30 Mart '02
Sayı: 12 (52)


  Kızıl Bayrak'tan
  Yaklaşan 1 Mayıs ve görevlerimiz
  Tüm çalışanlara grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı!
  İMF istedi diye onbinlerce işçiyi sokağa atacaklar!
  Hain sendika bürokratlarını sırtımızdan atalım!
  Düzen cephesinden "kriz bitti" tartışmaları
  Gençlikten...
  "Sendikalar ne zaman işçinin tam örgütü olacak?"
  Sermayenin saldırılarına karşı durmak...
  Burjuva toplumu ve burjuva kadın hareketi
  Gülsuyu'nde militan Newroz kutlaması
  Newroz kutlamalarını doğru okumak!
  Roma'dan işçiler geçti!..
  Emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı...
  1 Mayıs'a hazırlanalım!
  "Teslimiyet asla!.."
  Nazım Hikmet ve emekçi kadınlar
  Bir öykü...
  Baskılar bizi yıldıramaz!..
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Bir öykü...

Biz kazandık!

İşbaşı zilinin çalmasıyla birlikte kurulmuş bir makina gibi başlamıştı işine, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi. Ancak bugün bambaşka bir gündü. Bütün gece hiç uyumamıştı. Yine de kendini daha dinç, daha yaşam dolu hissediyordu. Eski günlerini, yaşadıklarını düşünüyordu.

Liseyi bitirdikten sonra sekreterlik yapmış, ancak fazla dayanamamış ve bir tekstil fabrikasında işe başlamıştı. Önceleri farklı bir dünyada gibi hissetmişti kendini. İlk kez yüz işçiyle birlikte yemek yiyordu. Bütün yüzler yorgun, bütün eller şekilsiz, ama bütün gözler sımsıcaktı.

Dostça bir el omuzuna dokunmuştu: “İlk günler biraz zor geçer, alışırsın.”

Daha gireli bir ay olmamışken, fabrikanın her bir yanında bir hareketlilik gözüne çarpmıştı. Fakat ona hiç kimse bir şey söylemiyordu. Yemek zili çaldığında yemekhaneye gitti. Bomboştu. 5- 10 kişi yemek yiyordu. Oysa oturacak yer bulamazdı çoğu zaman. Yemeğini aldı ve masaya oturdu. Bir türlü yiyemiyordu. Hala gelmemişlerdi. Hızla kalktı ve bölümüne koştu. Orada da şefin ve birkaç kişinin dışında kimse yoktu.

- Neredeler? diye sordu.

- Canları cehenneme! İş bıraktılar, dedi şef.

Çıkış kapısına yöneldi. Kalbi hızla çarpıyordu. İşçiler kapının önünde toplanmış konuşuyorlardı. Onu görünce şaşırdılar.

- Burada ne yapıyorsunuz?

- Biz çalışmayacağız artık! dedi yaşlıca biri.

- Sen yenisin, bizimle birlikte hareket edeceğini sanmıyorduk, dedi bir başka işçi.

- Ben arkadaşlarımı satmam, çalışmayacağım! dedi. İlk direnişiydi onun. Doğrusu biraz da korkuyordu. Direnişleri bir gün sürmüş ve polis zoruyla çıkarılmışlardı fabrikanın bahçesinden. İlk kez slogan atmıştı “İşçiyiz haklıyız!” 24 saat boyunca aynı havayı solumuşlar, halay çekmişler, sohbet etmişlerdi. Sömürüyü nasıl yaşadıklarını anlatıyorlar, işçilerin örgütlenmesinden bahsediyorlardı. Aslında yabancı değildi bu konulara. Bir yerlerden okumuştu, ancak şimdi bunu ete-kemiğe büründürüyordu.

Kendisi gibi çalışan, üreten milyonlarca insan ve onların sırtından geçinen bir avuç asalak. Bir yandan üretenler ve karşılarında onları yönetenler. Günlerce onu rahatsız etmişti bu çelişki. Neden üreten biz olduğumuz halde açlığı biz çekiyoruz? Neden bizim çocuklarımız hastalıktan ölürken, zenginler köpeklerini bile özel hastanelere götürüyorlar? Dahası neden biz sayıca onlardan kat be kat fazlayken, onlar bizi ezebiliyorlar?

Tüm bu sorular onu bir tek cevaba götürüyordu. Örgütsüzlük!

Sonrasında pek çok iş değiştirmişti. Ancak girdiği her fabrikada diğer işçilere ulaşmayı, işçi sınıfının gücünü, bilincini taşımayı hedeflemişti. Bu yüzden işten atılmıştı her seferinde. İşten atılmak bir bedeldi onun için. Ama hiçbir savaş bedelsiz kazanılmazdı.

Bir yıldır aynı fabrikada çalışıyordu. Önceleri, sömürüye yeter demenin bilincinde olan bir-iki kişiydiler. Diğer işçilerle sıkı bir dostuk kurmuşlardı. Sayıları artmaya başlamıştı. Toplantılar yapıyorlardı ve artık 10 kişiden oluşan bir işyeri komiteleri vardı. Planlar yapıyorlardı. İşyerlerine sendika getireceklerdi.

Bütün gece uyumamıştı. Sabah daha çabuk giyindi, daha çabuk yürüdü ve daha coşkulu çalışmaya başladı. Bugün onlar için çok farklıydı. İlk büyük toplantıyı yapacaklardı. Doğrusu akşamı etmek hiç de kolay olmadı. Paydos zili çaldığında kararlaştırdıkları gibi, komitedeki işçiler diğer işçileri toplantının yapılacağı sendikaya getirdiler. Getirdikleri fabrikadaki 30 kişinin dışında 60 kişiyi çağırmışlardı. İlk konuşmayı o yapacaktı. Kalbi çok hızlı çarpıyordu, coşkusu artık doruktaydı.

- Arkadaşlar hoşgeldiniz, diyerek söze başladı.

Fabrikalarındaki yoğun sömürüyü, örgütlülüğün önemini, işçi sınıfının gücünü anlattı ve,

- Artık yeter! Harekete geçmemizin zamanı geldi, dedi.

- Ya işten atılırsak, ne yaparız? dedi genç bir işçi.

- Kaybedeceğimiz ne kaldı? Bizler üretenleriz, biz olmazsak dünya durur. Bir düşün! dedi biraz kızararak.

- Hergün mesailere bırakılıyoruz, bize soruyorlar mı?

-Hayır! diyerek destekledi bir genç kız.

- Benim emekliliğime 6 ay kaldı, neden işten atılayım ki? dedi bir kadın.

- Peki ya çocukların! Onlar mezarda bile emekli olamayacaklar. Arkadaşlar neden bu kadar korkuyoruz? Yeter artık, atın korkuyu üzerinizden! diyen yaşlıca bir ses geldi arka sıralardan.

Sesler gittikçe artmaya başladı. Bütün işçilerde artık coşku vardı. “Bir an önce ne yapmamız gerekiyorsa yapalım” diyorlardı.

Ertesi gün bir grup işçi sendikaya üye oldu. Sonraki gün bir grup daha ve bir haftanın sonunda 60 işçi üye oldu. Sendikanın yetkisinin işyerine duyurulmasını bekliyorlardı artık ve beklenen oldu. Ancak patronları sendikayı kabul etmemiş, işçileri işten attığını ilan etmişti. Üye olan bütün işçiler kararlıydılar. Tek bir ağızdan “Greve çıkıyoruz, arkadaşlar!” diye haykırıyor, halay çekiyorlardı.

Grev çadırlarını fabrikanın önüne kurdular. Daha birkaç saat geçmeden polisler doluştu etraflarına.

- Çadır kurmak YASAK! diyorlardı.

- Biz çadırımızı söktürmeyiz! diye bağırdı genç bir işçi.

- Bizler huzuru sağlamakla görevliyiz, bu yaptığınız suçtur! dedi ağzından salyalar akan bir polis.

- Peki sendikalı olmak suç mudur? Yıktırmayacağız! diyerek öfkeyle bağırdı.

Daha önce de direnişte polislerle tanışmıştı. Onların kime hizmet ettiğini çok iyi biliyor ve diğer işçilere sürekli anlatıyordu.

Bir polis ona doğru yöneldi ve

- Bizimle karakola geleceksin. Senin elebaşı olduğunu biliyoruz. Bu işçileri sen kışkırtıyorsun, dedi.

İşçiler hep birlikte sloganlar atmaya başladılar.

“Yaşasın işçilerin birliği!”

Birbirlerine sımsıkı kenetlenmişlerdi. Kolay mıydı arkadaşlarını gözaltına almak! Kolay mıydı grev çadırlarını yıkmak!

Polisler biraz şaşırarak, biraz da tedirgin olarak gittiler. Ve iki ay boyunca uzaktan izlediler grevcileri.

2 ay! Uzun bir ömürdü tüm işçiler için. Yaşam okuluydu, mücadele okuluydu. Fabrikalarının önünde destek için gelen işçileri selamlıyorlar, eğitim çalışmaları yapıyorlar, halay çekiyorlardı. Onunla birlikte 3 kişi temsilci olmuşlardı. Artık daha az uyuyordu. Sanki geçmiş yılların acısını çıkarıyordu. Bilmediği çok şey vardı. Biran önce herşeyi okumalı, öğrenmeliydi. Yaşadığı deneyimler vardı. Bunları mümkün olduğunca çok işçiye anlatmalı, öğretmeliydi. Omuzlarında ağır bir yük hissediyordu, ancak bu yük ona büyük bir zevk veriyordu.

İki ay olmuştu greve çıkalı. Bir sabah patron görüşmek istediğini bildirdi. Sendikadan bir kişi, avukat ve 3 işçi temsilcisi gittiler görüşmeye. 3 saat sürmüştü görüşme. Dışarda tüm grevci işçiler sonucu sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Fabrikadan ilk o çıktı. Hızla, coşkuyla arkadaşlarına yöneldi ve

“Arkadaşlar biz kazandık!” dedi.

Esenyurt’tan bir işçi