalara karşı bir mücadele örgütlemek bir yana, sermayenin “Yeni Dünya Düzeni”, “globalleşme” adı altında yürüttüğü ideolojik saldırılara paralel, sözümona mevcut gelişme ve değişimleri dikkate alan, uzlaşmacı bir sendikal anlayış boy vermiştir.

Böylece, sınıf çıkarlarını koruması, sınıf mücadelesinin en geniş örgütlülükleri olması gereken sendikalar, “çağdaş”, “uzlaşma” araçları haline getirilmiştir. Ve süreç içinde sendikalar sınıfa yabancı, burjuvalaşmış bir yönetici kastın daha açık ve daha etkili biçimde denetimine böylece girmeye başlamıştır. Sendikal hareketin ya da sendikaların krizi denen şey, tastamam bundan ibarettir; işlevlerinden uzaklaşma, sınıf denetiminden ve giderek sınıf çıkarlarından uzaklaşmaya paralel olarak çürüme ve yozlaşma.

Kuşkusuz, işçi sınıfı bu krizin sonuçlarından doğrudan etkileniyor, sınıf hareketi bu nedenle daha ağır ve sancılı bir süreç izliyor. Yukarda genel hatlarıyla değindiğimiz sendikal alanda yaşanan tablo, en kaba bir ifadeyle sınıf hareketinin durgunluğunun, sınıf hareketinin siyasallaşamamasının bir yan sonucu ve yansımasıdır. Müdahalenin esas halkası burası olmak durumundadır. Zira, yerine getirilmesi gereken görevler bu alanda birikmiş bulunuyor. Sınıf hareketi bir gelişme ve sıçrama kaydetmeksizin burjuvalaşmış bir avuç bürokratın denetimideki sendikaları gerçek sınıf örgütleri haline getirmek, onlara mücadelede etkili bir işlev kazandırabilmek de, sınıf içindeki burjuva ajanı haline gelen bürokratik kastı alaşağı etmek de mümkün değil. Ancak bağımsız ve çok yönlü bir sınıf çalışmasıyla birleşen bir sendikal mücadele, istenile beklenen sonuçlar getirebilir. Bu düzeyi ve bu bilinci kazanan bir sınıf, önüne dikilen sendikal barikatları da düzenin barikatlarını da parçalayıp aşar. 15-16 Haziran’da olduğu gibi.

15-16 Haziran Direnişi ışığında
sınıf mücadelesi görevleri

Bu çerçevede ve bu vesileyle, sendikal alanda karşımıza çıkan üç temel göreve en genel hatlarıyla işaret etmek istiyoruz.

Bunlardan ilki ve en önemlisi, sendikal örgütlenme mücadelesinin yalnızca sendikacılara ait bir görev olarak bırakılmaması gerektiğidir. Bugün işçi sınıfının çok az bir kesimi sendikalarda örgütlüdür. Artan işçi sayısına ters orantılı olarak sendikalı işçi sayısı, yıllar içinde belirgin bir azalma göstermektedir. Sermayenin örgütlenme çalışmalarına karşı tahammülsüzlüğü, keyfi baskı ve yasakları bir yana, sendikalar cephesinde de örgütlenme nerdeyse bir işletme mantığı ve hesabıyla yerine getirilen fazladan görev olarak görülebilmektedir. Bu durumda örgütlenme çalışması, sınıf çalışmasının en kapsamlı ve en ağır görevi olarak karşımıza çıkıyor.

Kuşkusuz, bu basit olarak kendi içinde ele alınacak bir iktisadi-sendikal faaliyet değildir. Sınıfın siyasal bilinç ve mücadele deneyimi kazanmasının da en verimli ve en etkili yollarından biridir. Ancak örgütlenme çalışması içinde sendikal bürokrasiye karşı etkili biçimde mücadele etmenin olanakları yaratılabilir, sendikal demokrasi ancak bu mücadele içinde etkin kılınabilir.

Sendikal bürokrasiye karşı mücadele olanağının bir halkası olmasından da öte ve ondan daha da önemlisi, sendikal örgütlenme çalışması, bir takım taleplerin, daha dar ve tekil olgular olarak ortaya çıkan tepkilerin, çalışma yaşamı ve koşullarında karşılaşılan binbir sorunun genelleştirilip toparlanacağı üst başlıklarından ve hedeflerinden biri olarak belirlenmek durumundadır. Her bir sorunun yarattığı sınıf tepkisi kendi başına bir hareketlilik konusu olabilir. Ama hiçbiri kendiliğinden ve kendi başına örgütlenme-daha dar anlamıyla sendikal örgütlenme- ihtiyacı ve olanağını, bu yöndeki bir bilinç açıklığını kendiliğinden yaratamaz.

Dahası, sendikal örgütlenme milyonlarca örgütsüz işçiyle sermaye düzeni arasında nesnel bir çatışma alanıdır. Sermaye bunun bilinciyle ve tedbirleriyle hareket ediyor. Yasaklarla, polisiye tedbirlerle yetinmeyip kendi aralarında yerellerde sendikaları yaşatmamak için özel fonlar oluşturuyor, işçilerin arasına kendi adamlarını yerleştiriyor vs. Bununla berabar işçi sınıfı ihtiyaç duyduğu örgütlenmesinin gereklerini yerine getirmediği için bugün örgütsüzlük bu kadar yaygın yaşanmaktadır. Bu bilinci ona taşımak ise sendikacılarla ve sendikal çalışmayla sınırlandırılamayacak bir kapsam ve önem taşıyor.

İkincisi; sendikal ihanet şebekesinin dağıtılması, güncel planda sendikal örgütlenme görevi ve sorumluluğuyla eş değer önemi olan ve birbirleriyle yakından ilişkili ikinci temel sorundur. Örgütlü işçiler sendikaları üzerinde söz ve karar sahibi olamamakta, katı bir bürokratik işleyişle iradeleri daha işyeri örgütlülüklerinden başlanarak kırılmaktadır. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin bir anlamı da, fiili olarak bu yasak ve engelleri aşarak sendikalar üzerinde sınıf denetimini, sendikal demokrasiyi hakim kılmaktır.

Bu, herhangi bir sendikadaki çalışmayla ve kendi dar hedefleriyle sınırlanarak başarılacak bir görev değil. En genelde, sendikal bürokrasiye karşı kesintisiz bir teşhir faliyetiyle birarada ve buna bağlı olarak yürütülmek durumunda. Hain bürokrat takımın oynadıkları rolün ve işbirlikçi kimliklerinin sınıf tarafından iyice anlaşılmasını sağlamak konusunda düzenli ve etkili bir teşhir faliyeti can alıcı bir önem taşıyor. Yalnızca sendikal anlayışları, düzenle uzlaşma, sermayeye hizmet etme boyutuyla değil, bizzat sınıf konumlarıyla; aldıkları maaş, yolsuzlukları, kirli çıkar ilşkileri, yaşam alışkanlıkları vb yönleriyle de hedefe çakılmak durumundadır. Bunların burjuva sınıf konumlarıyla paralel olarak yaşadıkları kirlenme, ihanet ve yozlaşmanın bir tesadüf olmadığı, güncel ve çarpıcı boyutlarıyla döne döne teşhir ve propaganda konusu yapılmalıdır.

Üçüncüsü, sendika bürokrasisiyle beraber burjuva sendikal anlayışlara karşı yürütülecek ideolojik mücadeledir. Sendikaların içini boşaltan onları birer uzlaşma aracı olarak sunan anlayışların karşısına, “sınıfın sınıfa karşı politik mücadelesinin en önemli silah”ları olan, “işçilerin bir sınıf olarak örgütlenmesini sağlayan” sendika propagandasıyla çıkmak demektir bu.

Mevcut sendikal kriz, esasında ücret sendikacılığı anlayışının krizidir ve gelinen yerde sendikalar, bu dar hedefi bile yerine getiremeyecek ölçüde kötürümleştirilmişlerdir. Bu, düzen içi sendikal anlayışın her biçimiyle bu düzeyde de hesaplaşmak bir görevdir. Özellikle, yeni liberal takımın yarattığı tahribatlar hayli ciddi bir kafa karışıklığına ve fiili durumda tahribatlara yol açmaktadır. Sendikalara siyaset yasağı getirmede bu liberal takım düzen sendikacılarını kesinlikle aratmamakta, yer yer onları bile sollayan tutumlar alabilmektedirler.

Şimdilerde, sendikal demokratik hakların kazanılması için AB üyeliği sözcülüğüne ve savunuculuğuna soyunan bu liberal düşkünler takımı, oluşan politik atmosferi bu şekilde değerlendirerek bir kez daha sermayenin çarklarına su taşımaya çalışıyor. Kuşkusuz bu ideolojik mücadele ancak fiili bir çalışmayla bütünleştirilebilirse sınıf nezdinde daha etkin bir karşılık üretir.

***

Sendikaların sınıf mücadelesinin etkili silahları olarak kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılması, devrimci sınıf mücadelesinde can alıcı bir önem taşıyor. Sorun yalnızca sendika bürokratlarının yarattığı tahribatlarla sınırlı olmadığı gibi, sorunun çözümü de sendikal sınırlar içindeki görev ve sorumluluklarla sınırlanamayacak bir kapsama sahiptir. Devrimci sınıf mücadelesinin toplam görevlerinden bağımsız olarak sendikalara yöneltilmiş bir müdahale, bugünkü sınıf hareketini yeni bir düzeye çıkaramaz. Ama, sendikal mevzileri gerçek bir mücadele aracı olarak kullanmayı başaramayan bir sınıf ve bir sınıf hareketi de aynı biçimde bir çıkış da bulamaz.

Sınıf çalışmasının çok yönlü ve kapsamlı görevlerini bu çerçevede anlamak gerekir. Mevcut boğucu atmosferin yarattığı tahribatların farkında olmak, fakat abartmamak çok önemli.

Sınıf hareketi yılların pasını, kirini ve umutsuzluklarını bir anda silip süpürecek bir güç ve dinamizmi her zamankinden daha fazla taşıyor. 15-16 Haziranları yaratan bir sınıf, daha büyük direnişleri yaratacaktır.

Yeter ki bunun ön koşulları sağlanmış/öznel plandaki gerekleri yerine getirilmiş olsun...