18 Ağustos '01
Sayı: 22


  Kızıl Bayrak'tan
  İşbirlikçi düzen cephesinde iç dalaşma

  Ordu kim için kime karşı?

  Katil devletten hesap soralım!

  İki yılda deprem bölgesinde değişen hiçbir şey yok
  Grev yasaklamaları ve sendika bürokrasisinin ihaneti
  Devrimci tutsakların ortak açıklaması
  Yoldaşlarının kaleminden Osman Osmanağaoğlu
  Aymsan direnişine destek ve dayanışmayı büyütelim!
  Türk dış politikası üzerine/2
  Küresel ısınma/1
  Emperyalist-siyonist "barış süreci"nin dönülmez çöküşü
  Arjantin hükümetinin yeni tasarruf paketi
  "Filistinlilerin ayaklanması meşrudur"
  15 Ağustos, devrimci direnişin zirvesi...

  Açıklamalardan

  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

15 Ağustos, devrimci direnişin zirvesi;
2 Ağustos, yenilgi,
teslimiyet ve tasfiyeciliğin adıdır!.. 

Gelişmeler, 15 Ağustos çizgisini doğruluyor; 2 Ağustos utanç verici diz çöküşünü değil...

İmralı Partisi yönetenlerinin yalanları, çarpıtmaları, demagojileri bu gerçekliği değiştiremez.

Yine utanmadan 15 Ağustos Atılımı'nı ağızlarına almaları, ona sahip çıkma çabaları da, onları içinde bulundukları teslimiyet ve tasfiyeci bataktan kurtaramaz. Belki ellerinde tuttukları olanaklara dayanarak bu konumlarını bir süre daha sürdürebilirler... Ya gerçekliğin yakıcı ateşi karşısında durabilirler mi? Daha ne kadar?..

15 Ağustos, Kürdün miladıdır, Kürdün tarihinde bir dönüm noktasıdır.

2 Ağustos ise, Öcalan yenilgisi ve teslimiyetinin gerillaya, bütün devrim güçlerine ve değerlerine tasfiyecilik biçimde dayatıldığı kara günün adıdır.

15 Ağustos, köleliğe, inkara, teslimiyet ve ihanete, Kürdün kör talihine, Kürdün kendi içindeki korkuya, kendinden kaçışa, onursuzluğa sıkılmış bir "İlk kurşun"dur!

2 Ağustos, salt gerillaya, Kürdün kazandığı özgürlük olanaklarına ve özgürlüğe uzanmanın temel yöntemi olan silahlı devrime kesin ve nihai veda değil, aynı zamanda yeniden köleliğe, sömürgeci inkarcılığa boğun eğişe, bir halk olarak eriyip yitmeye atılan bir adımdır. İmralı'da başlatılan topyekün silahsızlandırmanın çok önemli pratik adımıdır.

15 Ağustos, Kürt ve Kürdistan kavramlarını gündeme getirişin, bir halkın kendi küllerinden yeniden doğuşunun tarihsel atılımıdır.

2 Ağustos, Öcalan eliyle sömürgeciliğin 15 Ağustos'tan intikamı, onun rövanşıdır.

15 Ağustos, Kürdün miladıdır!

Kürtlerin tarihi anlatılırken 15 Ağustos'tan önce ve sonra biçiminde bir ayırım yapmadan gelişmeleri kavramak ve anlamlandırmak mümkün değildir. 15 Ağustos'ta gerçekleşen Eruh ve Şemdinli baskınları kendi başına değerlendirildiğinde, herhangi bir silahlı eylem olarak görülebilir. Ama bu yanıltıcıdır. Çok mütevazı görünen bu iki ilçe baskını, aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşının, bir halkın yeniden doğuşunun, bir halkın her açıdan büyük alt üst oluşlar yaşamasının, Türkiye siyasal tarihinde önemli gelişmelere yol açışının, yaşanacak bölgesel dengelerdeki sarsıntının başlama vuruşudur.

15 yıl aralıksız süren bir savaşın ilk önemli muharebesi olan 15 Ağustos, ülkemizde, Türkiye'de ve Ortadoğu'da çok önemli siyasal gelişmelere damgasını vurdu, olayları ve dengeleri etkiledi. Her şeyden önce 15 Ağustos ile birlikte açılan sıcak devrim süreci ile, Kürt halkının toplumsal ve ulusal bilincinde, kendine ve geleceğine yaklaşımında, değer yargılarında, siyasal duruşunda, toplumsal ilişkilerinde, ruhsal yapısında devrim değerinde gelişmeler, alt üst oluşlar yaşandı. Kimliğinden ve ülkesinden kaçan Kürt yerini, ulusal kimliğine onurla sahip çıkan, özgürlüğü ve geleceği için her şeyini vermeye hazır, veren bir Kürt gerçekliğine bıraktı.

Açıkça kanıtlanmıştı ki, Kürtlerin devrimci savaştan, gerilladan başka bir kurtuluş, onurlu bir yaşam, özgür bir kimliğe ulaşma olanağı ve çareleri yoktu. Kürtler, çok istedikleri ve çok sevdikleri için değil, onun dışında başka bir yaşam ve gelecek seçenekleri, çareleri olmadığı için silaha sarılmışlardı. Tepeden tırnağa kadar silahlı ve bastırma araçlarına sahip, en sıradan kendini ifade olanağı tanımayan, inkar ve imhada kararlı olan ve ülkemizde öteden beri tek yanlı bir ulusal imha savaşı yürüten bir güce karşı silahlı devrim dışında Kürtler, kendini tanımlayamaz, kendini ifade edemez, elinden alınmış bütün haklarının bir kırıntısını dahi yeniden kazanamazdı. 15 Ağustos kararı ve atılımı bu gerçekliğin bir sonucudur ve 15 yıllık savaş gerçeği bunu sayısız kez doğrulamıştır.

Peki, bugün sömürgeciliğin bu yapısında en sıradan bir değişiklik oldu mu? Hayır, tersine sömürgeci özel savaş aygıtı kendini her açıdan yeniden kurumlaştırdı, daha da kıyıcı özellikler kazandı. İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliği devletin önünü açtı, her açıdan yeniden yapılandırmasının olanaklarını çoğalttı. Devlet, her türlü muhalefeti, devrimci hareketi bastırmak için daha pervasızca saldırdı. 19 Aralık katliamı ve F tipi saldırısı bunun en somut ve kanlı biçimi ve kanıtıdır. Bir kez daha kanıtlandı ki, en sıradan demokratik hak ve özgürlükler bile devrim ve devrimci mücadele sorunudur. Devrimci iktidar perspektifine oturmayan hiçbir demokratik sorun çözüm olanağına ulaşamıyor. Bu, daha öncekileri bir yana bırakalım son bir yılın gelişmelerinin kanıtladığı bir gerçekliktir...

Kürtler 15 yıl boyunca savaştılar, kazanmak için varlarını yoklarını ortaya koydular, hiçbir şeylerini esirgemediler. Kendi içlerinde önemli bir uluslaşma, ulusal birlik, özgürleşme, toplumsal ve kültürel devrim yaşadılar. Bölge ve dünya siyasetinde önemli bir yer yakaladılar. Ancak, ne yazık ki, bütün bu devrimci gelişmeleri siyasal iktidarla, bunun temel güvenceleriyle tamamlayamadılar. Yarım kalan bir devrim söz konusu. Özgürlük mümkündü, zafer olanaklıydı, anılan bu devrimci gelişmeleri bir iktidarla tamamlamak olasıydı.

1990'ların başında dünyadaki dengeler sarsıldı, deyim yerindeyse "Dünyanın çivisi çiktı." Özellikle Körfez Savaşı'ndan sonra Ortadoğu dengeleri daha bir sarsıldı. Güney Kürdistan'da Irak rejiminin egemenliği fiili olarak ortadan kalktı. Bu, objektif olarak devrim açısından sayısız olanak ve fırsat anlamına geliyordu. İçte serhıldanlarla Kürt halkı ayağa kalkmış, tarihinin en büyük politik yükselişini yakalamıştı. Kısacası kazanmak için hemen hemen her şey vardı. Özgürlüğü yakalamak için içte ve dışta, objektif ve sübjektif koşullar bakımından her şey uygundu. Ama bu elverişli koşullara ve tarihte az yakalanabilecek fırsatlara rağmen 15 Ağustos çizgisi zafere ulaştırılmadı!

Neden?

Kürt halkının, devrimci yurtsever güçlerin, partililerin üzerinde durmaları ve tartışmaları gereken soru budur? Devrimci savaşı zaferle taçlandırmak mümkünken, bunun olanakları varken neden zafere ulaşılmadı?

Bu soruyu doğru yanıtlayabilmek için başka sorular da sormak ve yanıtlamak gerekiyor. Örneğin devrimci savaş doğru yönetildi mi? Savaş, savaş sanatına göre, strateji ve taktik bilimine göre yönetildi mi? Gerçekten devrimci savaşın askeri bir stratejisi var mıydı? Bu sorunun doğal bir uzantısı olarak şu soruyu da sormak gerekir: Devrimci savaşın bir genel kurmayı var mıydı? Savaş nasıl yönetildi, kadroları, eğitimi, düzenlenişi nasıl yapıldı, hangi stratejik anlayışa ve planlamaya göre? Bu soruların tartışılması, bütün bir savaş pratiğinin sorgulanması ve gerekli muhasebesinin çıkarılması gerekiyor.

Öcalan'ın her yıl yaptığı ve sayısız kez tekrarladığı "çözümlemelere" bakılırsa, kendisi savaşı doğru yönetmiş, doğru bir stratejik ve hatta taktik önderlik gerçekleştirmiştir. Ama kendisi dışındaki kadrolar ve savaşçılar, "Önderlik çizgisini" ve talimatlarını uygulamak yerine hep kendilerini uygulamışlar ve kendisinin yönetimini boşa çıkarmışlardır. Dolayısıyla tüm başarısızlıkların nedeni parti ve kadrolardır. Kendisi ise tüm başarıların ve kazanımların baş ve tek mimarıdır. Elbette yıllardır tekrarlanan bu yaklaşım gerçekliği yansıtmamakta, tersine gerçekliği ve onun iç yüzünü örtbas etmektedir. Savaş nasıl yönetildi, gerçek anlamda bir kurmayı var mıydı, savaş, stratejik bir planlama çerçevesinde mi, yoksa günübirlik değişen talimatlarla mı, uzaktan kumandayla mı yönetildi? Bu soruların yanıtı belgelere dayalı olarak verilmeden yapılan değerlendirmelerin hiçbir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla 15 Ağustos Atılımı'nın 17. yıldönümünü kutladığımız bugünlerde yapılması gereken, bugüne kadar yapılmayan çok temel bir görevi yapmaktır. Yani, savaş yönetimini bütün boyutlarıyla tartışmak ve doğru derslere ulaşmaktır!

Halkımız her şeyini verdi, savaşçılar her şeylerini ortaya koydular. Cesaret ve fedakarlığın en üstün örneklerini sergilediler. Kazanmak için diğer koşullar da elverişliydi. Bütün bunlara rağmen "Kurtarılmış bir alan" bile yaratılmadı? Neden? Her şeyi savaşçıların ve kadroların yeteneksizlikleri ve beceriksizliğiyle açıklamak mümkün mü?

Hayır, devrimci savaş doğru yönetilmedi, gerçek anlamda stratejik bir yönetimden, genel bir stratejiden yoksundu, bir genel kurmay da yaratılmadı! "Çözümlemelerle" kadroların özü boşaltıldı, iradeleri kırıldı, özgüvenleri yerle bir edildi. Daha da önemlisi partiyi ve kadroları güçsüzleştiren, örgütsüzleştiren, iradesizleştiren Öcalan, bütün savaş ve direniş değerlerini kendine bağladı, her şeyi kendisiyle açıkladı, her şeyi kendi malı-mülkü haline getirdi, sorumsuz tek kişi despotik yönetimini kurdu. Bu, başarısızlığın ve yaşanan tasfiyeciliğin temel nedenidir. Diğer neden ve etkenler bu bağlamda bir anlam ve değer kazanabilir.

Bu noktada ulusal kurtuluş devrimi ve PKK gerçekliğini doğru ve bütün boyutlarıyla birlikte kavramak, tarihsel gerçekliğimizi yerli yerine koymak ve gelecek için doğru derslere ulaşmak bakımından yaşamsal önemdedir. Öcalan, parti ve devrim tarihimizi salt kendisiyle açıklamaktadır. Buna göre her şeyin yaratıcısı sadece ve sadece kendisidir. Öcalan'a karşıt olduğunu iddia eden kimi çevre ve kişiler de Öcalan üzerinden PKK ve tüm devrim değerlerimizi inkar ve reddetmektedirler. Birbirine karşıt gibi duran bu iki yaklaşım, özünde aynıdır. Yani tarihi ve tarihsel gelişmeleri Öcalan'la açıklama yaklaşımı... Bu iki yaklaşım da inkarcıdır...

Oysa doğru olan yaklaşım, PKK ve devrimci ulusal kurtuluş sürecinin kendi içinde çelişkili, paradoksal bir bütün oluşturduğunu görmek ve kavramaktır. '78 Programı'nda ifadesini bulan devrimci çizgimiz, 1970'li yıllarda faşistlere, aşiretçi yapıya karşı verilen mücadele, görkemli zindan direnişi, 15 Ağustos ve o çizgide gelişen devrimci savaş, serhıldanlar, sayısız halk direnişi ve bunların sonucu yaratılan değerler, kazanılan mevziler, ulaşılan siyasallaşma ve özgürleşme düzeyi, işte bütün bunlar bizimdir, bize aittir; gerçek yaratıcıları da gerçek partililer, isimsiz kahramanlar ve halkımızdır. Ama bununla birlikte Öcalan, süreç içinde, III. Kongre'den sonra bütün değerlerimize el koydu, gasp etti, kendine mal etti ve bütün mücadele alanlarını ve ilişkilerini kendi despotik yönetimine bağladı. Parti ve mücadele gerçekliğimizin çelişik, paradoksal bu iki boyutu arasındaki ilişki ve çelişki son derece dinamik olmuştur. Süreç içinde devrimci çizgi ve değerler geriletilmiş, tek kişi kültü her şeyi belirler konuma gelmiştir. İmralı teslimiyeti bu eğilimin sonucudur. Elbette bu temel yaklaşımda sahiplenilmesi gereken yanlar ile reddedilmesi gereken yanlar da net bir biçimde ortaya çıkmış oluyor.

Hiç kuşkusuz konu çok kapsamlı ve çok boyutlu bir tartışma sürecini gerektiriyor. Her devrimci yurtsever kişi ve örgütün bu tartışma sürecine etkin ve doğru katılması çok önemli, bu, özgür geleceğimizi birlikte kurmanın da vazgeçilmez gereklerinden biridir.

15 Ağustosu doğru anlamanın ve başta şehitlerimiz olmak üzere tüm değerlerimize sahip çıkmanın yolu, savaş ve parti gerçeğimizi, başka bir deyişle tarihimizi tartışmaktan, gerçekleri yerli yerine koymaktan geçer...

İddia ediyoruz ki, 15 Ağustos çizgisiyle zafer kazanmak mümkündü, en azından kurtarılmış bir alan yaratmak mümkündü. Ama zafer olanakları ve fırsatları değerlendirilmedi. En başta PKK'nin devrimci çizgisinden sapıldı, süreç içinde bundan tümden vazgeçildi. Örneğin çok eleştirdiğimiz geleneksel Kürt isyan önderliklerinin zaafları, temel kusurları aşılamadı, yani devletten kopamama, düzen içinde kendine bir yer arama siyaset anlayışı sürdürüldü, giderek 15 Ağustos Atılımı ile başlayan devrimimiz yenilgiye uğratıldı, İmralı tasfiyeciliği ile devrim mevzileri, kazanımları ve değerleri topyekün yok edilmeye çalışılıyor...

Bugün halkımızın yeniden bir atılıma, şahlanışa, devrimci ruha ihtiyacı var. Bu, 15 Ağustos ruhundan başka bir şey değildir. Elbette "Bir nehirde iki kez yıkanılmaz!" Bizim anlatmaya çalıştığımız bir tekrar, kendini tekrarlamak değil, bir yeniden canlanış ve onun ruhu ve dinamizmidir!

Yaşasın 15 Ağustos devrimci atılımı ve çizgisi!
Kahrolsun teslimiyet ve tasfiyecilik!
Yaşasın partimizin devrimci çizgisinde ısrar direnişimiz!

13 Ağustos 2001
PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları

 


 

Reha Tekstil pikniği ve
Aymasan'a ziyaret

Reha Tekstil, Ümraniye site yolu içinde kurulu, 150 sendikalı işçinin çalıştığı bir tekstil fabrikası. İki yıllık örgütlenme sürecinin ardından DİSK Tekstil sendikasında örgütlendi. Fabrika patronu eline yetki alındığına dair haber geçtikten sonra ilk saldırıyı işçileri ücretli izine çıkartmakla yaptı. Ardından izin dönüşü 200 işçiyi fabrikaya almadı. Fabrikanın dışında birkaç günlük direniş, içerdeki işçilerle birleşememesi, içerden desteğin yeterli olmayışı, sendika bürokratlarının işe geri aldırmakta duyarsız davranması gibi olumsuzluklar yüzünden, işçilerin tazminatlarını almasıyla bitirildi. Gelinen süreçte patron fabrika içindeki disiplini daha da arttırmış ve en küçük bir mazereti dahi işten atma ya da ücretsiz izne çıkartma gerekçesi yapmaya başlamıştır. Yaklaşık bir aydır patron özellikle fabrikaya iş getirmiyor. İşin olmayışı işçilerin gözünde işlerin kötüye gittiğine işaret ediyor. Böylece de ücretler ve mesai paralarını uzun zaman geciktirebiliyor.

İşçilerin birlik ve bütünlüğünü oluşturmak, sorunlarını diğer fabrikalardaki işçilerle paylaşmak için 200 kişilik bir piknik düzenlendi. Pikniğe güç katan, direnişte olan Aymasan işçileri ve Cengiz tekstil işçileriydi. Piknikte önce komitedeki işçiler fabrikadaki örgütlenme süreçlerini anlattılar. Bundan sonra daha kararlı ve birlikte hareket edilmesi gerektiği üzerine yapılan konuşmalardan sonra DİSK Tekstil başkanı Muharrem Kılıç söz aldı. Sendikacıya duyulan öfkeyi dile getiremeseler de sendikacının konuşmaları işçiler tarafından dinlenilmedi.

Direnişlerinin haklılığını her yerde ifade eden Aymasan işçilerinin pikniğe katılması işçiler için sürpriz olmuştu. Aymasan işçisinin mücadele sürecini anlatmak istemesi zaman sınırlılığı bahane gösterilerek yaptırılmadı. Aymasan işçileri de pikniğe katılan diğer işçilerle geliştirdikleri sohbetlerde direnişlerini ve yaşadıkları süreci anlattılar. İşçilerin çoğu 75 günlük Aymasan direnişini duymamışlar. Anlatılanlar işçilerin oldukça ilgisini çekti. Piknikte bütünlük kazandılar.

Program öğle yemeğinin ardından konser ve halaylarla sürdü. Aymasan işçilerinin piknikteki işçileri direniş çadırlarına davet etme isteği komite tarafından olumlu karşılandı. Cengiz Tekstil ve Reha Tekstil işçilerinin bir bölümüyle direniş çadırını ziyarete gidildi. Bu ziyarette sınıf dayanışmasının en güzel örneğini yaşadık. Direniş çadırına gidişimiz Aymasan işçileri için bir sürpriz oldu. Aynı gün Aymasan direnişini ziyarete gelmek isteyen demokratik kitle örgütlerinden 50 kişilik bir grup polis tarafında göz altına alınmış. Gittiğimizde Aymasan'a giden bütün yolların polis ablukası altında olduğunu gördük. Polis, tam teçhizatlı olarak Topselvi halkına ve direnişçilere terör estiriyordu.

Ziyaretimizin tam da bu koşullarda gerçekleşmesi polisi çok şaşırttı. Birden otobüsten 60 kişilik grubun inmesiyle neye uğradığını anlayamayan polis, bizi önce abluka altına aldı. Belirli görüşmelerden sonra abluka kaldırıldı ve direniş çadırına doğru ilerledik. Aymasan işçileri bizleri sloganlarıyla karşıladı. "Yaşasın sınıf dayanışması, İşçilerin birliği sermayeyi yenecek, Direne direne kazanacağız, Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz" ortak atılan sloganlar oldu. Direnişçi işçilerin söylediği türkülerle coşku sağlandı. Ardından DİSK Tekstil Sendikası'ndan Muherrem Kılıç'ın sınıf dayanışmasını vurgulayan konuşmasının ardından tekrar buluşmak üzere direniş yerinden ayrıldık. Piknik yerine geri döndük. Direniş çadırında yaşanılanları gelmeyenlere anlattık. Piknik, halaylardan ve Reha Tekstil işçisinin kendi örgütlü gücüne güvenerek ancak başarabileceği, sendika bürokratlarına işlerin bırakılmaması, patronun saldırılarına karşı birlikte hareket edilmesi gerektiği üzerine yapılan konuşmalardan sonra sona erdi.

Reha Tekstil işçilerini patron M. Reha Demirdağ ücretsiz izne çıkardı. İşbaşı 20 Ağustos tarihinde yapılacak. Bu süreç içinde de hazırlanan toplu sözleşme taslağı görüşülecek. Reha Tekstil işçilerini izin dönüşü patronun saldırıları beklemekte. Geçmişte 200 işçinin atılması işçiler üzerinde etki bırakmıştı. Sendikanın karara karşı direnmemesi, işçilerde sendikaya karşı haklı bir güvensizlik gelişmesine sebep olmuştur. İşçiler artık işlerin sendikaya havale edilmemesi konusunda hemfikirler. Aymasan işçilerinin deneyimlerinden sınıf mücadelesine katkı anlamında öğrenilecek çok şeyimiz olduğu, bu direnişin bizlere neler kazandıracağını düşünmek gerekir. Ümraniye site yolundaki fabrikalar üzerinden bakıldığında, Reha işçilerinin kazanımı sitenin kazanımı olacaktır.

Ümraniye'den komünist bir tekstil işçisi

 


 

Öncü İşçi İnisiyatifi'nin "Cenova" paneli

Cenova'daki G-8 toplantısı ve buna dönük militan sokak gösterileri geçtiğimiz günlerde gündemin ön sıralarındaydı. Şimdi Cenova geride kaldı. Hem zirveyi gerçekleştiren emperyalistler, hem de "başka bir dünya mümkün!" diyerek emperyalizmin egemenliğine karşı mücadeleye girişenler, şimdi kendi cephelerinden Cenova'nın muhasebesini yapıyorlar. Herkes yaşananlardan geleceğe dönük dersler çıkarmaya çalışıyor.

Biz de İstanbul'un Avrupa yakasında çalışan Öncü İşçi İnisiyatifi olarak Cenova derslerini değerlendirmeyi ve gerekli sonuçları çıkarmayı gündemimize aldık. 12 Ağustos'ta Cenova'da yaşananları konu alan bir panel düzenledik.

Konuşmacı olarak görev alan arkadaş, Cenova'da yaşananları özetlemekle söze başladı. Arkasından dünya kapitalist sisteminin 2. Paylaşım Savaşı'ndan bu yana geçirdiği evrimi, 70'lerden bu yana süren yapısal krizi, burjuvazinin bu krizi aşmak için başvurduğu politikaları anlattı. G-7 toplantılarının 1975'ten bu yana yapıldığını, bu zirvelerde krize çözüm olarak kararlaştırılan politikaların, tüm dünyada işçi ve emekçileri, yoksul halkları yıkıma sürüklediğini vurguladı. Son iki yıldır gelişen uluslararası protesto ve eylemlere genişçe değindi.

Daha sonra karşılıklı tartışmalara geçildi. Katılımcılar özellikle son iki yıldır gelişen uluslararası mücadele üzerine konuştular. Bu eylemlerin gücünü nereden aldığı ve neden daha önce değil de son iki yıldır gündemde olduğu soruları canlı bir ortamda tartışıldı. Bir çok katılımcı bu konularda fikrini belirtti. Dünyada eylemlere geniş bir işçi-emekçi katılımı olurken Türkiye'de bunun böyle olmaması üzerinde özellikle duruldu.

Tartışma sonuçlarını gene konuşmacı arkadaş toparladı. Sözlerini geleceğin devrimci sınıf partilerinin yükselen bu türden mücadeleler içerisinde şekilleneceğini, bize düşenin de kendi ülkemizde devrimci sınıf partisini güçlendirmek olduğunu vurgulayarak bitirdi.

Panel etkinliğimize ön çalışması zayıf olmasına rağmen 40 civarında işçi katıldı. Katılım ve tartışmaların canlılığı, bu türden politik etkinliklerin sürekli yapılmasının ihtiyaç olduğunu bir kez daha gösterdi.

Avrupa Yakası Öncü İşçi İnisiyatifi