12 Ocak '02
Sayı: 02 (42)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD gezisi ve "Irak sorunu"
  Sermaye iktidarını sınıfın örgütlü gücü yıkacak!
  Ziyaretin ana ekseni, Irak'a karşı emperyalist savaş
  Yıkıma karşı birleşik mücadele!
  Banka kurtarma operasyonu
  2002 yılı saldırı programı ve bütçe
  Sınıfa saldırıların Adana'daki sonuçları
  Gerçek kazanım sendika bürokratlarını defetmekle mümkün
  Kriz, siyasal gericilik ve savaş...
  Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
  Devrimci irade teslim alınamaz!
  Direniş tüm kararlılığıyla sürdü... Direnişte şehit düşen devrimcilerin sayısı 85'e ulaştı...
  Esenyurt İşçi Bülteni'nden...
  Filistin'in kırılamayan direniş geleneği
  Ortadoğu'ya yönelik çirkin hesaplar
  Ortadoğu, Kürdistan ve Türkiye...
  Anıları kapitalist barbarlığa karşı mücadele çağrımızdır!
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
2002’ye girerken/2

Ortadoğu, Kürdistan ve Türkiye...

Dünyada meydana gelen gelişmeler Ortadoğu’yu, Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler dünyayı doğrudan etkilemektedir. Ortadoğu dünya politikasında çok kritik bir yer tutmaya devam ediyor; belli ki içinde geçmekte olduğumuz yüzyılda bu önemli konumu devam edecektir.

2001 yılında Ortadoğu’ya genel olarak İsrail-Filistin çatışması damgasını vurdu. Sürekli büyüyerek ve daha da derinleşerek yaşanan bu çatışma, aynı zamanda 1990’ların başlarında yürürlüğe giren, aslında Pax-Amerikana’dan, Amerikan Barışı’ndan başka bir şey olmayan “Ortadoğu Barış Süreci”nin kesin ve nihai çöküşünü de anlatıyordu.

Körfez Savaşı’ndan sonra geliştirilen “Ortadoğu Barış Süreci”, genelde ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya tek başına hakim olma stratejisinin, başka bir deyişle Yeni Dünya Düzeni politikasının önemli bir parçası konumundaydı. Irak’ın dize getirilişi ve İsrail için güncel bir tehdit olmaktan çıkarılışı, işbirlikçi Arap yönetimlerinin bu konumlarının daha da pekiştirilmesi, savaşta Irak’ı destekleyen Arafat’ın gücünün en alt sınırına indirilmesi koşullarında ABD, İsrail-Filistin Barış sürecini geliştirdi ve bununla YDD’ni bölgeye egemen kılmak istedi. Bu “barış” sürecinin mantığı çok basitti, ancak bölgenin tarihsel, ulusal, toplumsal, dinsel-kültürel gerçeklikleriyle tam bir karşıtlık içindeydi. Anılan sürecin esasları, İsrail’in devlet ve ulus varlığını başta Filistinliler olmak üzere büt¨n Araplara kabul ettirmek, meşrulaştırmak ve böylece güvenliğini meşru temellere oturtmak; buna karşılık işgal altındaki toprakların bir bölümünde özünde yetkileri bir belediye yönetiminin yetkilerinden daha fazla olmayan Özerk Filistin’in kurulmasına olanak tanımak biçiminde özetlenebilir. Bunun daha açık ve somut anlamı şu: İsrail’in tanınması ve meşru görülmesinin yanında, kurulması düşünülen &Oul;zerk Filistin Yönetimi’ne verilen rol, İsrail adına Filistin ulusal ve toplumsal dinamiklerini kontrol altında tutmak ve gerektiğinde şiddetle bastırmak, başka bir ifadeyle İsrail’in polisliğini yapmaktır!

Kuşkusuz, “Ortadoğu Barış Süreci”, özünde ölü doğan bir projeydi. Çünkü yüzyılı aşkın bir süreyi kapsayan İsrail ve Filistin çelişkisi çok kapsamlı ve derin boyutlara sahip bir sorundu. Bir tarafın en temel haklarının gaspı ve diğerinin zorbalığının onaylanmasını içeren bir süreç, var olan sorunları çözmek bir yana, bu soruna yeni boyutlar eklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktı. Nitekim ortaya çıkan sonuç da öyle oldu. ABD’nin süreci kurtarmak için yaptığı tüm müdahalelere rağmen “Ortadoğu Barış Süreci” çöktü, çatışmalar yeniden başladı, intifadaya İsrail tüm savaş makinesini devreye sokarak yanıt verdi. Sabra ve Şatilla katliamının baş sorumlusu Ariel Şaron’un başbakan seçilmesinden sonra intifada ve bastırma hareketleri tırmanarak devam tti. 2001 yılının sonlarında İsrail hükümeti, artık Arafat yönetimini muhatap kabul etmeyeceğini belirterek savaşı yeni bir aşamaya getirdi... Bu yılın başlarında taraflar arasında alt düzeyde yeniden başlayan görüşmeler, bu genel değerlendirmeyi değiştirecek nitelikte değildir...

Aslında bu tutumlarının altında çok önemli bir dayatma vardı ve 11 Eylül sonrası ABD’nin genel stratejisiyle bir paralellik sunuyordu. Arafat’a dayatılan şuydu: Ya Hamas ve İslami Cihat ile diğer radikal grupları bastırır, eylemlerini önler ve düzene tam hakim olursun; ya da kendini siyasal olarak bitmiş olarak bil! Tercih senin!

İsrail bu dayatmasını sözde bırakmadı, Arafat’ın yönetim binalarını ve kaldığı evi bombalayarak yaptı. Bu noktada İsrail, dünya çapında estirilen “anti-terörizm” rüzgarından azami düzeyde yararlanarak Filistin sorununu tümden bastırmak istiyordu.

Arafat zor durumdaydı, siyasal yaşamının belki de en zor ve sıkışık günlerini yaşıyordu. ABD İsrail’e tam destek sunuyordu. Diğer devletlerin fazla bir etkisi yoktu, onlar da Arafat’tan daha fazla “terörizmin” üstüne gitmesini istiyorlardı. İşbirlikçi Arap yönetimleri ise sessizliğe bürünmüş, ABD’nin hışmını üzerlerine çekmek istemiyorlardı. Bu güç koşullarda Arafat, İsrail ve ABD dayatmasını kabul etti. Bütün Filistinlilerden her türlü eylemi durdurmalarını istedi. Bununla yetinmeyerek Hamas ve İslami Cihat gruplarının üzerine gitmeye, kimi elemanlarını tutuklamaya başladı.

Arafat’ın bu son boyun eğişçi tutumu da çözüm getirmekten yoksundur. Zaten teslimiyetçi tutum ve davranışların tarihte kazandığı, kazandırdığı görülmemiştir. Gelinen noktada İsrail, Özerk Filistin yönetimini bile ortadan kaldırma kararında olduğunu göstermekten çekinmiyor. Ancak kendisine polis rolü oynayabilecek bir özerk yönetime, hatta “bağımsız devlete” onay verebileceği de çok açıktır; bu ikisi aslında birbiriyle çelişmez, tersine bir bütünlük oluşturmaktadır. ABD’nin olası bir Irak saldırısında İsrail’e polislik yapabilecek bir “Bağımsız Filistin” kurulmasına onay vereceği büyük bir olasılıktır. Ama burada belirleyici koşulları İsrail’e polislik yapmaktır! Arafat’ın buna gücü yeter mi, yetmez mi; böyle bir durumun Filistin iç dengelerinde yapacağı tahribtlar vb. sorular başka bir tartışma konusudur. 11 Eylül’den kısa bir süre sonra ABD’nin “Bağımsız bir Filistin”den söz etmesi ve bunun artık gerekli olduğunu belirtmesi, Irak’a savaş karşılığında düşünülen bir “rüşvet” olarak değerlendirilmişti. Olası bir Irak savaşında bölgeye yeni bir biçim verilmeye çalışılacağı, Filistin sorununun da bu bağlama oturtulacağı bilinmelidr. Aynı şekilde Güney Kürdistan’ın da yeniden ele alınacağı açıktır.

Irak’a ve dolayısıyla en önemli petrol kaynaklarından birine sahip bu alana tam hakim olma ve bu egemenliği istikrara kavuşturma konusunda ABD’nin Körfez Savaşı’ndan bu yana izlediği politika istenilen sonucu vermekten uzaktır. Irak’ı sürekli sınırlandırma, tecrit ve denetim politikası Saddam rejimini çökertmeye yetmedi. 11 Eylül olayından sonra dünyaya savaş açan ABD, Irak’ı da savaş hedefleri içine aldı. Afganistan’da savaşı belli bir noktaya getirdikten sonra sıranın Irak’a geleceği, “yarım kalan” bu defterin de tamamlanacağı aylardır medyada işleniyor, Irak’a yönelik bir saldırının siyasal ve psikolojik temelleri oluşturulmaya çalışılıyor. ABD, bu konuda bir çok itirazla karşılaşacağını biliyor. Nitekim çok geçmeden ABD’nin bu yönlü eğilimi açığa çıktığında Rusya ve Avrupa bir Irak operasyounu doğru bulmadıklarını ve destek vermeyeceklerini açıklamış bulunuyorlar. Ama bir savaş durumunda ise buna cepheden tavır alacaklarını da belirtmemişlerdir. Böyle bir güçleri ve politikaları da zaten yok. ABD de bunu çok iyi biliyor ve Afganistan’la başlattığı dünyayı tek başına yönetme politikasını sonuna kadar götürmek ve olası rakiplerinin güncel güçsüzlüklerini bir fırsat olarak değerlendirmek kararnda görünüyor. Afganistan’da Taliban yönetiminin beklenenden daha kolay yenilgiye uğraması, Irak’a savaş olasılığını ve bu konudaki ısrarları daha da güçlendirmiştir. Gelinen noktada bu konu artık bir zamanlama sorunudur. ABD tek başına da kalsa Irak’a askeri müdahale etmeyi kesinleştirmiştir. Ama bunu nasıl ve ne zaman yapacağı soruları henüz net değildir, en azından bu konuda açığa çıkan ip uçlrı yoktur.

Kuşkusuz Irak’a yapılacak bir ABD saldırısının bölgeye, Kürdistan ve Türkiye’ye önemli etkileri olacaktır. Bu nedenle bu konu üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Türk devleti, resmi düzeyde bir Irak savaşını istemediğini, bunun kendisine getireceği siyasal ve ekonomik faturanın çok ağır olacağını, özellikle Güney’de kurulacak bir Kürt devletinin kendisinin en büyük korkusu, hatta kabusu olduğunu defalarca açıklamış bulunuyor. Ancak ABD’nin savaş kararını değiştiremeyeceğini, bunu sağlayacak bir gücünün olmadığını da biliyor. Irak’a saldırı kesin olduğuna göre nasıl davranmalı, bir Kürt devletinin ortaya çıkmasını önlemek için neler yapmalı, Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde daha etkin bir rol oynayabilmek için nasıl bir tutum izlenmeli? İşte, TC’nin üzerinde duduğu ve siyasal, diplomatik ve askeri çabalarını yoğunlaştırdığı temel noktalar bunlardır. Gelinen noktada TC’nin Irak politikasının ana unsurları şöyle özetlenebilir:

Irak’a müdahale kaçınılmazsa, o zaman Irak’ın yeniden yapılandırılması planlarını dikkatli yapmak, bölge dengelerini kökten sarsacak maceralardan kaçınmak gerekir. Bu bağlamda Irak’ın toprak bütünlüğü her koşulda gözetilmesi gereken temel ilke ve hedef olmalıdır. “Uygar dünyayla uyumlu, BM kararlarını uygulayan demokratik bir Irak” hedeflenirken, etnik sorunlara da Irak’ın toprak bütünlüğü bağlamında bir çözüm bulunmalıdır. Özerk bölgelerden oluşacak merkezi bir demokratik Irak birçok sorunun da çözümüdür. Bu hedefin gerçekleşmesi durumunda hem Saddam tehlikesi bertaraf edilmiş olur, hem de etnik sorunlar tehlikeli bir noktaya gelmeden çözüme kavuşturulmuş olur. Özerk bölgeler oluşturulurken Türkmenler de unutulmamalı, özellikle Kerkük’te belli bir nüfus yocurren;unluğunu oluşturan Türkmenlerin varlığı ve geleceği belli güvencelere bağlanmalıdır. Ayrıca bir savaş durumunda Türkiye’nin yaşayacağı ekonomik kayıplar da bir biçimiyle telafi edilmeli, ekonomik katkı sunulmalıdır...

TC’nin bir savaş durumunda ABD’den beklentilerinin özeti kısacası bunlar. Ancak böyle bir savaş durumunda kendisinin savaş içinde alacağı rol de çok önemli. Bu noktada ABD’nin askeri stratejisi, TC’nin savaş içindeki askeri konumunu da büyük ölçüde tayin edecektir. Ama her koşulda TC’nin Güney’i işgal edeceği, Güney’i askeri işgalle denetlemek istediği kesindir. Güney’in işgal altına alınması, TC’nin Güney ve Irak politikasında daha etkin bir konuma gelmesi demektir. Özerk bölgelerden oluşacak bir Irak istemine itiraz etmeyecek, ancak Güney’de yıllardır yaratılan kazanımları ortadan kaldırdıktan ve özerk yönetimin içini tümden boşalttıktan sonra artık özerkliğin pek bir anlamı kalmayacaktır. Irak savaşı sürecinde TC’nin ilk işi Güney’e girmek, on yıldır var olan fiili devletleşmeyi ve b&uum;tün kazanımlarını ortadan kaldırmak veya özünü boşaltmak, Türkmenleri güçlendirmek ve İmralı Partisi’nin dar bir alana mahkum ettiği eski gerilla güçlerini dağıtmak ve temizlemek olacaktır.

TC’nin Güney Kürdistan ve Irak politikasının ana çizgileri bunlar. ABD’nin, Türkiye’yi Irak’a karşı bir saldırı üssü olarak kullandırması, kendi askeri ve diplomatik güçleriyle destek sunması karşılığında ABD’nin özetini çizdiğimiz TC politikasına evet diyeceği kesin gibidir. ABD için önemli olan güçten düşmüş, her açıdan kendisine boyun eğen, İsrail için tehdit olmaktan çıkmış, petrol kaynakları ve su yolları kendisi tarafından denetlenen bir Irak’ın varlığıdır. Tabii Irak içinde geliştirilecek askeri üslerle denetlenen, “demokratik bir yönetim” tarafından yönetilen Irak, ABD’nin Irak stratejisinin özünü oluşturmaktadır. ABD için Kürtlerin ulusal hakları ve özgürlüğü hiçbir zaman önemli olmadı, olması eşyanın doğasına aykırıdır O nedenle kukla bir Irak dururken neden daha küçük ve kendisinin uzun vadeli bölge egemenliğini tehdit edebilecek “Kukla Kürdistan” ile uğraşsın ki?

Dolayısıyla Irak savaşında kendi stratejisine onay ve destek veren, ülke topraklarını bir saldırı üssü olarak kullandıracak bir Türkiye ile ABD arasında önemli bir çelişki de kalmamış olacaktır. Bu noktadaki “işbirliğinin” Ecevit’in ABD gezisinde son şeklini alacağı kesin gibidir, zaten genel beklentiler de bu noktadadır.

ABD’nin olası bir Irak saldırısında İmralı Partisi’nin bugünden açıkladığı tutumu ibret verici niteliktedir. İmralı Partisi yönetenleri, ABD’nin Irak’a saldırması durumunda Kürtlerin lehine bir durumun ve fırsatların ortaya çıkacağını, Kürtlerin bu süreci birleşerek karşılamaları gerektiğini belirtiyorlar. Emperyalist bir saldırıyı desteklemekle yetinmeyen İmralı Partisi, bu saldırı savaşında rol almak istemekte ve böylece kendilerine bir kırıntı düşebileceğinin hesabını yapmaktadır. İmralı’da partiyi yönetmeye devam eden Öcalan ise bu tutumlarını avukatlarına yaptırdığı yeni yıl mesajında daha açık ve net bir biçimde ifade etmektedir. Öcalan, resmi devlet tezleriyle konuya bakmakta ve TC’den rol istemektedir, Güney’de devletin çıkarlarının en iyi korucuları olacağını vaaz etmektedir. KDP ve YNK’yi kastederek “feodal güçlere işbirliği yapmak yerine bizimle işbirliği yapın” demektedir. Emperyalist saldırıyı onaylayan ve destekleyen, TC’nin Güney politikasının koruculuğuna soyunan Öcalan ve İmralı Partisi’ne ne emperyalizm tarafından, ne de TC tarafından işbirlikçi bir rol verilmeyecektir. Onları bekleyen topyekün tasfiye ve imhadan başka bir şey değildir. Emperyalist saldırganlığı ve sömürgeci resmi tezleri savunmak, onları itibarlı bir yere getimeyecek. Tersine daha da aşağılanmalarına vesile olacaktır, imhalarını da kolaylaştıracaktır. Bir Arafat’ın durumu bile ortadayken, her şeyini veren, ruhunu satan ve utanç verici bir diz çöküş içinde af dileyenlerin emperyalist ve sömürgeci sistem nezdinde bir itibarlarının olması mümkün mü?

Güneyde KDP ve YNK’nin Irak’a karşı bir saldırının gündeme gelmesi durumunda takınacakları tutum, bugüne kadar izledikleri tutumun bir devamı olacaktır.

Bizim tavrımız da, daha önce açıkladığımız gibi, üç noktada özetlenebilir:

”Bir: Güney Kürdistan’da Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını, bu bağlamda ortaya çıkan olanak, değer ve mevzileri geliştirmek, savunmak, korumak ve desteklemek en başta gelen devrimci yurtsever görevlerden biri olmaktadır. Bu görevi dışardan bir destek ve dayanışma olarak değil, somut olarak yerine getirilmesi gereken asgari bir yurtseverlik görevi olarak algılamak gerekir. Güney de ülkemizin bir parçasıdır ve oradaki gelişmelerin içinde ve doğrudan yer almak genel olarak Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine duyulan sorumluluk ve yapılması gereken yurtseverlik görevlerinin etkin bir parçasıdır. Elbette sorun salt Güney’i dış saldırılardan korumak değil, bir yandan bağımsız çizgi temelinde emekçi seçeneği geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Güney’in ekonomik inşası, toplumsal, eğitsel, kültürel kurumlaması açısından çaba göstermek, bu doğrultudaki çabaları güçlendirmek gerekir. Güney’in ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel gelişimi, aynı zamanda daha sağlıklı sınıf mücadelesinin koşullarını da oluşturacaktır. Bu, devrimci emekçi çizginin temellerinin güçlendirilmesi anlamına gelecektir. Elbette yenilgi, Kürtler için bir kader değildir. Artık yenilgi çizgilerini aşmamız ve zferi olanaklı kılan bir yaklaşım ve tutum içinde olmamız gerekir. Hemen eklemek gerekiyor ki, Güney’deki olumlu gelişmeler bütün Kürdistan parçalarını etkilediği gibi, olumsuz gelişmeler de bütün Kürdistan parçalarını ve ulusal kurtuluş mücadelesini etkiler. Bu nedenle her yurtsever parti ve çevrenin Güney’deki yurtseverlik görevlerine sahip çıkması ve gereklerini yerine getirmesi bir zorunluluk olmaktadır..

İki: Bunun için ulusal birlik ve bağımsız bir politika doğrultusunda çaba göstermek, bu çabaları diğer parçaların devrimci ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ve bölge halklarının devrimci mücadeleleriyle birleştirmek bir zorunluluk olmaktadır.

Üç: Emperyalist ve başta TC olmak üzere sömürgeci devletlerin politikalarına alet olmamak, yedeğine düşmemek, ama ortaya çıkan fırsatları ve olanakları da devrimci bir perspektifle değerlendirmek, diğer göz önünde tutulması gereken bir noktadır...” (Güney Kürdistan Olası Gelişmeler ve Devrimci Yurtsever Tutum... adlı değerlendirme yazısından...)

(Devam edecek...)

PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları