18 Ağustos '01
Sayı: 22


  Kızıl Bayrak'tan
 İşbirlikçi düzen cephesinde iç dalaşma

  Ordu kim için kime karşı?

  Katil devletten hesap soralım!

  İki yılda deprem bölgesinde değişen hiçbir şey yok
  Grev yasaklamaları ve sendika bürokrasisinin ihaneti
  Devrimci tutsakların ortak açıklaması
  Yoldaşlarının kaleminden Osman Osmanağaoğlu
  Aymsan direnişine destek ve dayanışmayı büyütelim!
  Türk dış politikası üzerine/2
  Küresel ısınma/1
  Emperyalist-siyonist "barış süreci"nin dönülmez çöküşü
  Arjantin hükümetinin yeni tasarruf paketi
  "Filistinlilerin ayaklanması meşrudur"
  15 Ağustos, devrimci direnişin zirvesi...

  Açıklamalardan

  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İşbirlikçi düzen cephesinde iç dalaşma

İşbirlikçi düzen cephesinde patlak veren "ulusal güvenlik" tartışması, ilk günlerin hararetini kaybetmiş olsa da, hala sürüyor ve Eylül'e verilen randevulara bakılırsa daha da sürecek gibi görünüyor.

Tartışma soldaki yedeklerini de içine alarak, işbirlikçi düzen cephesini iki ana gruba ayırmış durumda. Genelkurmay'ın temsil ettiği tarafta, faşist MHP'den kemalist milliyetçi İP'e kadar, farklı konum ve kimlikteki güçler var. Mesut Yılmaz'ın sözcüsü olarak ortaya çıktığı tarafta ise, ANAP'tan Saadet Partisi'ne, TÜSİAD'dan ÖDP'ye ve teslimiyetçi Kürt cephesine kadar, yine farklı konum ve kimlikteki başka güçler var. Bu bileşim bile başlı başına, doğan tartışmanın ve yaşanan çatışmanın işbirlikçi düzen cephesinin kendi iç sorunu olduğunu göstermeye yeter. Ordunun düzen adına gerçekleştirdiği her türlü kanlı ve kirli icraatta her zaman ona borazanlık yapan ve toz kondurmayan tekelci medya bu kez büyük bir bölümüyle "sahibinin sesi" olarak hareket etti ve TÜSİAD'ın içinde yeraldığı kesimi destekledi. Bu tutum çatışmanın önemine ve ciddiyetine de bir gösterge sayılmalıdır.

Tarafların konumlarını güçlendirmek ve desteklerini çoğaltmak için ullandığı demagojik argümanlar, kitleler üzerinde kafaları karıştıran, zihinleri bulandıran bir etki yarattığı için tartışma daha bir önem kazanıyor. Tarafların soldaki uzantıları bu etkiyi ayrıca yayıyor, kolaylaştırıyorlar. Ordu şakşakçısı İP, ordunun 7 Ağustos bildirisini "Cumhuriyet devrimi kuvvetlerinin programı" ilan etti ve işi ordunun "emperyalizmi hedef alan" bir konuma geçtiğini söylemeye kadar vardırdı. Karşı grubun hararetli destekçisi durumundaki teslimiyetçi Kürt cephesi ise, tüm umutlarını emperyalizme ve TÜSİAD'a bağlamış olmanın da bir gereği olarak, Yılmaz'ın çıkışına tam destek verdi, onu "demokrasi güçleri"nin tarihi değerde çıkışı olarak selamladı.

Genelkurmay'ın alışılmış hırçınlığıyla yolaçtığı abartılı görünüme rağmen, bu tartışma kişisel olmadığı gibi yapay da değildir. Tartışmanın taraflarından Mesut Yılmaz ile partisi ANAP'ın bu tartışma içinde oynadığı rolde elbette kişisel/partisel nedenler özel bir rol oynamaktadır. Genelkurmay bildirisinin sözünü ettiği soygun ve talan düzeninin simgesi durumundadır, Yılmaz ve partisi ANAP. Yine Genelkurmay bildirisinde iflası tescil edilen bu "soygun düzeni"nin hırsızlık ve yolsuzluk uygulamalarının uç biçimlerine karşı alınacak bazı tedbirlerle imajını düzeltmek gibi bir sorunu var. (Bu imaj düzeltme ihtiyacının son tartışmalarla yeniden gündeme gelen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ne 1999 yılında eklenen iki maddeden birini oluşturduğunu da bu vesile ile öğrenmiş oluyoruz.) Bu çerçevede gündeme gelen "temizlik operasyonları"nın Yılmaz ailesini ve ANAP'ı ciddi biçimde tehdit ettiği de bilinmektedir.

Fakat tüm bunlar, Yılmaz'ın ANAP Kongresi'nde gündeme getirdiği çıkışın şahsiliğini değil, kendisinin ve partisinin, kendilerinden öteye bir sorunun kamuoyu önünde sözcülüğünü üstlenmelerinin gerisindeki şahsi nedenleri gösterir. TÜSİAD'ın bu çıkışa tam destek vermesi ve TÜSİAD basınının bu çizgide hareket etmesi, Genelkurmay'ın sert açıklamasına rağmen Yılmaz'ı ve çıkışını savunması, yapılan çıkışın gerçek temsilcilerini kendiliğinden ortaya koymaktadır.

ANAP Kongresi'ndeki çıkışın gerçek sahibi, sözcülüğünü TÜSİAD'ın yaptığı tekelci burjuvazidir. Tekelci burjuvazi kendi sömürü ve soygun düzenine bugüne kadar sadakatle bekçilik etmiş; son 40 yılın iki büyük devrimci yükselişini faşist kanlı darbelerle ezmiş; son 20 yıldır aldığı tedbirler ve yarattığı kurumlaşmalarla toplumsal muhalefete nefes aldırmayan; bu arada devrimci çizgideki Kürt hareketini teslimiyetçi çizgiye çekmeyi de sonunda başarabilen düzen ordusunun, tam da bu tarihsel değerdeki başarılarla elde ettiği çok özel konumu ve siyasi yaşam üzerinde oluşturduğu özel ağırlığı, gelinen yerde artık bir parça dengelemek istemektedir.

Bu ihtiyaç nereden doğuyor?

Tekelci burjuvazi, onun en güçlü ve emperyalizmle en bütünleşmiş kesimlerinin temsilcisi olarak TÜSİAD, teslimiyet ve tasfiye çizgisine itilmiş Kürt hareketinin belli tavizlerle tümüyle düzene eklemlenmesini istiyor; bunu Kürt sorununu uzun dönemli olarak yatıştırmanın, düzeni için bir tehlike olmaktan çıkarmanın bir olanağı sayıyor. Ayrıca Kürt sorunundaki tavizsiz tutumun parasal faturasının da gereksiz yere çok pahalıya çıktığını düşünüyor. Dinsel gericiliğe karşı alınan tedbirlerin tadında bırakılmasını istiyor; dinin genel olarak ve özellikle de tarikatlar yoluyla, toplum yaşamı üzerindeki özel ağırlığını ve işlevini korumasını istiyor; bunu emekçileri ve ezilenleri denetim altında tutmanın temel bir imkanı sayıyor (Haziran sonundaki MGK toplatısının basına yansıyan sonuçları generallerin de çok farklı düşünmediğini gösteriyor) . Baskı ve terörün gerekli kurumsal ve yasal altyapıya kavuşturulduğu bir zeminde, bazı iğreti ve aldatıcı düzenlemelerle rejimin bir parça "demokrasi" makyajından geçirilmesini istiyor; bunu rejimin meşruiyeti ve aldatıcı imajı için gerekli görüyor. Yakın zamanda ABD dönüşü katıldığı bir televizyon programında Sabancı'nın açıkça dile getirdiği gibi, Kıbrıs işgalinin astarı yüzünden pahalı bir maceraya dönüştüğünü görerek, bu alanda daha uzlaşmacı ve tavizkar olunmasını istiyor. Kaynakların bu kadar kıt ve pahalı hale geldiği bir ortamda, bir iç savaş için muazzam ölçülerde ve bir dış savaş için asgari ölçüde donanımlı olan ordunun aşırı silahlanma projelerine bir ölçü getirilmesini istiyor.

Ve temel önemde bir nokta; bütün bunları emperyalistler de istiyor, dahası Türkiye'nin AB'ye katılmasının gerekleri olarak sıralıyor ve dayatıyor. Son kırk yıldır çözümsüz iktisadi, sosyal ve siyasal sorunlarla boğuşup duran, gelinen yerde bu sorunları en ağır biçimde yaşayan ve AB'ye katılabilmeyi de bu sorunların yükünden ve onların yolaçacağı muhtemel bir sosyal devrim tehlikesinden kurtulabilmenin bir imkanı sayan işbirlikçi Türk burjuvazisi, AB'ye katılım yalnızca bir hayal olsa bile, bu yolda ilerleyebilmek için emperyalizmin istemlerini asgari ölçüde olsun yerine getirmek istiyor.
Tüm bu isteklerini ve düşündüklerini yerine getirebilmesi için de, ordunun siyasal yaşam üzerindeki çok özel ve çok belirleyici ağırlığını bir parça dengelemek istiyor.

Tersinden ise ordu, bu konumun kendisine sağladığı çok özel iktisadi ve siyasi ayrıcalıkları kıskançlıkla muhafaza etmek istiyor. Bu nedenle de, işbirlikçi burjuvazinin atmayı düşündüğü adımların, yapmayı düşündüğü düzenlemelerin karşısına "ulusal güvenlik" gerekçesiyle çıkıyor. İç ve dış tehditleri abartmak ve bunu "ulusal güvenlik siyaseti"nin dayanağı yapmak, ordunun siyasal yaşam içindeki yerini ve çok yönlü ayrıcalıklarını savunmasından başka bir anlama gelmiyor. Son günlerde "ulusal güvenlik" ekseni üzerinde patlak veren tartışma ve çatışmanın gerçek mahiyeti kaba çizgileriyle işte budur.
Çatışan taraflardan biri, somutta ordu, kendini bağımsızlığın ve "milli çıkarlar"ın güvencesi sayıyor. Bunun karşısında ANAP ve TÜSİAD ise demokrasi havariliğine soyunuyor. İki tarafın iddiası da her türlü dayanaktan yoksun bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Her iki taraf da bugünkü kokuşmuş sömürü ve soygun düzeninin, ona eşlik eden faşist baskı ve terör rejiminin en asli unsurlarıdır. Bu alanlardaki tüm temel politika ve uygulamaların ortak sorumluluğunu taşımaktadırlar. Her iki tarafta işçi sınıfının, emek hareketinin ve her türlü ilerici-devrimci muhalefetin amansız ve yeminli düşmanıdır. Buna ister Türkiye'nin son 40 yılı, ister son on yılı, isterse son bir kaç yılı üzerinden bakılırsa, durumun, her iki tarafın tutum ve konumunun tümüyle bu olduğunu görülür. İMF reçeteleri de F tipi hücreler de her iki tarafın ortak politikasıdır.

TÜSİAD'ın temsil ettiği tekelci burjuvazi bu düzenin egemen sınıfı ve dolayısıyla asli efendisi, ordu ise bu aynı TÜSİAD düzeninin sadık bekçisidir. Her iki taraf da Türkiye'nin emperyalizme kölece bağımlılığının temel direkleri durumundadırlar. Tekelci burjuvazinin emperyalist sermayeyle, İMF ve Dünya Bankası'yla ilişkisi neyse, ordunun Pentagon ve NATO'yla ilişkisi de aynen odur. İlki ikincinin iktisadi ve mali temeli; ikincisiyse ilkinin siyasal ve askeri uzantısı, izdüşümüdür.

İkisinin neyi temsil ettiği, hangi ortak zeminde durduğu, son tartışmalarla bir kez daha gündeme gelen Milli Siyaset Belgesi üzerinden de açıkça tescil edilmiştir. Buna göre, Türkiye Batı'nın uydusudur, öyle kalacaktır (10. maddenin tercümesi). Türkiye AB emperyalizmiyle tam bütünleşme hedefini koruyacaktır (11. madde). Emperyalist küreselleşme sürecine dahil olmanın gerekleri kararlılıkla yerine getirilecek, bu doğrultuda "özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırıla"caktır (13. madde).

Tüm bunlar Türkiye'nin emperyalizme kölece bağımlılığının ve bunu tüm sonuçlarına götürmenin, Türkiye'nin gerçek anayasası sayılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerinden tescilinden başka bir şey değildir. Bu belge üzerinden bakıldığında, Genelkurmay'ın 7 Ağustos bildirisindeki bazı ifadeler, kendi pozisyonunu halk kitlelerinin yurtsever duygularını okşayarak güçlendirmeye yönelik demagojik ve ikiyüzlü ifadeler olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. "Küreselleşme anlayışı ekonomik teslimeyet olarak benimseniyor"muş, böyle diyor Genelkurmay'ın öfkeli bildirisi. Türk generallerinin bunu hatırlaması ve hatırlatması için biraz fazla geç değil mi? Bu teslimiyetçiliğin (teslimiyetten öteye uşakça köleliğin) simgesi durumundaki bir Dünya Bankası memurunun programına daha birkaç ay önce MGK üzerinden "tam destek" verenler bu aynı generaller değiller miydi?

Düzen generalleri de düzen siyasetçileri kadar emperyalizme sadakat içindedirler. İMF'ye "teslimiyet"ten yakınanlar İncirlik'teki teslimiyetten nedense söz etmiyorlar. Yugoslavya'nın yıkımına kendi hava kuvvetleriyle kimin hizmetinde ve kimin çıkarları için katıldıklarını tartışma gündemine getirmiyorlar. İsrail'le kimin çıkarları için mihver kurduklarının, Bosna ve Kosova'da kimin hesabına asker bulundurduklarının hiç sözünü etmiyorlar.

Özetle, her iki grup da aynı işbirlikçi sömürü ve soygun düzeninin asli öğeleri, sadık bekçileri ve hizmetkarlarıdırlar. Her iki taraf da kendi halkına ve bölge halklarına karşı emperyalizmin safında ve hizmetindedir. AB'ye alınma koşullarına itirazı olan ordunun AB'nin kendi ordusunu kurma çabasına karşı "NATO kozu"nu temel imkan ve politika sayması, bunu da 7 Ağustos bildirisinden yalnızca 4 gün sonra bir "bilgi notu" olarak basına sızdırması bile, Türk generallerinin gerçek konumunu ve uluslararası dayanağını (ABD ve NATO) ortaya koymaya yeter.

Generallerin "ulusal güvenlik" kaygısı ile TÜSİAD'ın demokrasi havariliği üzerinde ayrıca durmamız gerekecek. Liberal ve milliyetçi solda kendine hararetli destekçiler bulan ve emekçi kitlelerin bilincinde aldatıcı, tahrip edici etkiler yarattığı kesin olan bu çatışma ve tartışma, öte yandan, kurulu düzenin iç yüzünü, onun gerçekte nasıl yönetildiğini, hangi çıkar çelişmeleri ve açmazlar içerisinde nasıl debelendiğini geniş kitleler önünde ortaya sermenin de imkanlarını sunuyor bize. Son tartışma bu açıdan son derece hayırlı ve yararlı bir gelişme olmuştur.