12 Ocak '02
Sayı: 02 (42)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD gezisi ve "Irak sorunu"
  Sermaye iktidarını sınıfın örgütlü gücü yıkacak!
  Ziyaretin ana ekseni, Irak'a karşı emperyalist savaş
  Yıkıma karşı birleşik mücadele!
  Banka kurtarma operasyonu
  2002 yılı saldırı programı ve bütçe
  Sınıfa saldırıların Adana'daki sonuçları
  Gerçek kazanım sendika bürokratlarını defetmekle mümkün
  Kriz, siyasal gericilik ve savaş...
  Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
  Devrimci irade teslim alınamaz!
  Direniş tüm kararlılığıyla sürdü... Direnişte şehit düşen devrimcilerin sayısı 85'e ulaştı...
  Esenyurt İşçi Bülteni'nden...
  Filistin'in kırılamayan direniş geleneği
  Ortadoğu'ya yönelik çirkin hesaplar
  Ortadoğu, Kürdistan ve Türkiye...
  Anıları kapitalist barbarlığa karşı mücadele çağrımızdır!
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Geride kalan yılın dünyası.../1

Kriz, siyasal gericilik ve savaş...

Emperyalist sistemin keskinleşen çelişmeleri

Dünya olayları açısından geride kalan yılın temel özelliği, emperyalist sistemin tüm çelişmelerinin keskinleşmekte olduğu gerçeğidir. Yılın daha başından itibaren bir dizi gelişme açıkça buna işaret etmekteydi. 11 Eylül sonrası yaşanan olaylar ise bu konuda herhangi bir kuşkuya yer bırakmadı. Dünya olayları artık kapitalist krizler ve sosyal yıkım saldırıları, burjuva gericiliği ve polis devleti uygulamaları, militarizm, saldırganlık ve savaş, işçi mücadeleleri, kitle hareketleri ve yer yer halk isyanları ile karakterize olmaktadır. Tüm bunlar birarada, sistemin çelişmelerinin tüm cephelerde keskinleşmekte olduğunun somut göstergeleri, bu gerçeğin çok yönlü sınıflar mücadelesi halinde açık bir dışa vurumudur.

Sistemin jandarması ABD emperyalizmi, yeni bir savaşlar dönemine girdiğimizi, bunun mekan olarak tüm dünyayı, zaman olarak ise uzun yılları, hatta onyılları kapsayacağını ilan etmiş bulunmaktadır. Afganistan’dan başlatılan ve şu sıralar nereden, hangi ülke üzerinden sürdürüleceği hararetli tartışmalara konu olan bu emperyalist savaşlar serisi ilanına tüm öteki emperyalistler de destek vermiş durumdalar. Her bir emperyalist devlet nüfuz mücadelesi ve yağmadan geri kalmamak kaygısı ile hareket etmekte, elbette kendine özgü çıkar ve hesaplarla, ABD’nin ardısıra bu sürecin içerisinde yer almaktadır. Bu davranış çizgisi Körfez savaşından beri emperyalistler arası nüfuz mücadelelerinin de kendine özgü bir biçimi halini almıştır. Özellikle halihazırda onun yörüngesinde hareket etmekten başka seçenekleri olmayan Avrupalı emperyalister için bu çok belirgin bir davranış çizgisidir. 11 Eylül’ü izleyen gelişmeler karşısında Rusya’nın da, hiç değilse şimdilik, konumu ve tutumu bu yönde olmuştur.

Militarizm ve savaş, emperyalizmin (özellikle de ABD emperyalizminin) krize uluslararası ilişkiler planındaki yanıtıdır. Bunu içte burjuva gericiliğinin sistematik tarzda ağırlaşması, polis devletine adım adım geçiş tamamlamaktadır. Emperyalist gericiliğin iç ve dış politikası bu çerçevede bir bütündür; sistemin krizi tarafından belirlenmekte ve temelde aynı ihtiyaca yanıt vermektedir. Militarizm, saldırganlık ve savaş, uluslararası ilişkilerde kendini dayatmanın, bölgesel engelleri aşmanın ve sorunları çözmenin, halklara ve ülkelere boyun eğdirmenin, rakipleri etkisizleştirmenin ya da hiç değilse zayıflatmanın, tüm bunların bir sonucu olarak emperyalist etki ve egemenlik sahasını genişletip pekiştirmenin bir aracı işlevi görüyor. Siyasal gericilik, bunun kurumlaşmış biçimi ve uygulama aracı olarak polis devleti, buna dayalı saldırı ve uygulamalar ise, benzer biçide, aynı sonucu iç siyasal yaşamda sağlamaya yöneliktir. Krizin yükünü işçi sınıfına ve emekçilere ödetme politikaları olarak uzun yıllardır uygulanmakta olan neo-liberal saldırılara, bundan böyle ve artık gitgide daha büyük ölçekte, saldırganlığın ve savaşların faturasını aynı kesimlere ödetmek de eklenecektir. Sürmekte olan saldırıların yanı sıra bu yeni yükleri de emekçilere dayatmak ve buna karşıgösterilecek direnci kırmak ihtiyacı, emperyalist burjuvaziyi içerde denetimi güçlendirmek zorunluluğu ile yüzyüze bırakıyor. “Teröre karşı mücadele” adına temel demokratik hak ve özgürlüklere yöneltilen sistematik saldırı bunun bir ifadesidir.

Tüm bu gelişmeler karşısında uluslararası işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar halihazırda güçsüz ve hazırlıksız, yeterli örgütlenmeden ve devrimci bir önderlikten yoksun durumdadırlar. Emperyalizmin ve burjuva gericiliğinin pervasızlığının gerisinde aynı zamanda bu rahatsız edici olgu vardır. Fakat öte yandan, emekçiler ve ezilenler tümden çaresiz olmak bir yana, yıldan yıla güç kazanan ve yaygınlaşan bir hareketliliğin de içindedirler. 2001 yılının kitle hareketleri ve halk direnişleri bilançosu bunu da açıkça göstermektedir. Dünyanın dört bir yanında işçiler, emekçiler, ezilen halklar, sonu gelmeyen saldırılara karşı gündelik mücadeleler halinde sürekli bir direniş içindedirler. Hemen her yerde grevler, gösteriler, Arjantin ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi zaman zaman genel grevler, çok decurren;işik biçimleriyle halk direnişleri, Filistin örneğinde olduğu gibi soluklu ve tüm vahşete rağmen kırılamayan bir İntifada, Arjantin ve Ekvator örneklerinde görüldüğü gibi zaman zaman halk isyanlarına varan geniş çaplı halk hareketleri yaşanmaktadır. Bunu, yıl içerisinde sırasıyla İsviçre/Davos’ta, Kanada’da, İsveç/Göteborg’da, İspanya/Barselona’da, İtalya/Cenova’da, Katardaki DTÖ zirvesine karşı dünyanın birçok ülkesinde ve son olarak da Belçika/Brüksel’de olmak üzere, zaman zaman yüzbinlerce kişinin katıldığı, geniş çaplı emperyalist küreselleşme karşıtı gösteriler tamamlamaktadır. Tüm bunlara, 11 Eylül sonrasında başta batılı emperyalist metropoller olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen savaş karşıtı kitlesel gösterileri de eklemeliyiz. Bu genş çaplı ve çok yönlü kitle mücadeleleri tablosu, azgınlaşan burjuva gericiliği karşısında meydanın hiç de boş olmadığını, dünya ölçüsünde sınıf mücadelelerinin gitgide güçlenmekte olduğunu göstermektedir.

11 Eylül: Milad değil bahane

Bir yıl değerlendirmesi çerçevesinde ve geride kalan yıl üzerinden vurgulama yoluna gitsek bile, değişik nitelikteki tüm bu gelişmelerin, gerçekte, önceki yıllarda kendini zaten belirgin bir biçimde göstermiş bulunan temel eğilimlerin devamından başka bir şey olmadığını da biliyoruz. Söz konusu olan, yıllardan beridir kendini gösteren eğilimlerin güç kazanmasından ve bazı çelişmelerin kendini artık daha şiddetli biçimler içinde göstermesinden başka bir şey değildir. Kapitalist ekonominin krizi, sosyal ve demokratik haklara sistematik saldırı, emperyalist rekabet ve nüfuz mücadeleleri, bölgesel emperyalist müdahaleler ve savaşlar, ve nihayet her biçimiyle kitle mücadeleleri ve halk hareketleri, tüm bunlar, ‘90’lı yılların başından, “tarihin sonu”nun iddia edildiği o önemli dönüm noktasından beri vrdır. Ve o günden bugüne, inişler ve çıkışlarla, ama zaman içerisinde hep güç kazanarak evrilegeldiler.

Dünyada olaylarının 11 Eylül sonrasında kazandığı yeni çerçeve, 2001 yılının bunu önceleyen gelişmelerini kendi içinde ele almayı ilk bakışta anlamlı ve açıklayıcı olmaktan çıkarmıştır. 11 Eylül’ü “tarihsel bir dönüm noktası” ilan eden emperyalist propaganda bunu özellikle ileri sürmektedir. Fakat bu yanıltıcıdır. 11 Eylül’ü izleyen tüm gelişmeler kendinden önceki süreçlerin birikimi üzerinde, kendinden önceki eğilimlerin yer yer yeni bir düzeyde devamı olarak ortaya çıkmışlardır. 11 Eylül yalnızca bunların kendini daha açık, daha çıplak biçimde ortaya koymalarını kolaylaştırmış ve hızlandırmış, bir bakıma yalnızca kaba bir bahane işlevi görmüştür. Sorunlara ve süreçlere daha yakından baktığımızda bunu tüm açıklığı ile görebilmekteyiz.

Ekonomik krize ABD çözümü: Militarizm ve savaş

Dünya 2001 yılına ABD ekonomisinde kendini gösteren belirgin durgunluk işaretleri ile girmişti ve bu krizin ağırlık merkezinin ABD’ye kaymakta olduğuna bir gösterge olarak algılanıyordu. Bu gelişmenin dünya ekonomisi üzerindeki kaçınılmaz etkileri kapitalist dünyada ciddi bir kaygı konusuydu. ABD ekonomisindeki kriz, ABD’nin kapitalist dünya ekonomisi içinde tuttuğu çok özel yer nedeniyle, sonuçlarını tüm dünya ölçüsünde duyuracak, önceki yıllarda bölgesel krizlerin yarattığından çok daha ağır tahribatlara neden olacaktı.

‘90’lı yılların ikinci yarısı boyunca, Avrupa ekonomileri durgunluk içindeyken, kriz bölgeler (Güneydoğu Asya) ya da ülkeler (Güney Kore, Japonya, Meksika, Rusya, Brezilya vb.) düzeyinde ağırlaşıyorken, yer yer ülkeleri iflasa sürüklüyorken, ABD ekonomisi nispi bir toparlanma yaşıyordu ve bu Clinton yönetiminin parlak bir başarısı olarak tüm dünyada reklam ediliyordu. Öteki ülkelerdeki kriz durumunun ABD’ye sağladığı bu geçici üstünlüğün 2000 yılında artık sınırlarına gelinmişti. Ekonomik durgunluk ve daralma tehlikesi bu kez artık ABD için kapıdaydı. Nitekim 2001 yılına bu doğrultudaki açık işaretler ve somut gelişmelerle girildi.

Durgunluk ve daralmanın gelmekte olduğunu önden gören Amerikan emperyalizminin buna karşı geliştirdiği politikaların başında, uluslararası gerginliği ve silahlanma yarışını tırmandırmak, bu sayede ekonomiyi de yeni bir düzeyde militarize etmek gelmekteydi. Şaibeli seçimlerle silah ve petrol tekelleri tarafından başa getirilen ve 2001 yılı başında resmen işe başlayan Bush yönetimi, 2001’in daha ilk aylarından itibaren buna yönelik adımlar atmaya başladı. 1972 tarihli Anti-Balistik Füze Anlaşması’nı geçersiz kılmaya yönelik çabalar bunların en önemlisiydi. Bu, yeni bir gerginlik, dolayısıyla kıyasıya bir silahlanma yarışına start vermek anlamına geliyordu.

11 Eylül’ü izleyen olaylar ise uluslararası gerginlikten öteye bir emperyalist savaş durumu yarattı. Uzun yılları kapsayacağı ve dünyanın çok değişik bölgelerine yayılacağı duyurulan bu savaş, emperyalist savaş makinasının harekete geçirilmesi, bu ise muazzam kârlara dayalı olarak savaş sanayisinin canlandırılması demekti. Savaş harcamaları için kongrenin yalnızca bir ilk parti olarak 40 milyar dolarlık bir savaş bütçesini başkanın emrine vermesi, bu doğrultuda bir ilk adımdı. Bu, belki de Afganistan’a karşı yürütülecek savaşın yalnızca ilk parti masraflarını karşılayabilirdi. Fakat savaş sanayisini canlandırmak ve ekonomiyi yeni bir düzeyde militarize etmek için ne denli büyük kaynakların ayrılabileceği konusunda da çarpıcı bir fikir vermekteydi.

Böylece ABD emperyalizmi, krizin yaratacağı sorunları yeni bir silahlanma programı ve savaşlar serisiyle karşılama yolunu tutmuş oluyordu. (Bu, halihazırda dünyanın tek süper gücü olarak onun, kendi hegemonyasını koruyup pekiştirmek için tuttuğu yoldur da. ABD için ekonomik krizi savuşturmaktan çok daha önemli olan bu asıl hedef üzerinde daha sonra genişçe duracağız). Henüz yeni bir gelişme olduğu için, tutulan bu yolun durgunluğa giren ABD ekonomisi üzerindeki etkilerini henüz bilmiyoruz. Fakat silah ve petrol tekellerinin daha şimdiden büyük vurgunlar vurduklarından da emin olabiliriz.

Silahlanma ve savaş harcamaları, “uluslararası teröre karşı mücadele” adına büyük bütçe kaynaklarının buna ayrılması, halihazırda ABD’nin izinden yürüyen Avrupalı emperyalistlerin de tuttuğu yol oldu. Bunun için gerekli kaynakların yeni vergilerle sağlandığını, bu devasa masrafların işçi sınıfına ve emekçilere fatura edildiğini hatırlatmak bile gereksizdir. İlk elden bir dizi dolaylı vergi açıkça bu amaç çerçevesinde gündeme getirildi. Aynı amaca yönelik yeni hazırlıklar da hemen tüm emperyalist ülkelerde halen sürmektedir. Silahlanmanın, saldırganlığın ve savaşın mali faturasını doğrudan ya da dolaylı yollarla işçi sınıfına ve emekçilere ödetmek, tarih boyunca tüm kapitalist ülkeler için değişmez bir kural olagelmiştir.

Geride kalan yılın ekonomik bilançosuna ilişkin ilk veriler, Avrupa ekonomilerindeki durgunluğun ağırlaşarak devam ettiğini, Japonya’nın ise yıllardır pençesinde kıvranmakta olduğu krizden bir türlü çıkamadığını göstermektedir. İşsizlik, ABD de dahil, tüm ülkelerde yeni bir tırmanışa geçmiştir. Ekonomik durgunluğun çok yönlü sosyal faturası her zamanki gibi işçi sınıfına ve emekçilere ödetilecektir, buna kuşku yok. Saldırganlığın ve savaşın faturası ile birarada düşünüldüğünde, bunun emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşeceği anlamına geldiğini söylemek ise gereksizdir.

Arjantin ve Türkiye: Farklı muamelenin sırrı

Kapitalist dünya ekonomisindeki krizin geride kalan yıl içerisindeki asıl kurbanları Arjantin ve Türkiye oldular. Türkiye ekonomisine ilişkin 2001 yılı tablosu yakından bilindiği için, burada yeni bir tekrara gerek yoktur. Yaşanan tam bir iflas durumuydu ve 11 Eylül saldırısının ABD emperyalizminin yönelimleri çerçevesinde yarattığı yeni durum imdada yetişmeseydi, süreç bir çöküntüye varacak ve iflas resmen de tescil edilecekti. Geride kalan yılın son ayında Arjantin’de olduğu gibi...

Elbette bu tehlike hala da ortadan kalkmış değil. Sonuç, işbirlikçi Türk burjuvazisinin yeni dönemde ABD’nin bölgesel çıkar ve ihtiyaçlarına ne ölçüde uyum sağlayacağı ile sıkı sıkıya bağlantılı olacaktır. İMF’nin vaadettiği yüklü yeni borçlar halihazırda yalnızca bir vaad durumundadır. Şu veya bu kaygıyla ABD’nin politik ve askeri ihtiyaçlarına ve dayatmalarına uygun davranmakta gösterilecek her ciddi tereddüt, bu vaadin de bir yana bırakılması, bu ise Türkiye’nin kapitalist ekonomisinin çöküşe sürüklenmesi anlamına gelecektir. Tersinden, ABD’nin istem ve dayatmalarına uyum ise, ABD’nin emperyalist çıkarları doğrultusunda maceraya atılmak ve bunun ağır siyasal sonuçlarıyla yüzyüze kalmak demek olacaktır.

Yaz ortasında Cenova’da gerçekleşen G-8 zirvesinde durumu Türkiye ile aynı çerçevede tartışılan Arjantin ise, yılın sonunda emperyalist odaklarca Türkiye’den farklı bir muameleye tabi tutuldu ve iflasa sürüklendi. Arjantin’de ekonomik göstergeler hiç de Türkiye’den daha kötü olmadığı halde, ona bu akıbetin uygun görülmesi; Türkiye’ye cömertçe 10 küsur milyar dolarlık yeni bir borç vaadedildiği bir sırada Arjantin’den 1.3 milyar dolarlık bir borcun bile esirgenmesi elbette nedensiz değildi. ABD emperyalizminin yaptığı bu göze batan ayrımın gerisinde iki ülkenin jeo-stratejik konumu arasındaki çok belirgin farklılık vardı.

ABD emperyalizmi, Ortadoğu’da egemenliğini pekiştirmek ve dünya üzerindeki hegemonyasının geleceği için hayati önemde gördüğü Orta Asya’da mevzi kazanmak istemektededir. 11 Eylül saldırıları bahane edilerek gündeme getirilen emperyalist savaşlar dizisiyle ulaşılmak istenen temel hedeflerin başında bunlar gelmektedir. ABD için bu hedefler yeni değildir, fakat uygulamaya şimdi geçilmiştir ve bu çerçevede Türkiye’ye biçilen çok özel roller vardır. 11 Eylül sonrasında gündeme getirilen emperyalist savaş politikası ile birlikte Türkiye, ABD emperyalizmi için apayrı bir önem kazanmıştır. Bunun böyle olduğunu ABD emperyalizminin resmi ve gayri-resmi temsilcileri, yeni ve eski yöneticileri her vesileyle tekrarlayıp durmaktadırlar.

Arjantin iflasa sürüklenip kendi kaderiyle başbaşa bırakılırken, Türkiye’ye “sahip çıkılması” da işte bundandır. İşbirlikçi Türk burjuvazisinin, onun siyaset sahnesindeki, medyadaki, üniversitelerdeki temsilcileri ya da hizmetkarlarının, 11 Eylül’den beri sabah-akşam tanrıya şükretmelerinin gerisinde yatan da budur. Emperyalistlerce bu türden bir “sahiplenilme”nin uzak olmayan bir gelecekte Türkiye’yi Arjantin’den beter bir akıbete sürükleyip sürüklemeyeceğini yaşayıp göreceğiz. Ama bu işbirlikçi Türk burjuvazisinin umrunda değildir; iflas etmiş bir düzenin temsilcisi olarak onun için önemli olan günü kurtarmaktadır.

Her yerde siyasal gericilik

‘80’li yıllarda kapitalist dünyada genelleşen neo-liberal saldırı dalgası, kapitalist dünya ekonomisinde ‘70’li yılların ortasına doğru patlak veren ekonomik krizin faturasını işçi sınıfına ve emekçilere çıkarma ihtiyacının bir ürünüydü. Bu saldırının, ‘89 çöküşünün ardından ve ‘90’lı yılların başından itibaren yeni bir güç kazandığını; emekçilerin uzun onyılların mücadelesiyle elde ettiği iktisadi-sosyal kazanımların sermayenin pervasız saldırılarıyla yüzyüze kaldığını biliyoruz.
Neo-liberalizmin siyasal yüzünde ise siyasal gericilik, burjuva gericiliğinin kendini gitgide daha belirgin bir biçimde göstermesi vardır. Bu, sistemin bağımlı ülkeleri için neredeyse sürekli hal alan bir durumdur. Emperyalist metropoller için ise durum yakın zamana kadar farklıydı. Özellikle ‘90’lı yıllardan itibaren, yani bir kez daha ‘89 çöküşünün yarattığı uygun ortamda ve onun sağladığı rahatlıkla, burjuva gericiliği bir kez daha emperyalist metropollerde de saldırıya geçti. Siyasal gericilik kendini gitgide daha açık biçimler içinde göstermeye başladı. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının sinsi fakat sistematik biçimde körüklenmesinden öteye, bu saldırı kendini, temel demokratik hak ve özgürlüklerin ufak ufak kemirilmesi, adım adım sınırlandırılması, polis devleti uygulamalarının kademekademe yaygınlaştırılıp meşrulaştırılması biçiminde gösterdi. Elbette bu yönelim durduk yerde gündeme gelmiş değildi. Gerisinde, sonu gelmeyen iktisadi ve sosyal saldırıların işçi sınıfında ve emekçilerde yarattığı sosyal huzursuzluğu dizginleme ve denetim altına alma kaygısı vardı.

Fakat bu alandaki asıl büyük sıçrama geride kalan yıl içerisinde, dahası bu yılın son dört ayında, yani 11 Eylül saldırılarını izleyen bu kısacık dönemde yaşandı. Denebilir ki, daha önce on yıla yayılan adımlar, yaratılan terör histerisi ortamında birkaç aya sığdırılabildi. Dahası var. Çıkarılan yeni yasalar ve yapılan yeni düzenlemeler, henüz yalnızca ilk acil önlemler kabul edilmektedir. Asıl saldırı için yeni hazırlıklar yapılmaktadır. Hemen tüm batı ülkelerinde, peşpeşe çıkarılan anti-terör paketlerini yenileriyle tamamlamak üzere, hummalı çalışmalar sürmektedir. Özetle, son 20 yıl boyunca işçi sınıfının ve emekçilerinin temel iktisadi-sosyal kazanımlarını hedef alanlar, şimdi bunu temel demokratik hak ve özgürlükler alanındaki tarihsel kazanımların kapsamlı bir saldırıya tabi tutulmasıyla birleştirmektedirler.

“Dış kaynaklı terör” tehlikesine karşı önlemler olarak sunulan bu saldırılar, gerçekte, sosyal çelişkilerin gitgide keskinleştiği bir ortamda, sermayenin işçi sınıfına ve emekçilere karşı siyasal hazırlığı anlamına gelmektedir. “Dış kaynaklı terör” söylemi burada hem saldırıyı perdelemekte ve hem de, kaba bir yabancı düşmanlığını geliştirmenin, böylece emekçileri bir de buradan sersemletmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır.

Dışarda saldırganlık ve savaş ile içerde siyasal gericilik, geride kalan yıl içerisinde, somut olarak 11 Eylül sonrasında, emperyalist burjuvazinin temel yönelimi haline gelmiştir. Gelişmeler, burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünü ve sahteliğini, yüzeysel ve iğreti niteliğini bütün açıklığıyla ortaya sermiştir. Öylesine ki, burjuvazinin sözcüleri, artık Ortaçağ’da olduğu gibi farklı insan kümelerine (somutta yerlilere ve yabancılara) farklı hukuk normları uygulamayı, gerekli durumlarda tutuklulara işkence bile yapmayı savunma noktasına gelebilmişlerdir. 11 Eylül saldırılarının burada bulunmaz bir fırsat, kaba bir bahane olarak kullanıldığını söylemiştik. Bunu bizzat 2001 yılının olayları üzerinden görmek ve göstermek olanaklıdır. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde temel demokratik hakların sınırladırılmasına yönelik yeni hazırlıklar, tam da Göteborg ve Cenova’daki emperyalist küreselleşme karşıtı gösterilerin ardından gündeme gelmişti. Emperyalist burjuvazi artık kendi ülkelerinde onbinlerce, Cenova’da olduğu gibi yüzbinlerce emekçinin katıldığı bu türden politik kitle hareketlerine karşı kesin önlemler almak hazırlığı içerisindeydi. 11 Eylül sonrasının terör histerisi ortamı ona bu fırsatı vermiş old. Emperyalist hükümetler önden düşündükleriyle kıyaslanamaz ağırlıktaki önlemleri, 11 Eylül’ü izleyen günlerde jet hızıyla yasalaştırma olanağı buldular.

Tüm bu gelişmeler, kapitalist dünya sisteminin metropol ülkelerinde de, demokrasi uğruna mücadeleyi, kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklerin savunulmasını ve geliştirilmesini, özel önem taşıyan güncel bir politik sorun haline getirmiştir.

(Devam edecek...)