01 Aralık '01
Sayı: 37


  Kızıl Bayrak'tan
  Reformist solda son durum
  Kurtlar sofrasında bir ada: Kıbrıs
  Taban inisiyatifini güçlendirelim!
  Medyadan yıkım programına boyun eğin çağrısı
  Ordu ve kriz yağmacısı OYAK
  Bir Aymasan direnişçisinin değerlendirmesi... "Her direniş bir okuldur"
  İşçi kültür evleri üzerine
  1 Aralık'a doğru sınıf hareketi: Sorunlar, imkanlar ve görevler
  Afganistan'ın ölüm tarlaları
  Emperyalizm gerici yüzünü ortaya seriyor... "Yeni dönem"de McCarthy'cilik diriltiliyor
  İHD İstanbul Şubesi'nin "2. 'hayata dönüş'" başlıklı açıklaması...
  Yeni YÖK yasası... "Zengin öğrenciden harç alıp, yoksulu okutacağız" yalanı
  Üniversitelerden eylem haberleri...
  27 Kasım, teslimiyet ve ihanete karşı Kürdistan emekçilerinin direniş bayrağıdır!
   Savaş meydanı kadınlar
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Çözüm halkların bağımsız birleşik gücündedir!..

Kurtlar sofrasında bir ada: Kıbrıs

Emperyalist güç odaklarının ve
gerici rejimlerin hesapları

Yüzyıllardır talancı ve istilacı güçlerin saldırılarına maruz kalan Kıbrıs adası, yeni dönemde emperyalistler arası rekabetin ve hegemonya çatışmalarının belli başlı alanlarından biri olarak yeniden gündeme taşınmış bulunuyor. Ada üzerinde Kıbrıs halklarının kendi kaderlerini tayin etme hakkının hiçbir zaman tanınmaması ve bu temelde bir çözüme gidilmemesi, buna bağlı olarak, belli başlı devletlerin ada üzerinde bitmek bilmeyen hak iddiaları, bu iddialarını zaman zaman savaş gerekçesi olarak birbirlerine dayatma politikaları, bugüne kadar süregelen gerginliğin ve çatışmaların asıl nedenini oluşturuyor.

Talancı ve istilacı güçler arası pay kapma mücadelesinin karşısında, kendi bağımsız tercihi doğrultusunda bir çözümü dayatamadığı, bunun için mücadele edemediği yerde ise Kıbrıs halkları, haksız savaşlara maruz kalmaktan, ağır bedeller ödemekten kurtulamadı. Bağımsız bir kimliğe sahip olamadı. Çatışan güçlerden birinden yana tutum almaya zorlandı ve çoğunlukla hakimiyet mücadelesi veren ada dışındaki güçler tarafından kullanıldı. Ada üzerindeki kirli hesaplardan, yanlış tercihlerden ve buna dayalı politikalardan en fazla zararı da yine Kıbrıs halklarının kendisi gördü ve görmeye devam ediyor.

Emperyalist güç odakları ve onlara bağlı işbirlikçi iktidarlar bu zaafı, kendi aralarındaki dalaşın ve her türlü kirli hesaplarının üstünü örtmek için bugüne kadar kullanageldiler. Sorunların ve yıllardır süren kanlı boğazlaşmaların sorumlusu olanlar, gerçek çözümün önüne de aşılması gereken bir engel olarak dikildiler. Adadaki gerici iktidarlar, kışkırtmalarla ve bir takım provokasyonlarla iki halk arasında düşmanlık tohumları ekmeyi, anlaşmazlıkları körüklemeyi temel bir politika haline getirdiler. Herbiri kendinden yana bir çözüm adına, ada halklarına çözümsüzlük üzerine kurulu bir çıkmazı, düşmanlığı dayattılar, bunu olağan bir durummuş gibi sunmayı bugüne kadar sürdürdüler. Bütün politikalarını bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs’ın önünü kesmek &ml;zerine kurdular. Bunun sonucu, yeri geldiğinde diplomatik anlaşmalar yoluyla adanın bölünmesi -yani paylaşılması- anlamına gelen “taksim” oldu, yeri geldiğinde açık işgal ve savaş. Ve yeri geldiğinde bağımsız “devlet”çikler kurdurarak hakimiyet alanlarını resmileştirdiler.

Gelinen yerde bölünmüş ve bağımsızlığı elinden alınmış bir Kıbrıs üzerinden süren hegemonik hesaplara dayalı bu politikaların yeni çatışmaların zeminini döşediği, sorunun bizzat buradan kaynaklandığı son gelişmeler ışığında bir kez daha doğrulanıyor. Kıbrıs, sahip olduğu stratejik konumdan dolayı, emperyalizmin “yeni saldırılar ve savaşlar dönemi”nde bir şekilde yeniden biçimlendirecek bir konu olarak, giderek daha özel bir tarzda gündeme getirilecek ve yeni çatışmaların da vesilesi olarak kullanılacaktır. Uykuya yatırılan, dayanaksız denge politikalarına bağlanan sorunlar bir kez daha tırmandırılacaktır.

Nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını bugünden kestirmek zor. Bu, çatışmada rol alan güçlerin durumuna, çatışmanın seyrine bağlı. Fakat şu açıkça görülüyor ki, Kıbrıs halklarının özgür iradesini hiçe sayan her sözde çözüm ve açılım, çözümsüzlüğe mahkumdur; barışın, kardeşce birarada yaşamanın asıl engeli, yeni çatışmaların da zeminidir. Kıbrıs’ın bir kesiminin ya da tamamının AB üyeliğine alınması, bu çatışma zeminini ortadan kaldırmayacaktır.

Türk devletinin Kıbrıs politikasındaki çıkmazı

Kıbrıs sorunu, Kıbrıs’ı ve Kıbrıs üzerinde egemenlik kavgası veren Türkiye ve Yunanistan’ı aşan bir kapsama sahip. Ada üzerinde bütün emperyalistlerin hiç gündemden düşürmedikleri belli hesapları ve planları sözkonusu. Sorunu Türkiye boyutuyla gözden geçirmek, emperyalistler arası rekabete ve bunun ifadesi olan egemenlik hesaplarına ve ilişkilere bakmayı gerektiriyor.

Avrupalı emperyalistler, Güney Kıbrıs’ı 2004’te AB üyesi yapmak üzere karar aldılar. Güney Kıbrıs’ın üyeliği üzerinden Kuzey Kıbrıs’ı da bu hesaba dahil etmeye, bu yolla bütün bir adayı AB üyeliği yoluyla ve tek bir yapı (bunun biçimi şimdilik çok önemli değil) altında etki ve denetim alanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bu plan gerçekleşirse, Türkiye’nin adadaki konumu ve durumu büyük bir darbe almış olacak. Bu herşeyden önce, dünyada hiçbir devlet tarafından resmi statüsü tanınmayan devlet olma iddiasındaki KKTC’nin fiilen de bitmesi anlamına gelecek.

Dahası, 1974 işgali sonrasında asker zoruyla ve kukla yönetimlerle denetimi elinde tutan Türkiye’nin meşruluğa ve halkın rızasına dayanmayan egemenliği zaten çözülmeye başlamış bulunuyor. Bu, Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki iflasına bir başka cepheden ışık tutuyor. Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğinin yaratacağı ekonomik olanaklardan yararlanmak için bugüne kadar 7 bin Kuzey Kıbrıslı’nın Güney Rum Yönetimi pasaportu almak için başvuru yapması, mevcut açmazı Türkiye ve emrindeki kukla yönetimi aleyhine giderek daha da büyütmektedir. KKTC yönetimi altında yaşayan yerli halkın üçte ikisinin göç etmesi, bu çözülmenin bir başka boyutudur. Güney Kıbrıs pasaportu alanlara 2 yıl hapis ve 2 milyar para cezası türden tedbirlerle sonuç alınamayacağı ise yeterince açıktır.

Fakat sorun bununla da bitmiyor. Güney Kıbrıs’ın Türkiye’den önce yıllarca kapısında bekletildiği AB üyeliğine alınması bizzat Türkiye’deki iç dengeler ve Türkiye-Avrupa ilişkileri açısından ciddi bir siyasal açmazı, başka bir ifade ile, bu koz üzerinden Türkiye’den yeni tavizler koparmayı da beraberinde getiriyor. Daha şimdiden AB’nin bazı sözcülerinin ağzından “ya Kıbrıs, ya AB üyeliği” biçiminde dile getirdiği seçenek bunun en açık ifadesi. Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen’in “Denktaş’ı gözden çıkarın, daha fazla bedel ödemeyin” uyarısı, AB projesine katılmak istiyorsanız Kıbrıs politikanızı değiştirin, eski tezlerinizden vazgeçin anlamına geliyor.

Düzen cephesinde iki farklı eğilim

TÜSİAD ve bir takım çevrelerin bu paralelde yaptığı açıklamalar ise, Kıbrıs konusunda dışardaki gelişmelerin basıncıyla içerde uç veren farklı yaklaşımların gözden saklanamayacak bir aşamaya, bir tıkanma noktasına gelindiğinin işareti sayılmalıdır. Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve başka bazı düzen sözcülerinden gelen “Türkiye tek ses olmalıdır” yönlü beyanatlar, içteki bu çatlaklara bir set çekme girişiminin; “Bu konuda Türkiye’nin ilhak dahil kullanacağı kozları vardır” türünden çaresizliğin ürünü sözde sert çıkışlar ise, toplamda yaşanan sıkışmanın ifadesidir.

Geçen hafta Meclis Genel Kurulu’nda gizli görüşme konusu yapılan bu gündemle ilgili dışarıya yansıyan açıklamalar, çeşitli çevrelerde (basın, TÜSİAD, partiler) yapılan tartışmalar ve devletin üst kademelerinde (MGK) alınan kararlar, Kıbrıs sorununun, boyverdiği coğrafik alandan daha büyük siyasal hesaplara vesile olacağını ve Türkiye’de de her bakımdan iç çalkantılara yol açacağını gösteriyor.

Öncelikle AB’den gelen bu basıncın dış politika cephesinde yol açacağı ilk olası gelişmeye değinelim.

Ecevit, “Türkiye AB için önemli, AB için ne kadar önemli olduğumuzu Avrupalılar’dan çok Amerikalılar algılıyorlar” diyerek, mevcut sıkışmışlık ortamından ABD’ye daha fazla yaslanarak çıkma seçeneğini dolaylı bir dille ifade etmiş oldu. (İlginçtir, şimdiye kadar AB’nin Türkiye için ne kadar önemli olduğu vurgusu hep öne çıkartılırdı!) Zaten elinde başkaca bir koz da yok. Çünkü gerçekten AB karşısında ne Kıbrıs’tan ne AB üyeliğinden taviz vermeden kabul ettirebileceği bir çözüm gücüne sahip değil. Dolayısıyla ABD emperyalizmi bunu, kendisinden destek isteyen açmaz içindeki Türkiye’yi savaş arabasına daha sıkı biçimde bağlamanın fırsatı olarak değerlendirme yoluna gidecektir. Irak ve başka ülkelerin hedef tahtasına çakıldığı bir döneme bunun ne anlama geldiği ise yeterince açık. Önümüzdeki hafta Irak’a saldırı planı çerçevesinde Türkiye’yi ziyare edecek olan Colin Powel’ın bu son gelişmeyi de hesaba katan bir taslak sunması kuvvetle muhtemeldir. “Ne yardan ne serden” vazgeçmeyeceğini iddia eden işbirlikçi sermaye iktidarının yapabileceği tek açılım, her türden kanlı ve kirli emperyalist politikaya giderek daha fazla mahkum omaktır.

Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyeliğini engellemeye dönük politik ve diplomatik alanda yapabileceği fazla bir şey yok. Denktaş ile Klerides arasında 4 Aralık’ta gerçekleşecek görüşmeden durumu kendi lehlerine çevirecek bir sonucun, bir ara çözümün çıkmayacağı şimdiden ifade ediliyor.

Bu durumda iki temel eğilim çıkıyor ortaya. Birincisi, yıllardır izlenen politikanın devamı olarak İsmail Cem ve MGK tarafından ifade edildi. Cem, “Kıbrıs konusunda istenilen sonuçların elde edilememesi durumunda, Türkiye ve KKTC arasında olabilecek en ileri beraberlik kurulacaktır” diyor. Salı günü toplanan MGK’nın konuyla ilgili kararı da bu paralelde: “Türkiye, uluslararası anlaşmaları ihlal eden, Türkiye’nin ve KKTC’nin güvenliğine tehdit oluşturan, Kıbrıs Türklerini Rum hakimiyeti altında bir azınlık konumuna dönüştüren bir oluşuma da izin vermeyecektir.” Bu, Kıbrıs üzerindeki egemenliğin her koşulda korunmasına dayalı bilinen bir politika. En uç noktası bütünleşme, yani KKTC’nin Türkiye’ye doğrudan bağlanması/ilhak edilmesi biçimini alıyor. Bahçeli’nin açıklaması da bunun bir özeti: “Kıbrıs konusundaher türlü bedeli ödemeye hazırız.” Bu eğilime AB tarafından verilen yanıt ise aynı netlikte ortaya konuldu: “ Türkiye Kuzey Kıbrıs’ı ilhak ederse Avrupa toprağını ilhak etmiş olur”.

İkinci eğilim TÜSİAD ve bir takım çevreler tarafından dillendiriliyor: “Kıbrıs stratejik önemi olan bir ada olabilir. Ama diğer tarafta 65 milyonun AB’ye üye olup, yaşam standartlarını yükseltmek, zengin bir ülke haline gelmek hedefi var. Kıbrıs nedeniyle bu hedefi kaybetmemek gerekir.” Bu eğilim, Türkiye’nin AB üyeliğinden taviz vermek, bunu zora sokmak yerine, Kıbrıs’ta makul bir çözüm çerçevesine razı olmak yönünde bir adım atılmasını öneriyor. Kısaca, eğer Rum kesiminin tüm adayı temsilen AB’ye girmesi engellenemiyorsa, Türkiye kendi üyeliğini de buna bir biçimde dahil etmenin koşullarını zorlamalıdır, deniliyor.

Basında günlerdir kabaca bu iki eğilimin temsilcileri arasında süren bir tartışma yaşanıyor. Farklı eğilimlerden görüşlerin ortak noktası ise, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki denetim gücünü giderek yitirdiği ve şahinlerin önerdiği politikalarla bunun önünün alınamayacağı. TÜSİAD vb. çevrelerin yaklaşımı ise “zararın neresinden dönülürse kârdır” anlayışı olarak görülüyor ve ordu tarafından sıcak karşılanmıyor.

Gerek ulusal gerek uluslararası planda gittikçe köşeye sıkışan sermaye iktidarı için her iki seçenek de denizin bittiğini gösteriyor. Emperyalizme bağımlılığın derinleştirdiği iktisadi ve siyasi bunalım elindeki bütün kozları bir bir boşa çıkarıyor, bağımlılığını daha da derinleştiriyor. İşgal’den sonra ilhaka dayalı bir girişim, hem çözümsüzlüğün tescil edilmesidir, hem de emperyalist efendilerin böyle bir girişime izin vermemesi anlamında imkansız görünüyor.

***

Kıbrıs halklarının önündeki tek seçenek, emperyalist ve gerici çözümleri bir yana itmek, Türk ve Rum gerici burjuvazilerinin aldatıcı vaatlerin peşinden sürüklenmeyi reddetmek, bağımsız ve birleşik bir sosyalist Kıbrıs için kendi güçlerine güvenerek mücadele etmektir.



“Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek” dergisinin sunduğu çözüm programı:

K?br?s’ta anti-emperyalist birleşik cephe program?

1. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan emperyalistlerinin (ve devreye girebilecek diğer emperyalist güçlerin) K?br?s üzerinde mevcut tüm hak ve iddialar?n?n reddi. K?br?s’?n bağ?ms?zl?ğ?.

2. K?br?s üzerinde hak iddia eden emperyalist güçlerle işbirliği yap?p K?br?s’?n Rum ve Türk işçi ve halk?na ihanet eden tüm büyük burjuvalar?n mallar?n?n karş?l?ks?z olarak devletleştirilmesi.

3. Kilise ve Vak?f dahil, büyük toprak sahiplerinin topraklar?n?n ve bu topraklar üzerindeki ev vb. taş?namazlar?n karş?l?ks?z olarak devletleştirilmesi. Boşalt?lacak olan İngiliz, Türk ve Yunan askeri üs alanlar?n?n ve bunlar üzerindeki taş?namazlar?n devletleştirilmesi. Tüm bu toprak ve taş?namazlar?n zorunlu göçler ve katliamlar nedeniyle mülksüzleştirilmiş K?br?sl? Rum ve Türk K?br?s halk?n?n tüm kesimlerine ve topraks?z köylülere ve evsiz işçi ve memurlara dağ?t?lmas?.

4. K?br?s Türk milletinin milli eşitlik haklar?n?n gerekirse Federal bir yap?lanma ile garanti alt?na al?nmas?. K?br?sl? Rumlar ve Türkler aras?nda milli ve dini düşmanl?ğ? körükleyen tüm örgüt ve faaliyetlerin yasaklanmas?.

5. Anti-emperyalist cephe hükümetini iktidara getiren ve bu iktidar? koruyan esas güç olarak işçi ve emekçi kesimlerin yaşam şartlar?n?n iyileştirilmesi için gerekli tüm tedbirlerin al?nmas?.

6. Bu program?n zaferi için çal?şan tüm kolon ve kaçak işçilerin isterlerse eşit haklara sahip K?br?s vatandaş? olmalar?n?n kabulü. Bu program?n zaferine karş? çal?şan tüm kolon ve kaçak işçilerin isteseler de eşit haklara sahip K?br?s vatandaş? olmalar?n?n reddi. Bu program?n zaferi için mücadelede nötr tav?r tak?nan kolonlar?n ve kaçak işçilerin isterlerse eşit haklara sahip K?br?s vatandaş? olmak için müracaat etme hakk?n?n tan?nmas? ve bu müracaatlar?n K?br?s’?n şartlar?na uygunluğunun tek tek değerlendirilip karara bağlanmas?.



ÖO Direnişi tüm saldırılara karşın bitirilemiyor!

Birinci yılını geride bırakan ÖO Direnişi’ne yönelik saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Katliamcı devlet, açlık grevi ve ÖO eylemini yeni çıkaracağı yasayla suç kapsamına sokacak. Saldırı bununla da sınırlı değil. Hazırlanan tasarının bir başka hedefi de direnişin destekçileri. Tasarıya göre, açlık grevi ve ÖO’nu “teşvik edenler”e 4 yıl, eylemin ölümle sonuçlanması halinde 20 yıla kadar hapis cezası verilebilecek.

Çıkarılacak yasa fiilen uygulanıyordu zaten. Saldırının yeni olan boyutu yasal kılıfa sokuluyor olması. Örneğin Yaşadığımız Vatan dergisi baskınından sonra 3 kişi, ölüme teşvik etme ve ÖO düzenleme suçlamasıyla tutuklanıp hücrelere konuldu.

Saldırıların bir başka boyutunu zorla müdahale işkencesi oluşturuyor. Durum bu açıdan da farklı değildir. 19 Aralık katliamından bu yana durumu ağırlaşan tüm direnişçilere müdahale edildi. Yüzün üzerinde ÖO direnişçisi sakat bırakıldı. Şimdi bu insanlık dışı vahşet yasallaştırılıyor. Bu saldırının yine ilk hedefi ÖO direnişçileri olmakla birlikte, insani değerlere ve tıp etiğine sahip çıkan onurlu doktorlar da hedef tahtasına oturtulmaktadır. Zira tüm saldırılara, ceza ve sürgünlere rağmen, hala zorla müdahalenin karşısında duran hekimler bulunuyor. Yasa yoluyla onurlu tabiplerin de önünün kesilmesi hedefleniyor. Özetle direniş süreci boyunca zorla müdahale işkencesini reddeden TTB hedef alınıyor.

Direniş bugün için dışarıda kitlelerin gündeminde olmasa da, devletin gündemindedir. Bugüne kadar onlarca saldırı gündeme getirilmiş, ama direniş bitirilememiştir. Direnişin herşeye rağmen devam etmesi onları daha da azgınlaştırmakta, katliamlarına yenilerini eklemekte, burjuva hukuku adına bile utanç verici yasalar hazırlamaktadırlar.

Bu son yasa faşist sermaye devletinin demokratikleşme ikiyüzlülüğüne de ayna tututuyor. 12 Eylül artığı ‘82 Anayasası’nın değiştirilmesine yönelik çalışmalarda 35 maddede değişiklik yoluna gidildi. “Demokratikleşme” adımının bir boyutu düşünce ve fikir özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması yönünde. Ama Adalet Bakanlığı’nın ÖO’na yönelik hazırladığı yasa tasarısında ÖO ve açlık grevlerine ilişkin çözüm önerilerini açıklamak ya da yayınlamak bile suç kapsamında bulunuyor. ÖO eylemi hakkında düşünce açıklayanlar “intiharı teşvik”le suçlanıyor. Armutlu ve Alibeyköy direniş evlerine düzenlenen operasyonda tutuklananlar da aynı yasa kapsamında yargılanacak.

Sonuç olarak, ÖO’larını bitirmeye yönelik saldırıların kapsamı ne olursa olsun direniş bitirilemeyecek. Dışarda kitle desteği olmamasına rağmen direniş kararlılıkla devam ediyor. Devrimci tutsakların kararlılığı ölümüne bir kararlılıktır, hiçbir bedelden kaçınılmamaktadır. Devletin ısrar ve kararlılığının gerisinde ise direnişin dışarda güçlü bir sahiplenişe konu edilmemesi, ciddi bir muhalefetle karşı karşıya olmaması vardır.

Hücre saldırısı gerçekte tüm toplumsal muhalefeti hedefliyor. Saldırıları püskürtmek için saldırının muhataplarının tümünün harekete geçmesi/geçirilmesi gerekiyor.