16 Mart '02
Sayı: 10 (50)


  Kızıl Bayrak'tan
  İşgal, katliam ve terör politikasına karşı ölümüne direniş sürüyor!
  Halkların katili Cheney Türkiye'den defol!
  Sahte tartışmalar değil birleşik-militan mücadele!
  Büyüyen öfke ve çözüm arayışı
  Sendikal ihanete karşı tabanın örgütlü sesini yükseltelim!
  "Salonlarda değil, alanlarda mücadele etmek istiyoruz!"
  Türkiye'de 8 Mart eylemleri...
  "Anadilde eğitim hakkı"na tutuklama!..
  8 Mart ve burjuva toplumunda kadın hakları
  Hücresinden sıyrılan kadın...
  Emekçi kadını sınıf mücadelesi saflarına kazanacağız!...
  Yurtdışında 8 Mart etkinlikleri...
  Susurluk ordu ve devlettir!
  Direniş tüm saldırılara rağmen kararlılıkla devam ediyor
  Bültenlerimizden...
  Filistin direnişinin öğrettikleri...
  Kürt halkının dostlarına!..
  Fırtınayla gelenler
  Sınıfı örgütlemede her türlü araç ve yöntemi kullanmalıyız!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
“Direniş zafere, teslimiyet ihanete götürür!”

Filistin direnişinin öğrettikleri...

Serhat Ararat

2000 yılının sonbaharından bu yana süren Filistin direnişi, ikinci intifada, teslimiyet ve tasfiyeciliğin egemen bir süreç olarak kendisini Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne dayattığı günümüzde, alınması gereken sayısız dersi içeriyor. Bu derslerin bazılarının altını çizmekte yarar var...

Körfez Savaşı’ndan sonra Oslo’da imzalanan anlaşmayla "Ortadoğu Barış Süreci" başlatıldığında, Filistin direnişinin bastırılacağı, İsrail-Filistin çatışmasının çözüm sürecine gireceği ve Ortadoğu’da Amerikan Barışı’nın, Yeni Dünya Düzeni’nin büyük ölçüde istikrar kazanacağı varsayılıyordu. "Ortadoğu Barış Süreci", ABD’nin Körfez Savaşı’nda yakaladığı üstünlüğü ve rakipsiz egemenliğini oturtma, bu bağlamda en zayıf dönemini yaşayan Arafat çizgisini bu egemenliğin yerel ayağı haline getirme, İsrail’in varlığını meşrulaştırma ve güvence altına alma, işbirlikçi Arap rejimlerini daha da kendine bağlama stratejik hedeflerini içeriyordu...

İsrail ile Arafat arasında imzalanan Oslo Anlaşması ve bunu tamamlayan görüşmeler, iki tarafın eşitliğine ve var olan sorunların adil bir biçimde çözümüne dayanmıyordu. Tersine var olan çelişkileri ve haksızlıkları olduğu gibi korumaya dayanıyordu. Bu içeriğiyle tamamen Filistin halkının aleyhine bir anlaşmaydı. Bu "Barış süreciyle" Arafat’a Eriha’da bir Belediye Başkanlığı karşılığında İsrail’in varlığı, geleceği ve egemenliği meşrulaştırılıyor ve güvence altına alınıyordu. Arafat için öngörülen rol ise, İsrail adına elindeki bürokratik aygıtla Filistin direnişini bastırmak ve denetim altında tutmaktı.

Bu yapısıyla "Ortadoğu Barış Süreci’nin" kısa sürede çökmeye mahkum olduğu açıktı ve bu, devrimci, yurtsever çevreler tarafından sürekli dile getirilip tekrarlanıyordu. Yüzyılı aşan ve bir tarafın bütün haklarının gaspını meşrulaştıran bir "barış süreci" çökmeye mahkumdu, ama bu, kendiliğinden olmayacaktı.

"Ortadoğu Barış Süreci’ni" teslimiyet ve ihanet olarak değerlendiren Filistin direniş güçleri, mücadelelerini aralıksız sürdürdüler. 2000 yılının Ekim ayına gelindiğinde bugün Başbakan olan Sharon’un bir provokasyonu ile İkinci intifada süreci başladı ve o günden bu yana aralıksız süregeldi...

Sabra ve Şatilla katili Sharon’un yeniden başbakan olarak seçilmesi İsrail ve ardındaki ABD emperyalizminin yönelimini de anlatmaya yetiyordu: Arafat başkanlığındaki Filistin yönetimini İntifadayı daha etkin bir biçimde bastıracak bir kalıba sokmak ve tüm savaş makinesiyle direniş güçlerini bastırmak ve ezmek! Baskı, katliam ve topyekûn yıkımla Filistin direnişini ezmek ve bu temelde kurulan üstünlüğü her tarafa kabul ettirmek, Sharon stratejisinin özünü oluşturuyordu. Özellikle 11 Eylül’den sonra ABD yönetimi İsrail’i ve imha politikasını daha açık bir biçimde destekledi, öyle ki bir ara Arafat’ı devre dışı bırakıp Filistin direnişini gayrı meşru ilan ederek tecrit etme ve bastırma yönelimine girdi. Ancak direnişin bastırılamaması ve sürekli büyüyerek gelişmesi, tecrit ve ezme yönelimini boşa çıkardı.

Gelinen noktada ABD, yeniden Arafat’ı muhatap alma ve ateşkes sürecini başlatma tutumu içine girmek durumunda kaldı. Hatta genel Ortadoğu stratejisine otursa da Suudiler’in "Barış önerileri"ni desteklemeleri ile BM’de alınan bir kararda Filistin devletinden söz edilmesi, ABD ve İsrail açısından son dönemde yoğunlaştırılan tecrit ve ezme politikasının iflasını anlatmaktadır. (Hemen vurgulamalıyız ki, ABD’nin önerisiyle alınan BM Güvenlik Konseyi kararı açıkça Filistin ve İsrail devletlerinden söz etmekle birlikte bu, ABD’nin genel Ortadoğu, özel olarak da Irak politikasına oturan bir yaklaşımdır. Bu noktadaki hesapları çok açık olmakla birlikte, bundan çok kısa bir süre önce Arafat’ı tecrit ve Filistin direnişini kanla bastırma uygulamaları göz önüne alındığında bu karar, bir yönüyle direniş karşısındaki yenilgilerini anltmaktadır.)

Görüldü ki, en yoğun ve acımasız baskı, katliam ve topyekün yıkım hareketlerine, tüm tecrit ve gündemden düşürme çabalarına rağmen, bir halk kendi kimliği, onuru ve devredilmez hakları için ayağa kalkmış ve ne pahasına olursa olsun bu kararında ısrar ediyorsa, o halkın bastırılması, susturulması ve kölelik zincirine vurulması mümkün değildir. Güç dengelerinin bir sonucu olarak yenilgi mümkündür; ama ulusal onur ve istemlerinde ısrar, bir halk için kişilikli olmanın ve yeniden ayağa kalkışın temel güvencesidir. (Bugün Öcalan eliyle Kürtler’de yok edilmek istenen budur!) Filistin direniş tarihi ve son intifada bu gerçekliği fazlasıyla kanıtlamıştır. Dünyanın dört bir yanında teslimiyet, reformizm ve post-modern yaklaşımların revaçta olduğu bir dönemde, Filistin halkının yenilmeyen, İsrail ve ABD’y kök söktüren direnişi, direniş ve mücadele dışında ezilen halklar için onurlu ve kazandıran başka bir yolun olmadığını çok net bir biçimde gösteriyor...

Direniş ve özgürlüğü için mücadele, halkların onurlu ve kişilikli kalabilmelerinin en temel yoludur. Diğer yollar teslimiyet ve onursuzluktan başka bir sonuca götürmez!

Bir halk onurunda ve ulusal istemlerinde ısrar ediyorsa, bunu bir yaşam biçimine dönüştürebiliyorsa, bu direnişiyle en geri, uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgileri de aşmayı başarabiliyor. Direniş süresince Arafat, direnişi en geri noktalara çekmeye, İsrail ve ABD’nin dayatmalarına boyun eğmeye ve bu bağlamda direnişçiler üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Ama bunların hiçbiri sonuç vermedi. Dahası Arafat’ın kendisini bile kurtarmaya yetmedi. İntifada Arafat politikalarını aşmakla kalmadı, aynı zamanda Arafat’a belli ölçülerde hareket inisiyatifini de kazandırdı...

Öte yanda son on yılda gündemde en çok tutulan kavramlarından biri de "barış" ve "barış politikaları"dır. Filistin örneğinde açıkça görüldü ki, dayatılan "barış süreçleri" halkların aleyhine, emperyalist ve sömürgeci egemenliklerin lehine işleyen, mevcut düzeni istikrara kavuşturmayı hedefleyen emperyalizm patentli politikalardan başka bir şey değildir.

Filistin direnişi bir kez daha kanıtladı ki, halkların eşitlik, özgürlük ve adalet istemlerine yanıt vermeyen ve bu ilkeler üzerinde kurulmayan "barış" politikaları, geride yeni sorunlar bırakarak çökmeye mahkumdur.

Kısacası, uzlaşmacı, teslimiyet ve ihanet çizgileri Filistin’de bir kez daha iflas etmiştir. Kazanan ve kazandıran direniş yolu ve silahından başka bir şey değildir. Dünyanın en güçlü ve acımasız düşmanlarına geri adım attıran ve diz çöktüren de devrimci direniş silahından başka bir şey değildir.

Bu dersler Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi tarafından da sayısız kez doğrulanmış ve kanıtlanmıştır. "Direniş zafere, teslimiyet ihanete götürür" şiarı, 1970’li yılların sonlarında atılmış ve bu, zindan, gerilla ve serhildan direnişlerinde sayısız kez doğrulanmıştır.

Filistin halkı, iki yıla yaklaşan direnişiyle vurguladığımız bu tarihsel dersleri anlatırken, "Barış" kod adlı İmralı teslimiyet, ihanet ve tasfiyeci çizgisiyle halkımızın direniş bilinci, belleği, ruhu katlediliyor, onuru ayaklar altına alınıyor... Ortada "Ortadoğu Barış Süreci" türü bir süreç de yok, tersine tam anlamıyla teslimiyet ve iradesizleşme, düşman iradesinin bayağı bir figüranlığı söz konusudur.

Öcalan’ın Türk devletine teslimi ile birlikte, Partimiz üzerindeki fiili egemenliğinin ortadan kalkması, aslında Ulusal Kurtuluş Hareketimiz’in kendi devrimci özü ve direniş geleneği ile buluşturulması için tarihi bir fırsat anlamına da geliyordu. Ancak gerek Öcalan’ı teslim edenler, gerekse Öcalan’ı teslim alanlar, Partimizin otuz yıllık kazanım ve birikimlerini tasfiye etmeyi temel hedef olarak önlerine koymuşlardı. Bunun için Öcalan’ın Partiyi yönetmeye devam etmesi gerekiyordu ve öyle de oldu, Öcalan’a rolünü kusursuz oynaması için bütün imkanlar sonuna kadar açıldı. Partinin yönetimi, halkımızın kaderi cellatlarının insafına terk edildi. Öcalan eliyle kişilikleri iğdiş edilmiş bir düzine figürana BK (Başkanlık Konseyi) adı altında Genelkurmay-İmralı konseptini icra görevi verildi.

Öncelikle böylesi bir gelişme karşısında başta Partimiz’in devrimci direniş potansiyeli olmak üzere, yurtsever halkımız ve devrimci demokrat çevrelerin tümü hazırlıksız yakalandılar. Bu noktada ya Öcalan’ın arkasında topyekün tasfiye ve ihanet planları kabul edilecekti, ya da devrimci direniş çizgisinde ilk adım atılacaktı. İkisinin ortası yoktu...

Aslında İmralı tasfiyeciliğine ve onursuz diz çöküşlerine rağmen halkımızın direnişçi istem ve eğilimleri, dinamizmi güçlüdür. Tüm saptırma ve boşa çıkarma çabalarına rağmen bu direniş dinamizmi kendisini her fırsatta dışa vuruyor. İçine girmekte olduğumuz Newroz sürecinde de bu gerçekliği bir kez daha yaşama olanağı bulacağımız kesindir.

Halkımız, devrimci yurtsever çevre ve kişiler, Filistin direnişinin öğrettiklerini özümsemek; İmralı çizgisi ve İmralı Partisi’nin devrimimizin, halkımızın devrimci değerleri ve onurunun başına getirdikleri tarihsel felaketi karşılaştırarak gerekli politik sonuçlara ulaşmak ve direnerek kazanmanın ve teslimiyet platformunu aşmanın mümkün olduğu bilinciyle harekete geçmek durumundadırlar!

Halkımızın sahip olduğu dinamizm, teslimiyet ve ihanet çizgisini aşmada dayanmamız gereken temel güç ve dayanaktır. Ama şimdi İmralı Partisi tarafından boşa tüketilen ve çürütülmeye çalışılan bu dinamizmin devrimci bir seçeneğe akıtılabilmesi için, devrimci bir seçeneğin zaman yitirilmeden hazırlanması kaçınılmaz olmaktadır. Bütün sorun da bu son noktada düğümlenmektedir.

Unutulmasın ki, Filistin’de "Barış sürecini" çökerten, bir direniş platformunun varlığıydı. Bizde de acil görev devrimci direniş seçeneğini ve platformunu yeniden inşa etmektir! Acil ve ertelenmez görev budur!