08 Eylül '01
Sayı: 25


  Kızıl Bayrak'tan
 "Küçülen Türkiye" ya da düzenin iflası

  5 Eylül ihanetine geçit yok!

  5 Eylül toplantısı aynasından...

  Türk Lirası'na iade-i itibar komedisi

  Yolsuzluk düzeni ve faşist parti
  Tersane işçilerinin eylemine azgın polis saldırısı
  Emekçilerin hak arama mücadelesi de "terörle mücadele" kapsamında!
  Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Bülteni'nden...
  Hülya Şimşek Ölüm Orucu'nun 286. gününde ölümsüzleşti

  1 Eylül'ün gösterdikleri ve Kürt sorunu

  "Dünya Barış Günü" eylemlerinin anlattıkları...
  Küresel ısınma/4
  İşkenceci devlet gerçeği
  Emperyalizmin "balkanlaştırma" politikası sürüyor

  Güney Afrika'da genel grev

  Dünya Irkçılıkla Mücadele Konferansı ve emperyalizmin ikiyüzlülüğü
  Tehditler devrimci yürüyüşümüzü engelleyemez!
  Ölüm Orucu Direnişi 324. gününde
  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Tüm bilgiler ve gözönündeki uygulamalar aynı gerçeğe işaret ediyor:

Devletin baskıcı, işkenceci ve
katliamcı kimliği pekişiyor

M. Dicle

Geçtiğimiz hafta İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Hüsnü Öndül bir basın açıklaması düzenleyerek, 6 aylık insan hakları ihlalleri raporunu açıkladı. Bu rapor, devletin katliamcı ve işkenceci kimliğinin nasıl da üstü örtülemeyecek bir şekilde açığa çıktığını ortaya koyuyor.

İHD raporuna göre; "2001 yılına damgasını vuran iki olay var. Bunlardan ilki etkilerini 2001 yılında da sürdüren 19 Aralık 2000 tarihinde 20 cezaevinde yapılan operasyon ve F tipi cezaevlerinin uygulamaya geçirilmesi, diğeri ise 19 Şubat 2001 tarihli büyük mali krizdir."

19 Aralık cezaevleri katliamında 28 devrimci tutsak uzun namlulu silahlar, kimyasal sıvı ve tozlar, gaz ve yangın bombalarıyla yakılıp, kurşunlanıp katledildiler. Hayatta kalanlar ise ağır yaralı durumda ve işkence eşliğinde hücrelere tıkıldılar. Bu vahşet operasyonu tam 4 gün boyunca dünya kamuoyunun gözleri önünde sürdürüldü. Eşi benzeri görülmeyen bu katliam, katliamı yaşayan tutsaklarla birlikte Türkiye ve dünya halklarının belleklerinde silinmeyecek izler bıraktı. Aradan geçen 8 aya rağmen 19 Aralık katliamı hafızalardaki tazeliğini koruyor. Adli Tıp raporlarının açıklanmasıyla birlikte, katliamdaki vahşet ve gözü dönmüşlüğün boyutu bizzat devletin resmi bir kurumu tarafından da ortaya serilmiş oldu.

Devam ediyor İHD raporu: "19 Aralık tarihli operasyon cezaevlerindeki maphuslar açısından onların haklarını (yaşam, işkence yasağı, kişi özgürlüğü, güvenliği, adil yargılanma ve cezaevlerinde de sahip olmaları gereken eğitim, sağlık, beslenme, yakınlar ve avukatları ile iletişim kurma vb. hakları) gündeme getirmiştir. Operasyon ve F tipi cezaevlerine ilişkin demakratik tepkilerini dile getirenler açısından ise yargı pratiği, yasadışı örgütlere yardım ve yataklık suçlaması şeklinde belirdi."

19 Aralık operasyonundan sonra tutsakların ağır bedeller ödeyerek kazandıkları bütün hakları gasp edildi. Şimdi ağır tecrit ve işkence koşullarında tutuluyorlar. Tam gün olan görüş süresi yarım saate düşürüldü, görüşler artık randevularla ve binbir eziyetle yapılabiliyor. Haftanın belli bir günü ve belli bir saati dışında görüşmek yasak, kendi aralarında ise görüşüp konuşmak bir yana birbirlerinin yüzlerini dahi göremiyorlar. Ancak üç kişilik hücrelerde kalanlar biribirleri üzerinden insan yüzü görebiliyorlar. Tabii bir de cezaevi idarecileri ve gardiyanlar işkence yapmak için hücrelere girdiklerinde.

F tipi uygulamasına, kişiliklerin parçalanmasına ve işkenceye karşı olanlar da örgüte yardım yataklık yapmaktan yargılanıyorlar. Bu uygulama 20 Ekim'le başlayan SAG'ı önceleyen süreçte yaygınlaşmaya başlamıştı. Örneğin Cumartesi eylemlerinden gözaltına alınanlar DGM'lerde yargılandı ve bazıları tutuklanarak hapishanelere gönderildi. Bu saldırıyla ÖO Direnişi'ne verilen desteğin önüne geçmeyi amaçlamışlardı, fakat başaramadılar. Gitgide yaygınlaşan ve kitleselleşen bir hücre karşıtı muhalefet hareketiyle karşılaştılar.

Bir dönem Cumartesi eylemleriyle sınırlı kalan yardım yataklık suçlaması, 19 Aralık katliamından sonra daha da yaygınlaştı. F tipine karşı yapılan her eylem ve etkinlik bu kapsama girdi. Hiçbir delile dayanmayan gerekçelerle kurumlar basıldı, yöneticileri yardım yataklıktan yargılandı. Ölüm Orucu direnişçilerinin taleplerini sahiplenip basın açıklaması yapanlar, açlık grevine girenler gözaltına alındı, yine yardım yataklıktan yargılanıp tutuklandılar.

Ve artık iş TMY'nin 16. maddesinde yapılan değişiklikle yardım yataklığın kapsamını genişletmeye ve cezasını arttırmaya kadar vardırıldı. Direnişe verilen en ufak bir desteğin dahi önüne geçebilmek için katil devletin katil savcı ve hakimleri basın açıklamalarını dahi bu kapsama soktu. Savcılar artık sözkonusu olan devlete karşı gelmekse ve hele bir de karşı gelen devrimci bir kimlik taşıyorsa, ifade alma gereği bile duymadan tutuklama kararı veriyor. Savcıların mahkemeye sunduğu iddianame ise polisin hazırladığı fezlekenin neredeyse tıpatıp aynısıdır.

İHD raporunda, operasyonda ve Ölüm Orucu'nda yaşamını yitirenlerin sayısı da veriliyor. Tecritin ve insan hakları ihlallerinin aralıksız olarak yaşandığı belirtiliyor: "Bunun son örneği Kandıra Cezaevi'nde yaşandı. Kandıra Cezaevi'nde günde bir kez yapılan sayımların sayısı ikiye çıkarıldı. Mahpuslar sayımları ayakta ve hazırolda vermeye mecbur bırakıldılar. Bu kurala uymayana dayak atıldı. Hastane ve mahkemeye nakiller öncesi tutuklu ve hükümlülerin makatları aranmak istendi. Ring araçlarında elleri arkadan kelepçeli tutuklular bir de ring aracına kelepçelenmekteler. Bu onların can güvenliği riskini arttırmakta. Gebze Cezaevi'nden Kandıra Cezaevi'ne nakledilenlere girişte sıra dayağı atıldı."

Bu bilgiler son derece sınırlıdır, gerçekte yaşananların sadece küçücük bir kesitini yansıtmaktadır. Fakat aktarılan bu sınırlı bilgiler bile 19 Aralık'ta ve Ulucanlar'da devletin sergilediği vahşeti aratmayan işkencelerin yaşandığını açığa çıkarıyor. Kandıra'ya nakledilen tutsakların ilk görüşten sonra ailelere anlattıkları da tümüyle bu gerçeği gösteriyor. Gebze'den Kandıra'ya nakledilen tuksakların saçları zorla kazındı. İşkence ve darbeler sonucu vücutlarının birçok bölümünde yaralar açıldı. Kafalarda kırıklar ve ezikler var. Elbiseleri parçalanmış ve kan içinde, yüzleri darbelerden kaynaklı morarmadan tanınmayacak halde.

Ulucanlar'a, 19 Aralık'a ne kadar benziyor değil mi! Tek fark var o da şans eseri kimsenin ölmemiş olması. Şimdi Gebze Cezaevi'nden getirilen tutsaklar da hücrelere atıldılar. İşkenceye artık bir de tecrit eşlik edecek. F tipi hücrelerdeki insanlık dışı uygulamaları çok daha ayrıntılandırabiliriz. Fakat tutsakların makatlarının dahi aranmak istenmesi, sistematik bir şekilde uygulanan işkencelerin ne boyutlara ulaştığını anlatmaya fazlasıyla yetiyor.
Devletin "AB'ye katılım sürecinden sonra" arttırdığı baskıcı uygulamaların İHD raporlarına yansıması ise şöyle:

1999 yılının ilk 6 ayında gözaltına alınan 35.242 kişiden 334'ü,
2000 yılının ilk 6 ayında gözaltına alınan 15.890 kişiden 263'ü,
2001 yılının ilk 6 ayında gözaltına alınan 21.812 kişiden 435'i işkence şikayetinde bulundu. Resmi rakamlara göre Türkiye'de her yıl gözaltına alınan kişi sayısı 300 bin civarındadır. İşkencenin gözaltıyla bağlantılı bir durum olduğu düşünüldüğünde işkence gören insan sayısı verilen rakamların kıyaslanmayacak denli üstündedir. Fakat mağdur insanlar bu tür şikayetlerden bir şey çıkmadığı inancıyla bunu açık şikayet konusu yapmamaktadırlar. Fakat yine de verilen rakamlar şikayetlerde belirgin bir yükselme eğilimini göstermektedir.

Raporda ifade özgürlüğü alanındaki anti-demokratik uygulamalar da şöyle sıralanıyor.

"1999 yılının ilk 6 ayında Cumhuriyet Savcıları düşüncelerini açıklayanlar hakkında toplam 372 yıl 6 ay hapis cezası isterken, 2000 yılının ilk 6 ayında 813 yıl 8 ay hapis cezası istemişlerdir. 2001 yılında ise düşüncelerini açıklayan 1519 kişi için 3125 yıl 4 ay hapis cezası istenmiştir."

Tabloya bakıldığında sözde "demokratikleşme" masalının içyüzü ortaya çıkıyor. İşkencenin ve yargı terörünün bir devlet politikası olarak, bireysel ya da toplumsal muhalefeti sistematik biçimde ezip yoketmek için çok çalıştığı görülüyor. İşkence ve yargı terörü son derece bilinçli ve planlı bir devlet politikasıdır. Bir dönem cumhurbaşkanlığı yapan ve bu görevinden sonra da Ortadoğu'daki barış görüşmelerinde elçilikle ödüllendirilen emperyalizmin uşağı Süleyman Demirel, cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde siyasi polisin yaptığı birçok işkencenin açığa çıkarılmasının ardından, Türkiye'de işkence vardır demek zorunda kalmıştı. Geçtiğimiz günlerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bir işkence davasından daha Türkiye'yi 173 milyar lira tazminat ödemeye mahkum etti. İşkence mağdurunun Türkiye'den bu uygulamaların olduğuna dair açıklama istenmesi talebi AİHM tarafından kabul edilince, Türkiye, kötü muamelenin olduğunu ve bundan büyük üzüntü(!) duyduklarını belirten bir açıklama yapmak zorunda kaldı.

Demokratikleşeceğim diyen devletin uyguladığı vahşete örnekler vermekle bitmez. İşte aynı rapordan bir örnek daha: "İHD Diyarbakır Şubesi'ne insan hakları ihlalleri alanında 117 başvuru yapıldı. Haziran ayı içerisinde işkence ve kötü muameleden 39 başvuru gelmişken Temmuz ayı içerisinde %100'lük bir artışla 74'e çıktı."

İHD Diyarbakır Şube Başkanı Av. Osman Baydemir, faili meçhul cinayetlerde belli bir artış olduğunu ve tüm beklentilere rağmen hiçbir iyileşme gözlemleyemediklerinin altını çizdi ve ihlaller her zamanki gibi "mevsim normallerinin üstünde"dir, açıklamasını yaptı. İHD Diyarbakır Şubesi'nin hazırladığı rapordaki bilanço şöyle sıralandı.

Gözaltı

95

İşkence ve kötü muamele
74
Tutuklama
41
Çatışmada yaşamını yitirenler
1
Faili meçhul cinayetler yargısız infazlar
5 ölü
1 yaralı
Mayın

1ölü
19 yaralı

OHAL'e girişi yasaklanan gazete ve dergiler

3 (Toplam 29)

İntihar
5
Kayıp iddiası
2
Köy boşaltma/gıda ambargosu
2/3
Cezaevi
3

Tüm bu bilgiler ve buna dayalı dökümler, gerçeğin yalnızca küçük birer kesitini oluştursalar bile, sermaye devletinin bir faşist baskı, terör, cinayet ve işkence aygıtı olarak iş gördüğünü gözler önüne sermeye yetiyor.

 


 

Kitleleri sindirmenin bir aracı olarak;

Devlet terörü

Burjuva devletin tüm siyasal biçimleri, sömürü ve baskıya karşı örgütlü direnişi terörizmle eş sayar. Bu ithamlar direnişin meşruiyetini yoketmek ve kitleselleşmesini engelleyerek bastırma hesabının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ama her zaman da dayanaktan yoksundurlar. Sömürücü azınlığın üreten çoğunluk üzerinde kurduğu diktatörlük olan kapitalist sisteme karşı her türlü direnme biçimi meşru iken, şiddete her zaman hakları uğruna mücadele eden emekçi kitleler maruz kalmaktadır.

Sermaye devleti, Kürt halkına karşı yürüttüğü kirli savaşa rağmen, Kürt halkının haklı ve meşru özgürlük mücadelesini bir "terör" sorunu olarak yansıtmıştır. Aynı şekilde, 50 yıldır Filistin halkını katleden, topraklarından süren ve toprakları işgal eden siyonist İsrail devleti, Filistin halkının işgale karşı yükselttiği özgürlük mücadelesini "terör" olarak damgalamaya çalışıyor. Emperyalistler de bu iki devlete, T.C. ve siyonist İsrail'e, tam destek veriyor. Dünyanın her yerinde ve modern tarihin her döneminde, emperyalistler ve gericiler, emekçilerin ve ezilenlerin kurulu düzenlere karşı haklı ve meşru mücadelelerini "terör" olarak niteleyip ezmeye çalışmışlardır.

İşçi sınıfını, yoksul emekçileri, ilerici-devrimci-komünist örgütlenmeleri, ezilen ulus ve azınlıkları hedef alan gerici şiddet artık sadece devletin polisi ve jandarmasıyla da sınırlı değil. Bu militarist kurumlara ek olarak, ihtiyaca göre ve tamamen devletin kontrolünde gerici, faşist, ırkçı, şeriatçı vb. güçlerin "sivil" terör ve katliamları da egemen düzenin ayrılmaz bir parçasıdır. Demek ki çoğunluğun baskı altına alınmasına ve sistematik sömürüsüne dayalı bir azınlık iktidarı doğrudan zorbalıkla özdeşleşmiştir ve zorbalık ayakta durmanın temel aracıdır.

Düzen bekçileri arasında yasaları çiğnemek, onları hiçe saymak, egemen anlayış haline gelmiştir. Şimdiye kadar devrimcileri katledip, "Bunlar teröristtir, devlet güçlerine silahlı mukavemette bulundular" türünden aşağılık demagojilerle cinayetlerini örtbas etmeye çalışırlardı. Ama artık sade vatandaşlar da bu cinayetlere kurban gitmektedir. Polisin işkence tezgahlarında ya da jandarma kurşunuyla ölenlerle ilgili haberler şu sıralar yeniden peşpeşe gündeme gelmeye başladı. Konya Akkise'deki jandarma terörü ve cinayeti, Balıkesir Edremit'teki polisin işkence yoluyla işlediği cinayet, bu zincire eklenen son halkalar oldu. Devlet bu katilleri kendi yasalarına göre bile yargılama ihtiyacı görmüyor. Zira bu zihniyet ve uygulama tümüyle devletin resmi politikasıdır.

Burjuva cumhuriyetin kuruluş harcında bile katliamlar vardır. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz'de vahşi bir katliamla yokedilmeleri, Kürt halkının kitlesel olarak kırılması vb. örnekler, burjuva cumhuriyetin nasıl bir geleneğe sahip olduğunu gösteriyor. İşte bu gelenek artık hiçbir kural tanımadan, devletin resmi ve sistematik bir politikası olarak devam ediyor.

Muhalefetin yokedilmesine sessiz kalmak, yıllarca bu barbarlığı görmezden gelmek sadece katillerin işine yaradı. "Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyenler bu yılanın herkese dokunacak kadar pervasızlaşmasına katkıda bulunmuş oldular. Bu gerçek ağır bedeller pahasına da olsa bugün artık görülmeye başlanmıştır.

Ekonomik-sosyal yıkım saldırısını pervasızca hayata geçiren sermaye düzeni, terör sopasını kitlelerin üzerinde sallayarak olası bir toplumsal başkaldırının önünü kesmeye çalışıyor. Emekçilerin gözünde teşhir olup itibarı dibe vuran rejim giderek daha da saldırganlaştı. 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde estirilen polis terörü, işlenen cinayet ve bundan dolayı İçişleri Bakanı'nın İstanbul polisini kutlaması, faşist zihniyetin dışa vurduğu son örnek olmuştur. Düzen bekçilerinin baskı ve teröre dayalı saldırılarına gerekli karşılık verilemeyince, en küçük çıkışlara bile pervasızca saldırıyorlar. Öyle ki 20-30 kişiyle yapılan tutsak yakınları eylemlerine bile büyük sürüler halinde vahşice saldırmaktadırlar.

İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamı çekilmez bir haldeyken ve kitlelerin düzenden hiçbir beklentisi kalmadığı halde örgütlü bir direnişin olmaması, mevcut durumda burjuvaziyi rahatlatmakta ve yeni saldırıları gündeme getirmesine zemin hazırlamaktadır. Sınıfın sendikalı kesimi hain sendika bürokrasisinin denetimini parçalayıp bir direniş odağı olamayınca, örgütsüz kesimlerden de gerekli ses çıkamamaktadır. KESK reformizmi de kamu emekçilerinin direnme isteğini felce uğratarak gelinen yerde onları tümüyle edilgen bir konuma itmiştir.

Sessiz geçen her günün, yeni hak kayıpları anlamına geldiğini yaşayarak görüyoruz. Hiçbir saldırının kendiliğinden durmayacağına, sınıf savaşlarının tüm tarihi tanıktır. Uzlaşmaz karşıt sınıflardan oluşan kapitalist düzende en sıradan ekonomik-demokratik kazanım bile mücadele konusu olmaktadır. Bu düzende hiçbir hakkın güvence altında olmadığının, kırıntı düzeyindeki haklarımızın birer birer gasp edilmesinden biliyoruz.

Ne sessizlik ne de devlet terörüne seyirci kalmak, bizi bu kokuşmuş düzenin şiddetinden kurtaracaktır. Sessizlik, eğer fırtına öncesi bir döneme denk düşmüyorsa, çürütücü bir bataklıktır. Ama herşeye rağmen hiçbir boğucu suskunluk sürgit devam edemez. Mutlaka bir yerinden parçalanıp son bulur. Sessiz geçen her günün bir kayıp olduğu bilinciyle hareket etmek zamanıdır. Ve bu sürecin en kısa sürede sona ermesi için mücadele etmek her sınıf bilinçli işçi ve emekçinin, her sınıf devrimcisinin temel ve acil görevidir.

 


 

16 yaşındaki Özgür Ünal
işkenceyle katledildi!

16 yaşında lise 2. sınıf öğrencisi olan Özgür Ünal, gözaltına alındı ve götürüldüğü Edremit Emniyet Müdürlüğü'nden 1.5 saat sonra ölüsü çıktı. İHD Raporu'nda verilen bilgilere göre Özgür Ünal'ın alınışı şöyle oldu: "Edremit Havran karayolundaki Adsan Petrol'deki lokantaya gelen sivil polis tarafından Çarşamba akşamı 21.00'de hakkında şikayet var denilerek gözaltına alındı." Raporda lokantayı Özgür Ünal'ın ailesinin işlettiği belirtiliyor. Gece 21.00'de gözaltına alınan liseli genç, 22.30 sıralarında ölü bulunuyor!

Ölümün ardından babası karakola çağrıldı ve 03:00'de otopsiye gönderildi. Özgür Ünal'ın babası oğlunun boynunda morluk gördüğünü söyledi. Gelişmelerin ardından Balıkesir Emniyet Müdürü Kemal İskender, Ö. Ünal'ın iki kadına cinsel taciz ve kapkaç iddiasıyla gözaltına alındığını belirtiyor ve görevli memurun dalgınlığından yararlanıp battaniye kenarındaki kumaş şeridini söküp kendisini kalorifer borusuna asmıştır, diyor. Bu birçok işkencede ölümün polis tarafından yapılan standart açıklaması, bunu bu ülkede yaşayan herkes biliyor artık.

Özgür Ünal'ın ölümünün iki yönü var. Birincisi sosyal boyutu, ikincisi ise adli-hukuksal boyutu. İHD raporunun verdiği bilgileri aktararak ikincisinden başlayacağız. İstanbul Barosu Çocuk Hakları Komisyonu'nun bu konuda verdiği bilgiler şöyle:

"11-18 yaş arasındakileri polis alır ama işlem yapamaz. Hemen ve aynı anda aileye haber vermek zorundadır. Kimlik tespiti yapar yapmaz doğrudan savcıya götürür. İfade alamaz nezarete koyamaz. Teşhis yaptıramaz, keşif yaptıramaz. Yani gözaltında tutamaz. Aileye sabah savcılığa getirmesi itibarıyla teslim eder. Tek istisna ise cinayet, gasp, ağır müessir fiil gibi ağır cezalık suçlarda vardır. Ama burada bile 18 yaşından küçük birine polisin yapamayacağı işlemler çok açıktır. Aileye teslim edildiğinde kaçması şüphesi ve suça yönelik güçlü deliller varsa gözaltında kalır ama savcı karakolda durmak zorunda."

Kemal İskender'in açıklamalarıyla resmi mevzuata göre yapılması gerekenler fazlasıyla çelişiyor. İlk olarak Edremit Emniyeti kendi yasalarına uymamıştır ve dolayısıyla salt bu açıdan bile Özgür Ünal'ın ölümünden birinci dereceden sorumludur. Uyulması gereken hiçbir kurala uyulmamıştır. Tek istisna gözaltında tutulabilmesidir, fakat onun için bile hiçbir gerekçesi yoktur. Özgür Ünal neden gündüz değil de gece 21:00'de gözaltına alındı? Çalıştığı işyerinde gündüz bulunamaz mıydı? Taciz edilen 2 kadın ve kimin neyini çaldığı neden açıklanmıyor?

Kemal İskender'in nöbetçi memurun dalgınlığından yararlandığı açıklaması, ilk kuralın yaratacağı sıkıntıdan kurtulabilmek için olsa bile bundan kurtulmak mümkün değildir. Bir insanın tuvalete kendini asması epey bir vakit alır ve sıkça gözaltına alınan herkes bilir ki nöbetçi polis burada uzun süre sabredemez. Ayrıca nezaretten tuvalete giderken battaniyeden yırtılan şerit nasıl fark edilemez. Olayın yaşanış biçimiyle Emniyet Müdürü Kemal İskender'in açıklamaları arasındaki çelişkilere ilişkin soru ve kuşkular çoğaltılabilir. Ve bu gibi durumlarda hep olduğu gibi bu sorular yanıtlarını bulamayacak.

Özgür Ünal'ın cesedinin çıktığı ilin emniyet müdürü, Manisa davasıyla ünlenen Kemal İskender'dir. 1995'te 16 lise öğrencisinin gözaltında tutuldukları 15 gün boyunca akla gelmedik işkencelere maruz bırakılmasına karşı açılan işkence davasında yargılananlar arasında dönemin emniyet müdürü Kemal İskender de vardı. Davalar açılmadan ve tutuklama olmadan önce ailelerin defalarca sormasına rağmen gençlerin gözaltında oldukları kabul edilmemişti.

Gözaltına alınanların aileleri aracılığıyla dönemin CHP Milletvekili Sabri Ergül'ün karakola düzenlediği ani baskın sonucu, gözaltılar ve işkenceler tümüyle açığa çıkmıştı. 5.5 yıl süren işkence davasında ise tutuklu işkenceci kalmadı. İşkenceci başı Kemal İskender 1998 yılında Malatya'ya tayin edildi. Malatya'da görev yaptığı süre boyunca da kirli ve kanlı icraatlarına ara vermedi. Faşistler tarafından oruç tutmadığı için öldürülen Ümit Cihan Tarho'nun anmasına azgınca saldırılmasıyla da gündemdeki yerini korudu.

Kemal İskender, bu türden icraatlarına karşılık olmalı, bir kez daha ödüllendirildi ve vekaleten de olsa Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne atandı. Bir süre bu görevde kaldıktan sonra Balıkesir Emniyet Müdürlüğü'ne getirildi. Yaşamını devrimcileri katletmeye adamış bir faşisttir Kemal İskender. Bu yönüyle Özgür Ünal'ın gene aynı adamın görev yaptığı bir yerde öldürülmüş olması tesadüf değildir.

Adli Tıp raporları basına yansıdığında, Özgür Ünal'ın nasıl öldürüldüğü daha ayrıntılı bir şekilde ve belgeleriyle birlikte açığa çıkacaktır.

R. Azem